Yurtiçinde bayram tatili alternatifleri
Ekimde tatile çıkacaklara Bodrum’dan başlayıp, Gökova’nın cennet koylarında bitecek bir "Mavi Yolculuk" öneririm. Bu önerimi kuvvetlendirmek için de "Mavi Yolculuğu" başlatan Ezra Erhat’ın şu sözlerini şahit gösteririm: "Mavi gezinin yapılabileceği mevsim hazirandan ekim sonuna kadar uzanır
MEHMET YAŞİN
Ekimde Mavi Yolculuk ve Amasra
Ekimde tatile çıkacaklara Bodrum’dan başlayıp, Gökova’nın cennet koylarında bitecek bir "Mavi Yolculuk" öneririm. Bu önerimi kuvvetlendirmek için de "Mavi Yolculuğu" başlatan Ezra Erhat’ın şu sözlerini şahit gösteririm: "Mavi gezinin yapılabileceği mevsim hazirandan ekim sonuna kadar uzanır. Güz ayları denizlerin en sakin ve balığın en bol olduğu zamanlardır..." Eğer kendi tekneniz ya da konuk olacağınız bir arkadaşınız yoksa bu mevsimde tekne kiralarının daha ucuz olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Ayrıca bu mevsimde tekne sahipleri kıran kırana pazarlığa da açık.
Bodrum’dan başlayan yolculukta ilk demir yeri Çökertme Koyu’dur. Bu koyun sahili bu mevsimde kimsesizleşir. Etrafta çıt çıkmaz. Deniz, tahta gibi dümdüzdür. Burada denizle kucaklaşarak sabah mahmurluğundan kurtulabilirsiniz. Sonra kıyı kıyı bir rota izleyerek Ören’e oradan Akbük Koyu’na varacaksınız. Bu koy Gökova’nın en güzel koylarından biridir. Durgun sularında mavinin her tonunu görmeniz mümkündür. Koyun suları gökyüzüne göre her an renk değiştirir: Lacivert, çivit mavisi, mor, menekşe, yeşil, zümrüt yeşili, indigo, saks mavisi, Prusya mavisi...
Akbük’le oynaşıp, koklaştıktan sonra rotayı Sedir Adası’na doğru çevirmelisiniz. Çünkü orada altın renkli incecik kumlarıyla Kleopatra Plajı sizi beklemektedir. Burada sonbahar denizinin tadını doya doya çıkartabilirsiniz. Geceyi İngiliz Limanı’da geçirmenizi öneririm. Bu kapalı liman size huzur dolu bir gece sunacaktır. Akşam yemeği için kendinizi yormayın. İskelenin hemen arkasındaki lokantada yörenin balıkları sizi bekliyor. Lezzetli mezeler de cabası. Şansınız varsa o akşam ünlü denizci Sadun Bora da oraya gelir, sizinle deniz üstüne doyum olmaz sohbetler yapar.
Ertesi sabah erken kalkmanız gerekecek. Çünkü gezeceğiniz, lacivert sularında yüzeceğiniz daha bir çok koy var. Löngöz Koyu, Okluk Koyu, Hırsız Koyu, Çanak Koyu, Kösemen Adaları, Yedi Adalar, Bördübed kıyıları... Tüm bu koylarda çam ağaçları denizin sakin sularında kendilerini seyreder. Böylesi güzellik dünyanın çok az yerinde vardır. Gürültücü tatilcileri gezdiren tekneler artık ortalıktan çekildiği için kuş seslerinden başka bir şey duymazsınız.
Tüm bu koylar ve adalardan sonra dönüş yolculuğu başlar. Yolculuk boyunca teknenin kıçından oltayı denize sallandırmayı aman unutmayın. Malum bu mevsimde balık bol. Kısmetinize bir tanesi de sizin oltanıza takılabilir. Yolculuğun süresine gelince; bu tamamen size bağlı. İki günde de bitirebilirsiniz, dört günde de.
