Rahatlamış ve gevşemiş bir halde, sevişmenin ve dokunmanın verdiği hazza odaklanarak, haz alıp haz verebilme, ruhu ve bedeni paylaşabilme, ne olursa olsun bir şekilde boşalabilme bilim ve sanatı olarak tanımladığım ve insan yaşamının ayrılmaz bir parçası olan seksin sağlık açısından da önemli faydaları olduğunu biliyor musunuz?
Düzenli bir seks yaşamının sağlığa olumlu etkileri ve katkıları size şaşırtıcı gelebilir ama unutmayın; tıpkı güneş girmeyen eve doktor girdiği gibi, seks girmeyen eve de cinsel terapist girebilir.
Düzenli seks, immünoglobin A başta olmak üzere, vücudunuzun mikrop, virüs ve bakterilerle savaşmak için kullandığı antikorların daha fazla salgılanmasını sağlayarak bağışıklık sisteminin güçlenmesine ve sizi bu davetsiz misafirlere karşı koruyamaya yardımcı olur.
Düzenli seks kalbinizin dostudur. Kalp atış hızınızı artırmak için harika bir yol olmasının yanı sıra, östrojen ve testosteron hormonlarının düzeylerinin dengede tutulmasına yardımcı olarak kalp sağlığınıza da katkıda bulunur. Çünkü bu hormonların azlığı ya da çokluğu kalp krizi riskini oluşturan faktörler arasındadır.
Seks vücutta kan dolaşımının hızlanmasını ve kan basıncının düşmesini sağlar. Düzenli bir seks yaşamı yüksek tansiyonun önlenmesine ve böylece felç riskinin azalmasına yardım eder.
1. Klitoris, anahtar anlamına gelen Yunanca kökenli bir sözcüktür. Kadının boşalmasının veya orgazm olmasının anahtarıdır.
2. Klitoris erkekteki penisin karşılığıdır. Penis ile klitoris aynı embriyonik dokudan oluşur. Bebek erkekse 12 haftadan itibaren klitoris penis olarak büyümeye başlar.
3. Klitoris yaklaşık 3 cm uzunluğunda ve 3 mm kalınlığında, penise benzeyen, Venüs tepesinin altında yer alan, üstte ve yanlarda iç dudaklarla çevrili çok özel bir organdır. Klitoris baş ve gövde kısmından oluşan, ters V şeklinde bir yapıdır.
4. Klitorisin dışarıdan görünen kısmı toplam büyüklüğünün dörtte biridir.
5. Kadın vücudunun en hassas bölgesi klitoristir, yaklaşık 8000 sinir hücresi vardır. Peniste bu sayı 4000’dir.
6. Klitorisin başlıca 3 işlevi vardır. (1) Boşalmayı ve orgazm olmayı sağlar. (2) Cinsel ilişki sırasında sertleşerek idrar deliğini kapatır ve böylece bakterilerin idrar torbasına girişini engeller. (3) Ters V şeklindeki kollarının şişerek sertleşmesi vajina kanalını gerer ve bu da penis başının kolayca girmesini sağlar.
7. Cinsel etkinlikte klitoristeki sinirler uyarılır, klitoris kanla dolarak kabarır ve büyür.
8. Klitoral boşalma doğrudan klitorise yapılan baskı ile gerçekleşen boşalmadır ve daha kısa sürede olur. Vajinal boşalma ya vajina içindeki G noktasının uyarılmasıyla ya erkeğin penisinin vajinaya girip çıkarken klitorise yaptığı baskıyla ya da klitorisi yerinde tutan bağların, penisin vajinanın içerisindeki hareketi sırasında, klitorise yaptığı uyarılar sonucunda meydana gelir.
Kadın genellikle erkekten daha streslidir. Çünkü “Önce BEN” diyemez, “Önce SEN” der. Beyni adeta yüksek teknoloji ile donatılmış üstün performanslı bir duygu makinesi gibidir. Tüm hayatı boyunca adet dönemi, doğum, doğum sonrası, menopoz gibi çeşitli dönemlerde hormon değişiklikleri yaşar durur. Aynı anda birden fazla işle ilgilenir ve sürekli bir koşturma halindedir. Fil hafızasına sahip olduğu için yaşadığı olumsuzlukları kolay kolay geride bırakamaz. Stres yaratan olayları unutup hayatına devam etmekte zorlanır ve tetikleyici bir faktörle karşılaştığında o stresli anı tekrar yaşayabilir. Bu yüzden strese karşı psikolojik tepkileri daha yoğun, fizyolojik tepkileri ise daha zayıftır.
