BRÜKSEL ORGANİZASYONUNU TOBB’un yaptığı ‘Brüksel çıkarması’nı, ‘Patron işçi el ele / Avrupa Birliği’ne’ diye özetlemek mümkün.
Düşünsenize: Patron kanadından TOBB ve TİSK’in başkanları, yanlarına işçi kanadından Türk-İş, Hak-İş ve DİSK’in başkanlarını almışlar, Brüksel’de AB hedefimiz için kulis atıyorlar. Adının önünde ‘Devrimci’ sözcüğünün bulunduğu işçi sendikasının lideri, AB ile ilgili tüm kaygılarını terk etmiş durumda ve canla başla bizi AB’ye sokmak için uğraşıyor. Dahası memleketin en milliyetçi memur sendikası olan Kamu-Sen’in başkanı da burada. O da arıza çıkarmadan, yani itirazsız bir şekilde hedefe kilitlenmiş durumda... Bu görüntünün keyfini en fazla çıkaran isimler ise TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ile TİSK Başkanı Tuğrul Kudatgobilik. Çünkü sadece bu iki isim, ‘müthiş buluşma’ ve ‘uzlaşma’nın altını kaygısız ve tereddütsüz bir şekilde çizdiler.
Rifat Hisarcıklıoğlu tartışmasız lider kumaşına sahip. Liderlere özgü bir özellik vardır: Girdikleri ortamdaki havayı anında değiştirebilirler ve bir anda ilgi odağı olabilirler. Hisarcıklıoğlu’nun işte böyle bir özelliği var. Ayrıca yine liderlere özgü bir kıvam yakalamış durumda: Mesafeli bir şakacılık ile kararında radikalizm arasında gidip geliyor.
Brüksel’de şu meşhur Olli Rehn ile de tanışma fırsatını bulduk. Olli Rehn... Hani bizim AB’ye girişimizde ‘komiser’ görevini üstlenen yetkili... Kayseri’de top filan oynamıştı ya... İşte o adam... AB’ye ait şık ve rahat bir salonda Türk ve AB heyetlerinin toplu görüşmelerinde öyle ‘aksi’ ve ‘ödünsüz’ bir tutum izledi ki... ‘İşkence’ dedi. ‘İfade özgürlüğü’ dedi. ‘Dini cemaatler’ dedi. ‘Kadın hakları’ dedi. ‘Orhan Pamuk’ dedi. ‘Polisin güç kullanımı’ dedi. Yani AB dendiğinde tüyleri diken diken olanları ifrit edecek ne kadar mevzu varsa hepsini masaya koydu. Sonra da olanca aksiliğiyle ‘İşler iyi gitmiyor’ mesajının altını çizdi. Rifat Hisarcıklıoğlu ise onun altını çizdiği konulara zerre kadar önem vermedi ve ‘Bunlar çözülür, önemli olan ekonomik konulardır’ dedi.
Türk heyetinde ‘Türk-İş’in eski başkanı’ olması nedeniyle CHP Milletvekili Bayram Meral de vardı. Meral yaptığı konuşmada AB yetkililerine şöyle seslendi: ‘AB bir köşke benzer. Siz bu köşkün kapısını kapatsanız biz pencereden gireceğiz. Penceresini kapatsanız bacadan gireceğiz. Yani o eve mutlaka gireceğiz.’ Bu sözler, Türk tarafında hafiften bir mahcubiyete neden oldu. ‘Bayram Bey bizim karizmayı çizdi’ şeklinde homurdanmalar oldu. Bazıları ise ‘Hangi şartta olursa olsun mutlaka AB’ye girmeliyiz’ anlayışına yalın kılıç savaş açan Baykal’ı anımsadı. Şöyle dediler: ‘Bakalım Baykal, Bayram Bey’in ortaya koyduğu, baca ya da pencere gibi pek de sağlıklı olmayan giriş yolları konusunda ne diyecek?’
Gelelim işin daha eğlenceli kısmına: İlk gün, bu tür gezilerin değişmez üçgeni ‘havaalanı, otel lobisi, toplantı binası’ üçgenine teslim olan medya mensupları, ikinci gün serbest kaldılar. Serbest günde ise Brüksel’de yapılabilecek tek ve doğru şeyi yaptılar: Meşhur Belçika çikolatalarından eşe dosta hediye aldılar... Bu arada ‘Brüksel’e gidince deniz ürünlerine sardırın’ tavsiyesini almış bazı ‘dini bütün’ gazeteciler de, bir günlüğüne Şafii mezhebine intisap ettiler. Malum Hanefilik’te deniz ürünlerine iyi gözle bakılmaz.
Söz gazetecilerden açılmışken şunu da eklemeden geçmeyelim: Geziye Ankara’dan katılan gazeteciler arasındaki ‘dayanışma ruhu’, biz İstanbul gazetecilerinin canını sıkacak denli fazlaydı. Her hal ve kárda ortaya çıkarılan ‘Biz Ankara’da bir aile gibiyizdir. Birbirimizi sever sayarız’ vurgusu, ‘dayanışma ruhu’ gibi kavramları küçümseyen biz İstanbul gazetecilerini bile imrendirecek bir nitelik arz ediyordu. O kadar imrendiriciydi ki, bir ara kendimi meslektaşlarla ahbaplığı koyulaştırma çabaları içinde yakalayıverdim. Sonra da gözlerimi kısıp, anlayışlı bir tebessüm eşliğinde Cemal Süreya’nın şu dizelerini mırıldandım: ‘Ankara... Ankara! / Ey iyi kalpli üvey ana!’...