SALATININ KATLARI MEVSİME GÖRE DEĞİŞİR
Ekim başında yapraklar yeterince sararmasa da Amasra’ya uzanan yol yine de çok güzel görüntüler sunar. Bence bu bölge sonbaharın en güzel yüzlerini gösteren bölgelerin başında gelir. Küçük dereler, rüzgarların dans ettiği ormanlar, Karadeniz’in henüz öfkeyle kabarmamış sakin yüzü hep birlikte muhteşem bir tabloyu oluşturur. Bu rota üstünde, aslında bir çok güzel yer vardır ama benim gönlümde yatan güzel Amasra’dır.
Bartın’dan yola çıkıp, ormanlık yoldan geçip Bakacak Tepesi’ne varırsınız. Bir virajı dönünce karşınıza çıkan muhteşem manzara sizi şaşırtır. Bu manzara Fatih Sultan Mehmet’i de şaşırtmış, yanındaki hocasına dönüp, "Lala, cennet denen yer bura mı ola" diye sormuş. Fatih, Bakacak’tan Amasra’ya bakıp hayran olduğunda takvim 1460 yılının ekim ayını göstermektedir. Yani "ekimde Amasra çok güzel olur" saptamamızı, bundan yüzyıllar önce Fatih de yapmıştır.
Amasra hem deniz hem orman manzarası bakımından oldukça cömerttir. Her köşede, her kıvrımda, her tepede ayrı bir güzellik sergilenir. Eğer arabanızla ağaçların tünele çevirdiği virajlı yoldan Kurucaşile’ye doğru giderseniz, buralara olan sevginizin bir aşka dönüştüğüne şahit olabilirsiniz. Ağaç dallarının arasından görünün koylar bir tablo kadar güzeldir. Hele bir zamanlar korsanları saklayan Gideros Koyu insanın aklını başından alır.
Amasra misafirlerine sadece güzel manzaralar sunmakla yetinmez. Lezzetli yemekleriyle de insanın kalbini çeler. Amasra’da balık tavada kızartılır. İskorpit, mezgit, istavrit hem çok taze hem de damak çatlatacak kadar lezzetlidir. İnsan yemeye bir türlü doyamaz. Balığın yanında mutlaka salata yenmelidir. Amasra’nın salatasını başka yerde bulmak mümkün değildir. Buradaki lokantalar birbirleriyle salata yarıştırır. Mevsimine göre salatanın katları çoğalır. Yeşilliklerin bol olduğu mevsimlerde salataların katı 8-9’a kadar çıkar. İçinde yok yoktur. Yemeğin üstüne mutlaka üstüne bal dökülmüş torba yoğurdu yenmelidir.
Ekim sessizliğini bir doğa harikasının içinde yaşamak isteyenlere Amasra’yı öneririm.
SAFFET EMRE TONGUÇ
Binbir renkli şehir Şanlıurfa, tarihin kavşak noktası Harran
Şanlıurfa’nın sokaklarında hálá doğunun gizemli havası var. Eski kervanların getirdiği mallar, hoş kokulu baharatlar, rengarenk kumaşlar sanki dört bir yana yayılmış. Neredeyse her meslek grubunun bir çarşısı var, bazı çarşıların sadece adı kalmış, sanatkarları çağın ihtiyaçlarına ayak uyduramamış. Kazzaz Han diye de geçen Bedesten’de, Ortadoğu ve İran kokan şallar, parıltılı elbiseler, renkli bluzlar, örtüler, dükkanları donatmış. Hemen yanındaki Sipahi Çarşısı’nda kilimden battaniyeye, halıdan keçeye kadar bir çok farklı ürün var. Bakırcılar ya da diğer adıyla Hüseyniye Çarşısı ise gün boyu, sanatlarını icra etmek için bakırları döven ustaların sesleriyle inliyor.
Merkez konumundaki Gümrük Han, 1562’de inşa edilmiş eski bir kervansaray. Kürsü denilen küçük taburelere çömelmiş, başlarına kefiye sarmış erkekler, satranç ve dama oynayarak, nargile ya da çay içerek günün yorgunluğunu çıkarıyor. Kimi de kulpsuz fincanlarda servisi yapılan, acı mı acı "Mırra" kahvesini, kaçak tütünden sardıkları sigara eşliğinde içiyor. Yakınlarda da İsot Pazarı var. Isı otundan türemiş olan ve dondurması bile yapılan isot, Urfalılar için yemek yapımında çok önemli olan pul bibere benzeyen bir baharat.
