GeriSeyahat Yeşil Amerika’ya yolculuk
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Yeşil Amerika’ya yolculuk

Yeşil Amerika’ya yolculuk

Amerika gezimin bir bölümünü kuzeydeki vahşi yaşama ayırdım. Küçük kasabalarda, çiftliklerde kalarak, ormanlarda yürüyerek, gürül gürül akan nehirleri izleyerek doğanın keyfini çıkardım.

New York’ta pek oyalanmamaya karar vermiştim. Niyetim, kuzeyde, Kanada sınırındaki yeşil topraklarda, doğanın tadını çıkarmaktı. Kentin hır güründen uzakta, sessiz ve serin bir yolculuk planlamıştım. Günlerce uğraşıp çizdiğim rota, hiç bilmediğim kentlerden, kasabalardan, köylerden geçecekti.

 

ABD’nin kuzey doğusu, gerçekten de oldukça bakirdi. Amazonları andıran el değmemiş ormanlar, güzellikleri ile baştan çıkartan göller, öfkeli nehirler, özgürce yaşam sürdüren vahşi hayvanlar... Petrol şirketleri, otomobil firmaları, ağır sanayi ile tüm dünyayı çirkinleştiren bu ülke, bu bakir topraklara henüz dokunmamıştı. Gördüğüm kadarı ile dokunmak niyetinde de değildi.

 

Aslında çizdiğim rota, geç bir sonbahar rotasıydı. Çünkü sonbaharın son günlerinde doğa burada bir ressamın paletine dönüşüyordu. Akağaçlarının kırmızısını, meşelerin, kavakların sarısını, kestanelerin vişne çürüğünü biliyordum ama ya diğerleri! Öylesine çok renk vardı ki, hangi ağacın hangi renge boyandığını çıkaramıyordum. Bu tabloyu görmek için sonbaharda buraya gelmek gerekiyordu.

 

Önce bildik bir adrese, Kanada sınırındaki Lake Placid’e gittim. Geçen yıl da buraya gelmiş, güzelliğine doyamamıştım. Arkadaşlarım “Demir Adam” Korkut ile Sedef’in göl kıyısındaki evine yine “çulu serdim”. İki gün boyunca, çok lezzetli yemekler yedim, ormanların içinde yürüdüm, gölün serin sularında yüzdüm. Kent pisliğinden arındıktan sonra, gideceğim adresi “yol bulan alete” yükleyip, yolculuğumu başlattım.

 

PEYNİR HALA ELLE ÜRETİLİYOR

 

Vermont’a gidiyordum. Oturanların çoğunun Fransız göçmeni olduğu bu eyaletin adı, Fransızca “Yeşil Dağ” anlamına geliyor. Amerika’nın peynir başkenti. Camembert, brie, taze ve yıllanmış keçi peynirleri, çeşit çeşit çedar, gouda, yaşları bir asrı geçen mandıralarda hala elle üretiliyor. Bunları tadacağım için heyecanlıydım.

 

Yolun başında bir yağmur bulutu peşime takıldı. Uzun süre üstümden ayrılmadı. Otoyol yerine, ormanların içinden geçen ara yolları tercih ediyordum. Yavaş gidiyordum ama inanılmaz güzelliklerle karşılaşıyordum. Uzaklarda irili, ufaklı çiftlikler görüyordum. Tarlalarda, hasattan sonra paketlenen saplar, uzaktan pasta dilimlerini andırıyordu. İnek sürüleri yeşil otların keyfini çıkartıyordu. Özlemlerim ve hayallerim, arabanın penceresinden akıp gidiyordu; Küçük bir çiftlik, birkaç hayvan, süt, peynir, ekmek... Yalın yaşamın somut örnekleriydi gördüklerim. Hep içinde yaşamayı düşleyip de gerçekleştiremediğim görüntüler.