Erkek stres durumunda “sessizleşir”, “homurdanır” ve “uzaklaşır”. Kadın ise “abartılı düşünme”, “abartılı tepki verme” ve“abartılı tükenme” şeklinde üç stres belirtisinin yanında “daha çok konuşur”, “duygusallaşır” ve “yakınlaşır”. Görüldüğü gibi kadın ve erkek strese verdikleri tepkilerle de farklıdırlar. Bu nedenle, stresin yaşanması ve belirtilerindeki farkları bilmek kadın-erkek ilişkisinde oluşabilecek ilişki sorunlarının panzehiri gibidir. Epiktetos'un söylediği gibi “İnsanı mutsuz eden olaylar değil, olaylar hakkındaki düşünceleridir”. Stres belirtilerinin doğru yorumlanması, çiftin gevşemesini, rahatlamasını ve stresten kurtulup dengeye kavuşmasına yardımcı olur. Ancak tersi durumda, kişisel düzeyde suçu üstüne alma, ilişkinin daha kötüye gittiğini düşünme, artık sevilmediğini hissetme veya hatalı değerlendirme sonucu durumu olduğundan daha kötü olarak yorumlama söz konusu olur. Bir taraf stresli ve sinirliyken, diğer tarafın ona nasıl destek olmaması stresi daha çok tırmandırır ve işlerin sarpa sarmasına yol açar.
Erkek stresli durumlarda ilk önce sessizleşir ve strese yol açan olaydan hemen uzaklaşır. Geriye çekilir ve iletişimi keser. Bunun nedeni erkekte oksitosin hormonunun daha az salgılanmasından dolayı, kendini koruma ve yeniden güçlenme amacıyla duyguların ve ruhsal açıdan çekilen acıların inkâr edilmesidir. Yani erkek stresli durumlarda “savaş ya da kaç tepkisi”ni kullanır, kaçmayı ve susmayı tercih eder ya da futbol gibi stresini atacağı ve odaklanmasını gerektiren bir spor yapar veya bilgisayar oyunları gibi kendini meşgul edecek aktivitelerde bulunur. Hatta kronik stres durumunda öfke problemleri yaşama, alkol ya da uyuşturucu kullanma görülebilir. Kadın ise stres durumunda ilk önce daha çok konuşur ve abartılı düşünmeye başlar. Partneriyle, arkadaşlarıyla ya da ailesiyle zaman geçirmeyi tercih eder, daha çok yemek yer. Konuşma, destek alma ya da ne yapması gerektiğini sorma ihtiyacı hisseder. Bunun nedeni kadında oksitosin hormonunun daha fazla salgılanmasından dolayı, stresi azaltma ve kendini koruma amacıyla kendisinin ve çocuğunun bakımıyla ilgilenmek gibi şefkat ve ilgi gerektiren aktivitelere ağırlık vermesidir. Yani kadın stresli durumlarda “yönelme ve dostluk kurma tepkisi”ni kullanır. Birçok rolü aynı anda üstlenen kadın, stresli dönemlerde depresyondan fobilere, uyku bozukluklarına, takıntılara ve yeme bozukluklarına kadar birçok sorun yaşamaya başlar. Kadın-erkek farkları bilinmediğinde erkek sessizleşip, geriye doğru çekildiğinde ve iletişimini kestiğinde kadın bu durumu kişisel olarak algılar, sevilmediğini ve değerli olmadığını düşünmeye başlar. Çünkü “Kadınca dili”ni konuşan bir kadın için sessizleşmek ve ilgi göstermemek, yalnızca büyük bir kırgınlığın, sevgisizliğin ve ilgisizliğin belirtisidir. Ancak kendini korumaya almak için sessizleşen erkek gerçekte çektiği acıyı inkâr etmeye çalıştığı için kadının acısını fark edemez. Bu yüzden de strese yol açan sorunları önemsemez, otomatik olarak kendini kapatır, sanki her şey yolundaymış gibi davranır, “mış gibi” yapar, kendisine yardımcı olma çabalarına tümüyle karşı koyar.
Stres altındaki erkeklerde en sık rastlanan ikinci tepki homurdanmaktır. Kadın haklı bir istekte bulunsa bile erkek homurdanmayı sürdürür. Bu durum çoğu zaman kadına mesafe koymayı sağlar ve hedef değiştirme isteğine karşı inat etmenin ve karşı koymanın bir dışavurumudur. Kadın homurdanan erkekten ürker ve uzak durmaya çalışır Aslında bu da erkeğin gizli isteğidir. Kadın ise kendine haksızlık edildiğinde veya yapılan işleri gereksiz gördüğünde homurdanır. Balzac, “İnsanlara, onları size nankörlük yapmaya mecbur bırakacak kadar büyük iyiliklerde bulunmayınız” derken haklıydı. Çünkü kadın SENmerkezci olduğu için genişler, hep kendinden verir, fedakârlık yapar ve erkeği de kendisi gibi algıladığı için, onun da gitgide daha verici olacağını ve aldıklarının karşılığını fazlasıyla vereceğini varsayar. Ama işler böyle yürümez, yürüyemez. Çünkü erkek BENmerkezcidir. Bu nedenle kadının ısrar ve ima etmeden isteklerini açıkça belirtmeyi öğrenmesi ve stres durumunda erkeğin bir isteği homurdanarak yerine getireceğini, bu durumun kötü bir şey olmadığını ve bazen erkeğe reddetme fırsatı tanımanın gerekli olabileceğini anlaması gerekir. Yani erkekten bir şeyler istemek ve susmak yeterlidir. Erkeğe “Hayır” deme fırsatını tanımadan ondan bir şeyler istemek “emir” gibi algılanabilir ve erkekte “yapmaya mecbursun” duygusunu uyandırarak inatlaşmaya ve homurdanmaya yol açar.