RUMKALE’DE GÖZLERİNİZEİNANAMAYACAKSINIZ
Urfa’nın tarihi 11 bin yıl öncesine uzanıyor. Peygamberlerden Adem, Eyyüp, İbrahim, Şuayip ve Elyasa’nın burada yaşadığına inanılıyor. Rivayete göre, Hz.İsa, yüzünü sildiği mendiline çıkan suretini, Urfa Kralı Abgar’a göndermiş ve bu mucizevi mendil sayesinde ölüm döşeğindeki kral iyileşmiş, bunun neticesinde Hıristiyanlık bir devletin dini olarak dünyada ilk kez Urfa’da kabul edilmiş.
1516’daki Osmanlı dönemine kadar Babil’den Hitit’e, Perslerden Romalılara çok sayıda uygarlık arasında el değiştiren Urfa, zengin tarihini buna borçlu. Kurtuluş Savaşı’ndaki kahramanlığından ötürü Şanlıurfa adını almış. Urfa isminin Arapça’daki "suyu bol" anlamındaki El Ruha’dan kaynaklandığı tahmin ediliyor. Kaynaklarda, Adem’le Havva’nın cennetten kovulduktan sonra geldikleri yer olarak geçen Şanlıurfa ve çevresi, uygarlığın beşiği olmuş bir bölge. Antik dünyada Mezopotamya olarak geçen bu bölgede size düşense beşiktekileri keşfedip, tadını çıkarmak.
Şanlıurfa’dan Gaziantep’e giderken Birecik’te Fırat nehri kıyısında yer alan kelaynak üreme çiftliğini ziyaret etmeyi unutmayın. Leylekler ile aynı sülaleden gelen bu kuşların soyu maalesef tükenmek üzere. Birecik Kalesi ve evleriyle de görülmeye değer. Baraj suları altında kalan Halfeti’de tekne turu yapabilirsiniz. Eşkiya filminin ilk sahnesi Halfeti ile açıldığından burası size tanıdık gelecek. Tekneyle yarım saat mesafedeki Rumkale, sürrealist bir yapı, gerçek olduğunu idrak etmek zaman alıyor. Kalede Roma, Bizans ve Haçlı izleri var. Ermenilerin en üst düzey ruhani liderleri 1200’lü yıllarda burada yaşamış.
HARRAN’IN EVLERİ ARI KOVANI GİBİ
Harran geçmişin inanç ve bilim merkezi. İsminin, Sümerce "Kavşak noktası" anlamına geldiği düşünülüyor. Astronomi konusunda derin bilgiye sahip Sabiiler bu topraklarda yaşamış. Ay, Güneş ve diğer gezegenlere ithaf edilen tapınaklar yapmış, putlara tapmışlar. Bu topraklarda yaşayan Hz. İbrahim’in Hacer’den doğma oğlu İsmail, Arapların; Sara’dan doğma İsak ise Musevilerin atası sayılıyor. İnancını göstermek için oğlunu kurban etmeye karar vermesi, Kurban Bayramı geleneğinin başlangıcı kabul ediliyor. Yahudiler ise aynı olayı İsak’ın yaşadığına inanıyor. Yani, dünün kardeşleri, bugünün düşmanlarına dönüşmüş.
Dünyadaki ilk üniversitelerden biri, Harran’da kurulmuş. Moğollar yıksa da alimlerin adını, çalışmalarını tarihten silememiş. En bilinenlerinden Cabir bin Hayyam maddenin bölünmesini, atomun parçalanmasından enerji oluştuğunu, dünyada ilk kez Harran’da kelimelere dökmüş. Emevi döneminden kalan ise Ulu Cami’nin kalıntıları...