 

Küçük feribotla Champlain Gölü’nü geçtim. Tekrar ormana girdiğimde yağmur bardaktan boşaldı sanki. Islanmayı göze alıp pencereyi araladığımda, ormanın ıslak kokusunu soludum. Gök gürledi, şimşek çaktı, biraz ötemden iki geyik zıplayarak karşıdan karşıya geçti. Güneş gri bulutların arasından sıyrıldığında ben de aradığım adrese vardım: Shelburne Çiftliği.

 

ASIRLIK ÇİFTLİKTEYİM

 

Daha girişte kayboldum. 16 bin dönüm büyüklüğündeki çiftliğin hangi kapısından gireceğimi şaşırdım. Toprak yollar beni muhteşem çiftlik binalarına, otlaklara, ahırlara, ormanlara götürdü. Sonra sora sora kalacağım çiftlik evini buldum. 1877 yılında Lila ve Seward Webb tarafından yaptırılmıştı. Dış duvarları kırmızı tuğlalarla örülü, üç katlı binanın her köşesi etkileyiciydi. Hala o günlerin kitapları ile dolu büyük kütüphanesi, şimdi restorana dönüştürülmüş olan yemek salonu, konukların vakit geçirdikleri oyun odası ve antika eşyalarla donanmış yatak odaları, insanı yüzyıl öncesine sürüklüyordu. Bu odalarda o dönemin önemli simaları konaklamıştı. Ben de bu 22 odadan birine yerleştim.

 

Malikanenin önünde geniş bir çimenlik uzanıyordu. Etrafa serpiştirilen şezlonglarda oturanların kimi kitap okuyor, kimi gölü ve çiçekleri seyrediyor, kimi yanındaki ile fısıldaşıyordu. Huzur dolu sessizliği bozan tek ses, yaprakların hışırtısıydı. Ben de bir şezlonga uzanıp, çiftliğin tanıtım kitapçığını okudum.

Shelburne Çiftliği’ni, Amerikanın en önemli doğa mimarlarından biri olan Frederick Law Olmsted dizayn etmişti. Bu koca toprak parçasını üçe bölmüş, bir kısmını ağaçlara, bir kısmını çiftlik binalarına ve otlaklara, bir kısmını da park alanına ayırmıştı. Çiftlikte tavuk, domuz, koyun, inek yetiştiriliyor, tarlalara buğday ve arpa ekiliyordu. Mahsulden elde edilen gelir çiftliğin vakfı tarafından, çeşitli tarımsal araştırmalar için kullanılıyordu.

 

ÇOCUKLAR DOĞAYI ÖĞRENİYOR

 

Yorulmuştum. Okuduğum broşürler elimden düşünce uyandım. Karşı dağların üstündeki siyah bulutların, şimşekler çaka çaka yaklaştığını gördüm. Sıkı bir sağanak olacaktı anlaşılan. Hemen üstü tenteyle kapalı bölümdeki masaya geçtim. Bir votka martini ısmarladım. İlk yudumla birlikte yağmur da başladı.

Yağmuru seyrettim, ıslak çimen kokusunu ciğerlerime çektim ve martinimi içtim. Rüzgar ışıkları titretmeye başlayınca, lezzetli bir yemekle güne son noktayı koydum.

 

Ertesi gün erkenden çiftlik turuna başladım. Her yerde çocuklar vardı. Koyunlarla, keçilerle oynaşıyor, tavukların nasıl yumurtladığını öğreniyor, sütün sağılmasını izliyor, peynirin nasıl mayalandığını seyrediyor, hamurun ekmek haline gelmesine tanıklık ediyorlardı. O yüzden çiftliğin her yanından hayret çığlıkları yükseliyordu.

Sonra yola koyulup, ikinci durağıma doğru yol almaya başladım. Yine ağaçlardan oluşmuş tünellerden geçiyordum. Orman bitince, göz alabildiğine uzanan yeşil çayırlar başlıyor, sonra nehirler önüme çıkıyordu. Karşıdan karşıya geçen beyaz sırtlı rakunları ezmemek için tetikte duruyordum. Yeşilden başka bir rengin görülmediği vahşi bir yolculuktu bu.