Stres altındaki erkeklerde en sık rastlanan üçüncü tepki uzaklaşmak ve sonunda iletişimi kesmektir. Yani erkek önce sessizleşir, sonra homurdanır, öfkelenir ve daha sonra umursamaz bir tavır takınarak uzaklaşır. Duyguları tümüyle yok olur, duygusuz ve soğuk bir kişi olur. Stresle savaşmak için kendi içine çekilir, yalnız kalarak gücü toparlamak ister ve onu strese sokan konuyu yalnız başına irdelemek için ortamı terk eder. Ve tüm bunları düşünmeden, otomatik olarak, kendiliğinden erkeksi doğası ile yapar. Kadın ise erkeğin tek başına kalıp sorununu sessizce çözümlemek isteğine anlayış göstermek yerine, kendini terk edilmiş hisseder, haksız yere terkle cezalandırdığını varsayar. Erkeğin içine kapanmasını tehdit unsuru olarak algılar ve korkar. Erkeği rahat bırakmaz, peşinden gider, neler olup bittiğine dair sorular sorar. “Daha konuşmamız bitmedi, nereye gidiyorsun?” diyerek iletişimi sürdürmek ister. Çünkü “Kadınca dili”nde kadın ancak bilinçli verilmiş bir kararla ve erkekten tümüyle vazgeçince içine kapanır ve susar. Ayrıca susan ve giden kadının tekrar geri gelmesi de uzun bir zaman alır. Bu nedenle kadın erkeğin susmasından ve uzaklaşmasından korkar. Tüm bu anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak için erkeğin tek yapması gereken yalnız kalma ihtiyacı hissettiğinde; “Biraz yalnız kalmaya ve düşünmeye ihtiyacım var. Seni çok seviyorum. 1 saat sonra geri geleceğim, merak etme” demektir. Yalnız kalan ve düşünen bir erkek stresini kontrol etmeyi ve geride bırakmayı başarır, gereğinden fazla tepki verdiğini fark eder, olaylara yanlış açıdan baktığını düşünür, gevşer ve rahatlar.
Spor yapmak, yürümek, masaj yaptırmak, ılık banyo yapmak, bir arkadaşla buluşmak, dans etmek, müzik dinlemek, nefes ve gevşeme egzersizleri yapmak, kitap okumak stresle baş etmede etkili olabilecek yöntemlerdir ancak baş etmek mümkün olmadığında bir terapistten yardım almak gerekir. Ancak en önemlisi iyi, sağlıklı ve mutlu bir ilişkidir. Çünkü kadın içinde bulunduğu ilişkiden hoşnutsa daha az stres hisseder. Yani kadını stres unsurlarına karşı koruyucu olan şey iyi ve tatminkâr bir ilişkidir.
Nasıl olur da bir insan “canlı bomba” yani “intihar bombacısı” olabilir? Bunu sağlayan güç, etki, inanç, duygu ya da düşünce nedir? Nasıl oluyor da canlı bombalar; ya hep ya hiç tarzında ideolojik telkinlerle düşmanı şeytanlaştırıyorlar, sürekli olarak haksızlık, kötülük ve zulümlere vurgu yapıyorlar, vatan, ideal bir dünya kurmak, barış ve adaleti sağlamak, zulme karşı durmak gibi kutsal kabul edilen değerleri korumak üzerinden motive ediliyorlar, kahraman olmak, övünülecek bir eylem yapmak, dünyada kalıcı bir iz bırakmak, boş geçen hayatını değerli bir eylemle taçlandırmak gibi değerler üzerinden kendilerini duygusal olarak tahrik ediyorlar, ölümsüzleşmek, adını devrim tarihine yazmak, şehit olmak gibi idealler ile kendilerini besleyerek bir hedefe kilitleniyorlar? Bu soruların yanıtı insanın ruhsal gelişim evrelerini bilmekten geçiyor.
İnsanın fiziksel gelişimi gibi, psikolojik gelişimi de çeşitli evrelerden geçer.