Bugün, geçmişin uygarlık düzeyinden pek iz yok. Atalarının Irak’tan geldiğini söyleyen günümüzün Harranlıları, genci yaşlısı, turizmin nimetlerinden yararlanma peşinde. Çocukların bir kısmı nohuta benzeyen üzerlik otundan yaptıkları hediyelik eşyaları satmak, kimi de rehberlik yapmak amacıyla peşinize takılıyor. Turistlerin Harran’a çeken arı kovanı biçimindeki kümbet denilen evlerin çoğu bugün ahıra dönüştürülmüş. Evler Fransa’da Avignon, İtalya’da ise Alberobello’da göreceğiniz kubbeli evlere benziyor; doğal klimaya sahip, yazın serin, kışın sıcacık.
Atatürk Barajı’nın sulama kanalları sayesinde geçmişin kurak Harran’ı yerini artık pamuk tarlalarıyla dolu bereketli topraklara bıraktı. Harran’a kadar gelmişken, Şuayip peygamberin yaşadığına inanılan 40 kilometre mesafedeki Şuayip şehrine gidebilirsiniz. Ay, güneş ile Jüpiter, Satürn ve Venüs gibi gezegenlere adanan tapınakların bulunduğu Soğmatar ise Harran’dan 55 kilometre uzaklıkta.
REYAN TUVİ
Bafa Gölü’nde yüzün kıyısında doğayı ve tarihi keşfedin
Ekimde Ege bütünüyle güzel. Ama bunaltıcı sıcakların ardından özellikle Bafa Gölü kıyıları ve Antik Latmos, yani Herakleia, daha da büyülü bir yere dönüşüyor. Gökten taş yağmışcasına garip şekilli, volkanik kayaların kapladığı Beşparmak Dağları’nın altındaki huzurlu Kapıkırı köyü, çılgın kalabalıktan uzakta, doğanın ortasında, mütevazı bir mola planlayanlar için kaydadeğer bir alternatif. Bu zamanda özellikle doğa yürüyüşü ve kaya tırmanışı için iklim tam kıvamında, her yer yeşillikler içinde. Üzerindeki adacıklarda kalıntılar bulunan bir göle bakan, horozların, ineklerin ve ekili tarlaların hakim olduğu köyün yukarılarında ise Indiana Jones’vari anlar yaşamak mümkün.
Bölgede 80’li yıllardan beri devam eden araştırmaların sonunda, tarih öncesi çağlara ait mağara resimleri bulundu. Köylülerin rehberliğiyle Alman arkeologlar prehistorik kaya resimleri ortaya çıkardılar ve bu keşfi Latmos adı altında bir kitapla dünyaya duyurdular. Dağlarda, mağara insanlarının ve yükseklerdeki çilehanelerde inzivaya çekilen keşişlerin bıraktığı izler var. Bizans dönemi manastırlarını, surları, kral yollarını, tapınakları, tarih öncesi çağlara ait mağara resimlerini, hepsini bazen kolay bazen zorlu, ancak her biri heyecan verici yürüyüş parkurlarında görmek mümkün.
KAYALAR KEŞİŞLERİN ELİNDE ŞEKİLLENMİŞ
10. yy.’a kadar, Bafa Gölü’ndeki adalarda ve yakın çevresindeki sarp kayalarda, en az 13 manastırın varlığı biliniyor. Arap istilasından kaçan bazı keşiş ve rahipler, bölgeyi mesken tutmuş. Bu manastırlar, 11. ve 12. yy.’larda terk edilmiş. Adalara tekneyle gitmek mümkün. Güney sahilinde, Mersinet İskelesi’nin önündeki Kahve Asar Adası’nın kilisesi en iyi korunanlar arasında. Adanın güneyinde, göl içinde antik bir mendirek de görülebilir. İkizler Adası, çift ada. Büyüğünün karayla bağlantısı var. Küçüğünün üzerinde, Meryem Ana adına yapılmış bir manastır ile keşiş hücreleri, büyüğünde ise bu manastırı korumak için inşa edilen bir kale yıkıntısı görülüyor. Büyük ada, ince güzel bir kumsalla karaya bağlanıyor. Burası, gölün yüzmek için en ideal yerlerinden biri. Antik bir yoldan yürüyerek Herakleia’ya da gidebilirsiniz. Üzerinde manastır bulunmayan tek ada Menet. Bizans köy harabesinin içinde, bir kilise ve iki şapel bulunuyor. Kapıkırı Köyü’nün hemen karşısında, üzerindeki manastıra kalıntılarının iyi korunduğu Herakleia Adası, eskiden Herakleia’nın sur sisteminin bir bölümüydü. Hálá ada üzerinde surlardan izler var. Bu adaya tekneyle yanaşmak kolay değil.
