‘Türksolu’ Dergisi’nde Türk-Kürt düşmanlığını tahrik ederek, ‘En yakın ve de en açık tehlike’ye neden olan Gökçe Fırat isimli şahsın kışkırtmalarına karşı oturup yüksek fikirler mi ileri süreceğiz?
İşimizi gücümüzü bırakıp, ‘Türk oğlu... Türk kızı... Kürtler senin düşmanındır...’ diye özetlenebilecek ‘faşist manifesto’yu, yani o kaba ve dangalak metni tartışmaya mı açacağız?
Tabii ki bunları yapmayacağız.
Çünkü:
Ortada fikir filan yok.
Çünkü:
O ‘faşist manifesto’yu hangi hukukçuya göstersek aldığımız yanıt aynı:
‘Burada açık suç var.’
O halde yapılması gereken şudur:
Savcılar harekete geçmelidir.
Yani...
Gün, sözde ‘Türksolu’ provokatörlerinin yaptığı gibi ‘Ordu göreve’ pankartı açma günü değildir.
Gün, ‘Savcı göreve’ pankartını yükseltme günüdür.
‘Savcı göreve’ pankartını açalım ki:
Bu topraklarda bir daha hiç kimse, milleti birbirine kırdırmayı amaçlayan kaba tahrikçilik işine soyunmasın.
‘Savcı göreve’ pankartını yükseltelim ki...
Bu ülkede hiç kimse, ‘Ben Kürdüm diyen herkes potansiyel PKK’lıdır’ diye yazma cüretini kendisinde bulamasın.
Ayasofya ile ilgili kişisel notlar
70’li yılların ortaları...
İstanbul Bayrampaşa’daki Yeşil Cami Kuran Kursu’nda ‘leyli’ olarak öğrenim gören küçük bir çocukken, hayatımın ilk politik eylemine tanık olmuştum.
Yatakhanelere doluşan benden yaşça büyük Kuran kursu öğrencileri, hep birlikte ‘Zincirler kırılsın! Ayasofya açılsın!’ diye slogan atıyorlardı.
Şaşırmıştım.
Çünkü ilk kez ‘Slogan atma’ eylemine tanık oluyordum.
Ayrıca dile getirilen talebi de anlayamamıştım.
‘Zincir’ neydi?
‘Ayasofya’nın açılması’ ne demekti?
Bilmiyordum.
Ama sonra işin farkına vardım ve şunları gördüm:
İslami kesimin kültür dünyasını şekillendiren muazzam bir ‘mahzun mabet’ edebiyatı vardı.