Çocukluğunda ruhsal ve fiziksel travmaya maruz kalan kişilerin iç dünyasında “zalim”, “mağdur” yani “kurban” ve “gözlemci” olmak üzere üç rol yer alır. Vaktiyle “kurban” olan canlı bombalar daha çok ruhsal gelişim basamaklarının ikinci evresinde vurgun yiyen ve ellerine fırsat geçtiğinde “zalim” rolünde olan kişilerdir. Aşağılanırlar... Değersizlik yüklenirler... Bu nedenle içlerindeki iyiyi yüceltip kötüyü azaltmaya çalışırlar ve kötüyü yok etmek isterler. Tarih bu kurbanların zalimleşerek yaşattıkları acı dolu örneklerle doludur.
Ağır narsisistik kişilik bozukluğu olduğu varsayılan kişiler iyi taraflarını yücelterek Tanrısal bir güce ulaşıp, kötü taraflarını yok etmek için kötü olarak gördükleri ve kurbanlaştırdıkları insanları yok ederek bir Tanrı olma fantezilerini (omnipotent olma) hayata geçirirler. Bir nevi Tanrı olurlar. Tanrı’nın can alıp can verdiğine inandıkları için can alırlar. Onlar için kötü olan dünyayı, kötü olan insan taraflarını yani canlı bomba eylemleriyle kendilerini de yok ederek terk ederler. Tanrı’nın yanına ve cennetine gittiklerini düşünürler… Bu ruh hali, yanlış ve yönlendirilmiş dini ya da ideolojik inançlarla birleştiğinde “şehit” ya da “kahraman” olarak adlarının tarihe yazılmasıyla ödüllendirileceklerine inanırlar.
Elbette canlı bomba olmak için narsisistik kişilik bozukluk tek başına yeterli değildir. Canlı bombalar bu kişilik yapısının yanı sıra, ekonomik ve sosyal düzeyi düşük, gelecek için beklentileri ve hedefleri olmayan, hayatta bir başarı elde edememiş, takdire, güce ve itibara ihtiyacı olan ama bunlara ulaşamamış, sürekli haksızlığa uğradığını düşünerek intikam duygusu hisseden ve narsisistik kişilik bozukluğunun daha ağır bir şekli olan antisosyal kişilerdir.
Bu kişileri canlı bomba haline getirmek için yanlış ve yönlendirilmiş dini ve ideolojik inanç ve amaçlar doğrultusunda uygulanan, düşünme ve muhakeme yeteneğini ortadan kaldırmaya yönelik “posthipnotik (hipnoz sonrası) kendini gerçekleştiren bir telkin (emir) verme” ve “düşünmeyi durdurma ritüeli” gibi “beyin yıkama ve hipnoz teknikleri” devreye girer.
Canlı bombanın, kendisini ve dış dünyayı “iyi ve kötü”, “melekler ve şeytanlar”, “cesurlar ve korkaklar” olarak tamamen ayrıştırması sağlanır. Kişilerin motive olmaları için, narsisistik yaraları iyice deşilir, varlıklarının tehlike altında olduğu tekrar tekrar vurgulanır, düşman iyice şeytanlaştırılır, alçaltılır ve insan dışı bir varlığa dönüştürülür, yalancı savunmalarla mantıklı bir tablo çizilmeye çalışılır.
Kötüyü yok etmekten başka hiçbir şeyin önemli olmaması ve kötüyü yok ederek en iyiye, yani Tanrı’ya ulaşmak için ölme ve öldürme fikrinden başka hiçbir şey düşünemez hale getirilir. Eylemi yapamamasının hayatta hiçbir işe yaramaz, değersiz ve aciz biri olduğunu göstereceğine inandırılarak aşağılık duygusu pekiştirilir. Çünkü sanılanın aksine canlı bombanın eylemini mümkün kılan cesareti değil, acizlik duygusudur. Bu kişiler sözde iyi olan kendilerini sözde kötü olan diğerlerinden değersiz, yetersiz, aciz görürler ve ancak hem kendilerini hem de onları yok ederek onlardan güçlü olabileceklerini düşünürler. Algılama ve bilinç giderek daralır. Tüm bu zihinsel ve ruhsal aşamalar tamamlanarak sona yaklaşıldığında ise canlı bomba intihar öncesi (presuisidal) sendromu yaşar. Kendini öldürmeye karar veren kişilerin yaşadığı intihar öncesi sendromunda olduğu gibi, kesin bir kararlılık gözlenir, aynı fırtına öncesi sessizlik gibi büyük bir iç huzura kavuşur, serinkanlı ve dostça davranır, veda mektubu yazar, arkadaşlarıyla eğlenmeye gider, yiyip içer, video oyunları oynar ve sonsuz bir huzur hissederek eylemini gerçekleştirir.