Yediler Manastırı, Latmos manastırlarının en büyüklerinden. Tırmandığınızda nefes kesici bir göl manzarasıyla karşılaşıyorsunuz. Yuvarlak bir kayanın içine oyulan çilehanesinin tavanları fresklerle süslü.
EKİMİN SPESYALİTESİ TANDIRDA YILAN BALIĞI
Bölgedeki yürüyüş parkurlarının çoğu işaretlenmemiş, ancak neredeyse bütün pansiyonlar rehberlik hizmeti veriyor. Günlük 5-9 saat süren ya da iki günlük turlar olduğu gibi bir haftalık turlar da düzenliyorlar. Konaklama köy evlerinde ya da kamp kurarak yapılıyor.
Herakleia’da toprak kokusuyla uyanırsınız. Bahçelerden toplanan ürünlerle yapılan reçellerle, ev yapımı tereyağ ve peynirle, köylülerin topladıkları otlardan yaptıkları zeytinyağlılarla beslenirsiniz. Ekimin spesiyalitesi, ılgın odunundan közle, toprağa gömülerek pişirilen yılan balığıdır. Tandırda yılan için önceden sipariş vermek gerekir. Bafa’da kefalin mevsimi yoktur, Herakleia’ya varmadan herkes Pınarcık’taki Göl Restaurant’da mola verir. Kapıkırı’da, trekking konusunda deneyimli iki kardeşin yeri Selene’s, mütevazı bir aile pansiyonu. Agora Pansiyon’un güzel bahçesi ve hoş odaları var.
FATİH TÜRKMENOĞLU
Sonbaharda denize son noktayı Datça’da koyun
Yaza noktayı gene bir sahil kentinde koydum bu sene. En güzel zamanında Datça’da yüzdüm-yürüdüm-kendimi dinledim. Ege ve Akdeniz’in arasında, tam iki mevsimin ortasındaydım.
Vakit geçmesin istedim. Bildim ki son güzel havada, son kez denizdeydim. Bildim ki şehre gidince bir daha buralara inemeyeceğim, bir kez daha denize giremeyeceğim. İlerisi soğuk, ıslak; ufukta sıkışık trafik, bolca sinirli insan, sayısız dert var.
Oysa Datça, nasıl ama!
Daha doğrusu Eski Datça ve köyler-koylar. Yeni Datça merkezden şiddetle uzak durun. İnsanoğlunun çirkin yaratabilme, güzelliğin ortasında gudubet yapılarla bir cennet koyu mahvedebilme yeteneğini görüp çok üzülürsünüz sonra. Ben öyle yaptım. "Ne var orada" diye sorsanız, inanın bilemem. Ne bir sokakta yürümüşlüğüm var ne de bir insan tanımışlığım. Uzaktan gördüm, tepeden seyrettim; içim acıdı, reddettim. Daha fazla kendimi mahvetmemek, güzel günlerimi gölgelememek adına Yeni Datça’ya kalın bir perde çektim.
SOKAKLARINA ŞİİR SİNEN KÖY
Ama size Eski Datça sokaklarını bir bir sayabilirim. Evlerini, ağaçlarını, güzel insanlarını da. Sonbahar gezisi için en uygun yerlerden biri bence burası, Eski Datça. Büyük şehirlerin uğultusu ve mutsuzluğundan kaçmış okur yazarlarla, doğudan bu dar sokaklara sığınmış kalabalıklarla, bilmem kaç kuşaktır buralılarla saati sabah ettim. Güler, Su ve Güzel Yücel’le sohbet ettim. Resim seyrettim, şiir okudum, şiir dinledim, Can Yücel’i hatırladım:
"Beni kuzum Datça’ya gömün / Geçin Ankara’yı İstanbul’u! / Oralar ağzına kadar dolu / Alabildiğine de pahalı. / Örneğin Zincirlikuyu’da / Bir mezar 750 milyona. / Burası nispeten ucuzluk, / Ortada kalma tehlikesi de yok. / Hayır, dua istemez / Dediğim gibi, beni Datça’ya gömün / Şu deniz gören mezarlığın orda, / Gömü sanıp deşerlerse karışmam ama!"