Ergen kızların kendini büyük göstermeye yönelik davranışlarının tehlikeli olabileceğini vurgulayan Uzman Psikolojik Danışman Dr. Cem Keçe, kız çocuklarında erken seksüalizasyonun zararlarını anlattı.
Ergen kızların kendini olduğundan daha büyük göstermeye yönelik davranışlarında belirgin bir artış gözlenmektedir. Bu durum, psikolojik olarak henüz olgunlaşmamış gençler için son derece tehlikeli ve yanlıştır. Medya (televizyon, müzik klipleri, şarkı sözleri, dergiler, filmler, video oyunları, internet), oyun çağındaki küçük kızları vaktinden önce yetişkin bir kadın gibi giyinmeye, makyaj yapmaya zorlamaktadır. Büyük şirketler ve medya sırf kar etmek için bu küçük kızları, “lolita” imajına büründürüp, diğer ergenlerde heves uyandırmaya çalışmaktadır. Bu durum, ergenin hem kendisine hem ailesine hem de topluma zararlı mesajlar verilmesine neden olmaktadır.
Fransa’da, Senatör Chantal Juanno’nun hazırladığı, 16 yaşından küçüklerin manken ve modellik yapmasını yasaklayan bir yasa tasarısı bulunmaktadır. Bu demek oluyor ki, ergenler de dahil olmak üzere, her insanın bir biyolojik saati vardır ve zamanı geldiğinde bazı fizyolojik ve psikolojik değişikler yaşanmaktadır. Normal gelişim evrelerine fazla müdahale edilmemesi gerekmektedir. Ergenin, zamanı gelmeden fiziksel görünüşünde yapmaya çalıştığı değişiklikler doğal süreci bozacağı için, hayat boyu sürecek kişilik bozukluklarının ve tamir edilmesi güç psikolojik sorunların ortaya çıkması kaçınılmaz bir son olacaktır.
Biraz makyajın ne zararı var demeyin!
Bu konu, bu kadar hafife alınmamalı çünkü özellikle büyüme evresinde olan, 10-13 yaşındaki ergen kızlarda dış görünüm kaygısı gözlemlenmiştir. Bu kaygı ergen kız çocuklarının dış çevre tarafından beğenilme ya da beğenilmeme üstüne kurulmuş hassas bir durumdur. Bu yaştaki kız çocuklarının, yaşına uygun olmayan bir şekilde makyaj yapması ya da yaşından büyük giyinmesi, ileride öz güven sorunu yaşamalarına neden olabilir. Ayrıca, cinselliği ön plana çıkaran bir giyim tarzı ve kadınsı makyaj ile çocuk istismarı arasında bir ilişki olduğu iddiaları vardır.
36 beden, seksilik ve çekicilik üzerine kurulu bir güzellik anlayışının etkisinde olan ergenlerde, beslenme bozuklukları, öz güven eksikliği ve hatta depresyon belirtileri gözlemlenmiştir. Cinsel kimlik ile okul başarısı arasındaki ilişkiyi ölçen bir araştırmada, homojen iki denek grubundan birine mayo, diğerine ise kazak ve pantolon giydirilerek matematik testi yaptırılıyor. Mayo giyen grubun başarı oranı diğerinden belirgin bir şekilde düşük çıkıyor. Sonuç olarak, başkaları tarafından nasıl göründüğüyle aşırı ilgilenen bu grupta, dikkat eksikliği ve konsantrasyon bozukluğu tespit ediliyor.
Genellikle kız çocukları, erkek çocuklarından daha önce ergenliğe girdikleri için aynı yaş grubundaki erkek çocuklarının hala oyun çağında kalmaları 10-13 yaşındaki ergen kızların ilgisini çekmediği bir gerçektir. Kız çocukları bu durumda kendinden yaşça büyük kişilerle iletişim içine girmek istedikleri için oldukları yaştan daha büyük görünmek adına makyaja ve kadınsı kıyafetlere başvurmaktadır. Böylece, iki cinsiyet arasında zaten var olan olgunlaşma düzeyindeki fark daha da artmaktadır. Bu durum, erkek çocuklarda kendine güvensizlik, eksiklik ve yetersizlik; kız çocuklarında ise rol yapan, dış görünüş ve çekicilikle her şeyi elde edebileceğine dair yanlış inanışlarla dolu sağlıksız bir kişilik görüntüsü oluşturabilir.
Cinsel tiksinti bozukluğu erkeklerde çok nadir görülüyor olsa da bu sorunu partnerlerinin yaşaması erkelerin cinsel yaşamlarını da olumsuz etkiler ve tedavi edilmediği takdirde kadın erkek ilişkilerini sürdürülemez hale getirebilir ama çözümsüz de değildir. Uygun tedavi ve cinsel terapi teknikleriyle bazen şaşırtıcı bir biçimde kısa sürede üstesinden gelinebilir.
Cinsel tiksinti bozukluğu çeşitli nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan bir rahatsızlıktır. En temel nedenleri; cinsel taciz, ensest deneyimler, çocuklukta oynanan homoseksüel cinsel oyunlar, cinsellikle ilgili toplumsal, ahlaki ve yanlış inanışlardan kaynaklanan dini baskılar, yasaklar, değer yargıları ya da kişinin bunları yanlış yorumlamış ve algılamış olması, cinsellikle ilgili yanlış, eksik bilgi ve inanışlardır. Bunlardan en çok payını alanların kadınlar olması nedeniyle cinsel tiksinti bozukluğu erkeklere oranla kadınlarda daha fazla görülür.
Kızlık zarı, bekâret, namus kavramları ile cinsellikleri baskılanan kadınlar, çocukluklarından itibaren cinselliği erkekler gibi yaşamaları, cinsellikten haz almaları ve doyuma ulaşmalarının günah ya da suç olduğunu algılarlar. Bunun sonucunda da günah, suçluluk, utanama ve aşağılanma duygularını cinsellikle ilişkilendiren kadınlar cinselliğe ya da cinselliğin herhangi bir unsuruna karşı tiksinti duyabilirler.
Cinsel tiksinti bozukluğunun nedenlerinden bir başkası, geçmişte yaşanmış taciz, tecavüz gibi cinsel travmalardır. Travmatik bir cinsel deneyim yaşayan kadın, bunun onda bıraktığı utanma, aşağılanma, acı çekme, iğrenme gibi izleri genelleyerek cinselliği bu olumsuz duygularla algılamaya başlar ve cinsellikten tiksinebilir.
Bazı kadınlarda ağrılı cinsel ilişki sorunu (disparoni) zamanla cinsel tiksinti bozukluğuna yol açabilir. Kadın cinsel ilişki sırasında hissettiği ağrı nedeniyle duyduğu endişe ve korku yüzünden cinselliğe ve cinsel uyaranlara karşı tiksinti duymaya başlayabilir. Bazen cinsel tiksinti ile birlikte seks yapma korkusu olarak bilinen vajinismus da görülebilir.
Cinsel tiksinti bozukluğu;
Bir zincirin halkaları gibi olan bu süreçler evliliği ve seksi olumsuz etkileyebiliyor. Bu nedenle bu süreçleri tek tek değerlendirmek gerekiyor. Çünkü evliliğin mutlaka cinsel hayatı öldüreceğine dair bir kural yok! Ama çift cinsel hayatları üzerinde çalışmamışsa evlilikleri tehlikeye girebiliyor. Bunu engellemek için çiftin biraz çaba harcaması yeterli olabiliyor.
Evlilik öncesi süreç
Kişiler evlenmeden önceki süreçte sevgili veya arkadaş olmayı kendilerine yakıştırırlar. Ayrı evlerde yaşanılan bu dönem, özlemlerin, arzuların ve heyecanların olduğu bir dönemdir. Birbirine dokunmak isteği, paylaşılacak cinsellik hayali ve heyecanı kalpleri devamlı çarptırır. Burada toplumsal bakış açısı çiftin hayatlarına yavaş yavaş girmeye başlar.Toplumsal bakış, evlilik öncesi kişilerin sevgili olmasına izin verirken cinsel deneyimin olmaması gerekliliğini empoze eder. Bu da kişilerde karşı tarafı merak etme ve cinselliği yaşama isteğini artırıcı bir rol oynar. Evlendikten sonra, çiftler taktıkları pembe gözlükleri çıkartırlar. Partnerlerinin hayallerindeki kişi olmadığını fark ederler ve partnerlerinin hayalindeki kişi gibi değil de gerçekte oldukları gibi davranmaya başlarlar.
Evliliğin yüklediği kimlikleri dengelemek gerekiyor
Evlikte toplum bireylere bilinçli ya da bilinçsiz olarak sayısız “görevler” yükler. Evlenmeden önce sevgili veya aşık olan çiftler evlilik bağı altındayken toplumun yüklediği “yeni sosyal görevler” doğrultusunda hareket etmeye başlarlar. Aslında sadece cinsellik değil; aynı zamanda kişilerin sevgileri, iletişimleri, aşkları yani birbirleri için taşıdıkları anlamda zamanla değişmeye başlar.Evlilik klasik boyutlarda olması gereken bir sürece girer. Yani kadın “karı” rolüne, erkek “koca” rolüne ister istemez girer ve bunun gerektirdiği doğrultuda hareket etmeye başlar. Toplum onlara evlilikte sevgili olma rolünü yakıştıramadığı için artık her ikisi de birer “karı ve koca” gibi davranmak, yani erkek çalışmak ve evini geçindirmek, kadında çocuk doğurmak ve ev işleri yapmak zorundadır. Michel Foucault’nun, “Çalışmak, arzuyu dizginlemek için icat edildi” demesi asla boşuna değildir.