Badem kırılıyor her köşede. Türlü adları, cinsleri varmış; nurlu, dedebeğı, diş denirmiş. Salyangoz yemeği pek güzel olurmuş. Bir yıl boyunca en az 300 günde güneş açarmış. Rüzgarı bolca esermiş, nem en çok bu yaz hissedilmiş. İnsanı pek bir muhabbetli, otları kitaplar yazılacak kadar bol, koyları say say bitmezmiş. Datça’nın 3 B’si: Bal, badem ve balığı pek şöhretliymiş. Balın hası kekik, çayın hası ada’dan olurmuş. Haa bir de, Balıkaşıran’dan öteye akıllı adam geçmezmiş. Tarihi pek eskilere gider, biraz eşeleyene pek çok zenginlikler sunarmış...
Bu sonbahar, yapılabilecek en güzel gezilerden birinde, olunacak en güzel noktadayım sanki. Strabon’un "Tanrı yarattığı kulun uzun ömürlü olmasını isterse, buraya bırakır" dediği kentteyim.
Yapacak o kadar çok şey var ki...
Bal ve badem yiyerek başlamak lazım güne. Özellikle sonbaharda... Yukarıya, mezar taşlarının üzerindeki yazılarıyla meşhur Yazıköy’e gidip, zamandan kopmak lazım.
"Daha genç idim, hevesim vardı dünyada / İki tane yavrum vardı yuvada. / Almanya’ya kadar gittim imdada, / Onbeş gün sonra gözümü yumdum hayata..."
NEYDİ ARADIĞIM, NEYİ BULDUM
Burası böyle bir yer işte... Neden "sonbahar mekanları" deyince aklıma Datça düştü, neden yaza burada nokta koydum; ben de bilemiyorum. Palamutbükü’nün o şahane sohbeti mi acaba? Yok daha neler! Bir köyün "sohbeti" olur mu hiç?
Kimbilir, olur belki de. Kentler konuşur, dertleşir, seneleri aktarır belki de. O "elektrik" denen şey, budur belki de.
Eğer öyleyse, en iyi zaman bu zamandır belki de...
Bilirim şubat ayında bademlerin bütün dağları tepeleri beyaz gelinliklere bürüdüğü zamanı. O doğanın delice uyanışının yaydığı kokuyu, hissedilen o ilk gençlik enerjisini. O bambaşka bir zaman, bambaşka bir konu, bambaşka bir Datça.
Şimdi; zaman, bu zaman. Sonbahar.
Ama deniz hálá bildiğimiz deniz; ne soğuk, ne sıcak.
Datça, hep bildiğimiz Datça; akşamlarda bir hırka, gecelerde bir yorgan hatta. Evinden, işinden, sorumluluklarından kopmuş yazlıkçıların suni neşesi yok olmuş; her saniye fotoğraf çeken, kahkaha atan, buralıların ahenginin dışında bir süratle derdini anlatmaya çabalayanlar evlerine dönmüşler çoktan. Sessiz, gizemli, ama daha bir keyifli olmuş sanki Datça. Zaten hiçbir zaman hercai değil; ama şimdi de sanki daha bir ağır, daha bir efendi.
Sanki ben buraya sonbaharı karşılamaya gelmişim de, bambaşka birşey bulmuşum gibi. O bulduğumu bilemiyorum ama. Knidos’u turladım, Reşadiye’yi dolaştım, Le jardin de Semra’da durdum; ama bütün bu gezinin sonunda bir şey buldum. O bulduğum neydi, işte onu unuttum.