Ne yapmak lazım?
Evlilikte cinsel yaşamı öldürmemek için kadın anne, erkek baba olsa bile, öncelikle birer kadın ve erkek olduklarını kendilerine hatırlatmalıdırlar. Tutkulu bir erkek veya kadın gibi cinselliklerini yaşayabilmeleri için emek vermelidirler. Yüklendikleri rollerin ve sorumlulukların cinselliğe mola vermeyi gerektirmediğini öğrenmelidirler.Cinsel yaşantıya engeller getiren aslında atılan bir imza değil; toplumsal ve bireysel olarak yaşama ve cinselliğe bakış açıları ve cinsel fantezilerin baskı altına alınmasıdır. Cinselliğe bakış açısını daha olumlu yönde geliştirmek için açık olmak, rahat konuşmak, istekleri, arzuları anlatabilmek ve fantezi geliştirmek cinsel yaşamı renklendirmede çiftin kullanabileceği yöntemlerdir.
Sonuç olarak, evlilik zor fakat zor olduğu kadar da güzel bir süreçtir. “Evlilik ve sevgi emek ister” sözü gerçekten doğrudur. Cinsellik aynı zamanda evlilikleri ayakta tutabilecek, çiftin kendisiyle ve çevresiyle barışık olmasını sağlayabilecek bir araçtır. Eşler birbirlerini anladıkları, gerçekten anlaşabildikleri, birbirlerinin biyolojik saatlerini öğrenebildikleri ve beraber bir şeyler yapmaktan hoşlandıkları sürece ölen tek şey imzaya dayalı korkulardır.
Uzman Psikolojik DanışmanA. Cem Keçe
Bir zincirin halkaları gibi olan bu süreçler evliliği ve seksi olumsuz etkileyebiliyor. Bu nedenle bu süreçleri tek tek değerlendirmek gerekiyor. Çünkü evliliğin mutlaka cinsel hayatı öldüreceğine dair bir kural yok! Ama çift cinsel hayatları üzerinde çalışmamışsa evlilikleri tehlikeye girebiliyor. Bunu engellemek için çiftin biraz çaba harcaması yeterli olabiliyor.
Evlilik öncesi süreç
Kişiler evlenmeden önceki süreçte sevgili veya arkadaş olmayı kendilerine yakıştırırlar. Ayrı evlerde yaşanılan bu dönem, özlemlerin, arzuların ve heyecanların olduğu bir dönemdir. Birbirine dokunmak isteği, paylaşılacak cinsellik hayali ve heyecanı kalpleri devamlı çarptırır. Burada toplumsal bakış açısı çiftin hayatlarına yavaş yavaş girmeye başlar.
Toplumsal bakış, evlilik öncesi kişilerin sevgili olmasına izin verirken cinsel deneyimin olmaması gerekliliğini empoze eder. Bu da kişilerde karşı tarafı merak etme ve cinselliği yaşama isteğini artırıcı bir rol oynar. Evlendikten sonra, çiftler taktıkları pembe gözlükleri çıkartırlar. Partnerlerinin hayallerindeki kişi olmadığını fark ederler ve partnerlerinin hayalindeki kişi gibi değil de gerçekte oldukları gibi davranmaya başlarlar.
Evliliğin yüklediği kimlikleri dengelemek gerekiyor
Evlikte toplum bireylere bilinçli ya da bilinçsiz olarak sayısız “görevler” yükler. Evlenmeden önce sevgili veya aşık olan çiftler evlilik bağı altındayken toplumun yüklediği “yeni sosyal görevler” doğrultusunda hareket etmeye başlarlar. Aslında sadece cinsellik değil; aynı zamanda kişilerin sevgileri, iletişimleri, aşkları yani birbirleri için taşıdıkları anlamda zamanla değişmeye başlar.
Cinsel ilgi duyulan biriyle bazen aynı mekanda bulunmanın ya da telefonla konuşmanın bile cinsel uyarı ve doyuma yönelik yönleri vardır. Cinsel davranış yelpazesinin bir ucunda duygusal ya da fiziksel bir dokunmayla başlayan uyarılma, diğer ucunda ise sevişme ile sağlanan ruhsal ve fiziksel doyum bulunmaktadır. Cinsel davranış yelpazesi ne kadar geniş, ne kadar zenginse, cinsellikten alabilecek hazlar da o kadar fazla ve değişik olacaktır. Cinsel hazların daha yoğun yaşanabilmesi için ise; kadının ve erkeğin ön sevişme ile birbirlerini sekse hazırlamaları önemlidir. Dokunma, okşama, öpüşme, sürtünme, masaj ve diğer tensel aktivitelerin yer aldığı cinsel isteği artırıcı ve daha zevkli hale getirici tüm iletişimler ön sevişmeyi oluşturur. Ön sevişme, partnerlerin cinsel birleşmeye fizyolojik ve psikolojik olarak hazırlanma sürecidir. Ön sevişme sağlıklı bir cinsel yaşantıda kesinlikle olmalıdır.
Bedene dokunulmasından alınan haz, kişi doğduğu andan itibaren geçerlidir. İnsanoğlu çocukluk ve ergenlik dönemi boyunca bunların çeşitli şekilleriyle karşılaşırken, toplumsal baskılar nedeniyle, cinsel haz yaratan bazı dokunmaları engellemeyi de bir şekilde öğrenebilir. Bu baskılama sürecinin sonunda birçok erişkin erkek ve kadın, maalesef, cinsel ilişkiyi cinsel organların birleşmesinden ibaret bir eylem olarak algılamaya başlarlar. Böylece sevişmeler cinsel birleşme ve orgazma odaklanır, süreç değil hedef önemsenmeye başlanır. Cinselliği cinsel birleşme ve orgazma indirgeyen bu anlayış, cinsellikten alınabilecek birçok hazzın yaşanmasını da engellemektedir. Çünkü dokunma ve okşama gibi birçok cinsel davranış, süre sınırı olmayan bir haz kaynağı iken, cinsel birleşme dakikalarla, orgazm ise saniyelerle sınırlı bir haz üretebilir. Birçok cinsel işlev bozukluğunun ve cinsel doyumsuzlukların temelinde bu indirgeme anlayışı yatmaktadır.
Ön sevişmeye, hep bir hazırlık dönemi, bir hedefe giden yolda yapılması gereken zorunlu eylemler olarak bakılmaktadır. Genç çiftlerde, ön sevişmenin daha çok kadının cinsel birleşmeye hazırlanması için gerekli olduğu inanışı yaygındır. Çünkü genç erkeklerin cinsel açıdan uyarılması daha hızlıdır. Cinselliğe fazla ilgi duymayan, cinsel ilişkiye eşlerinin isteğini reddetmemek için girişen birçok kadın, ön sevişmeyi kısaltır, sevişmeyi cinsel birleşmeden ibaret hale getirir. Oysa iki insan arasındaki cinsel ilişki, sevişmeden ve haz yaratan cinsel davranışlardan oluşan keyifli bir süreçtir. Dokunma, öpme, sürtünme, fanteziler, cinsel birleşme, cinsel yanıtlar, boşalma veya orgazm, hepsi bu sürecin ayrı hazlar üreten parçalarıdır. Bunların bazılarını yeğleyip doyum sağlayabilirken göz ardı edilen parçaların potansiyel hazzını kaçırmak da mümkündür.
Kısa tutulan bir ön sevişme cinselliği olumsuz etkilediğinden, ön sevişmenin süresi çiftin cinsel doyum yaşamasına yetecek kadar uzun olmalıdır. Yani iyi ve yeterli bir ön sevişme kadın eteği gibi olmalıdır, dikkat çekici olacak kadar kısa, gerekenleri kapsayacak kadar uzun. Sevişmek aceleye getirilmemelidir. Çünkü cinselliğin %90′ı dokunarak haz almak ve dokunarak haz vermektir yani sevişmektir. Geri kalan %10′luk kısmı ise penis vajina birlikteliğidir. İyi ve yeterli bir ön sevişme ile çiftler hem kendilerini ve partnerlerini keşfedebilirler, hem de daha kolay tatmin olabilirler.
Ön sevişmenin süresinin uzatılması ve içeriğinin değiştirilmesiyle, erken boşalmadan, sertleşme sorunlarına, orgazm olamamadan cinsel uyarılma bozukluklarına kadar birçok cinsel işlev bozukluklarının tedavisi yapılabilmektedir. Uzun süreli ilişkilerde, çiftlerin sevişmesinde cinsel birleşme nitelikleri çok değişmezken, ön sevişme süreleri ve davranış çeşitliliği genellikle azalmaktadır. Bu da cinsel ilişkinin monotonlaşmasına, cinsellikten alınabilecek birçok hazzın yok olmasına yol açabilmektedir. Öte yandan, eşlerden birinde veya her ikisinde cinsel işlev bozukluğu olan, cinsel sorunları nedeniyle cinsel birleşmenin kurulamadığı çiftlerde, sevişme uzundur, cinsel davranışlar çeşitlidir, karşılıklı birçok cinsel haz üretebilmektedirler. Ancak cinsel ilişkilerinde, istedikleri halde cinsel birleşme olmadığı için, cinsel doyumsuzlukları olmaktadır.