 

SPORTMEN TURİSTLERİN DİYARI

 

Stowe, eyaletin en bilinen cennetlerinden biriydi. Bir yanında Mansfield, diğer yanında Yeşil Dağların yükseldiği yeşil vadide yer alan bu küçük kasaba, yılın her ayında sportmen turistlerle dolup taşıyordu. Kışın kayak, diğer aylarda orman yürüyüşü, trekking, dağ bisikleti, kaya tırmanışı, kano yapılıyordu. Ben tüm bu sporların yabancısıydım. Benim işim, avare adımlarla dolaşıp, güzelliğin tadını çıkarmaktı.

 

4 bin 500 kişinin yaşadığı bu kasabada tiyatro, opera binası ve birkaç tane de sinema vardı. Yaşam, ana caddenin kenarına sıralanmıştı. Güneş yeşil dağların arkasına çekilinceye kadar dolaştım. Green Mountin otelinde kalıyordum. Odam muhteşemdi. Banyodaki jakuziyi doldurdum. Sıcak ve tazyikli suyun içinde, tüm hücrelerimi yumuşattım.

 

Ertesi sabah erkenden Mansfield Dağı’nın zirvesine tırmandım. Tabii ki arabayla! Zirveye kadar giden toprak yolda yolculuk yapabilmek için para ödemek gerekiyordu. 8,5 kilometrelik bu yolu, sırtlarında çantalarla yürüyerek çıkanlar da vardı. Hatta onlar çoğunluktaydı diyebilirim. Zirveye yakın bir yerde durdum. Bir ressam tablosunu boyuyordu. Baktım, tek renkli, yemyeşil bir tabloydu. Aynı yöne bakıp, başka renk aradım ama bulamadım, vadinin ortasından akan nehir bile yeşil görünüyordu.

 

Bir süre sonra Vermont Eyaletinin en yüksek noktasına ulaştım. Buradan tüm zirveleri, vadiyi, ormanları, kıvrılarak akan nehri görebiliyordum. Gerçekten yeşil bir gezegendi burası.

 

RADYODAKİ SÜRPRİZ

 

Dağdan inip yine ormanların içinden, köylerin, çiftliklerin kıyısından, köprülerin üstünden geçip son durağım olan Lower Waterford’a vardım. Otelim, yeşillikler arasında bembeyaz, eski ama insanın içini titretecek kadar güzel bir ahşap yapıydı. Etrafında birkaç ev, bir de ahşap kilise vardı o kadar.

 

Yine avare adımlarla ormanın içine doğru yürüdüm. Nehir kıyısındaki evlerde yaşayanları kıskandım. Kayıkta balık tutan iki yaşlıya, Türkçe “rastgele” dedim. Ağaçkakanların tık tıklarını dinledim, sincapları korkuttum, yabani çiçekleri kokladım. Yürüyüşüm sırasında kimseye rastlamadım. Ormanın çıtırtısından ürktüm. Kulaklarım temizlenmiş, ciğerlerim yıkanmış, ruhum dinginleşmiş bir şekilde otelime döndüm.

 

Ertesi sabah New York’a doğru yol alırken hoş bir sürprizle karşılaştım. Zaten yolculuklar sürprizlerle güzelleşmez mi? Dinlediğim radyo istasyonunda, birden tanıdık bir türkü çalmaya başladı: “Haniya da benim 50 gram bastırmam...” Türküyü duyunca içimi bir sevinç doldurdu. Direksiyonda tempo tuttum. Vermont yollarında, “Konyalım” türküsünü dinleyeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Uzaktan Manhattan’ın gökdelenleri görününce, kent yaşamının ne kadar acımasız olduğu, yaşamı nasıl törpüleyip, yok ettiği bir kez daha aklıma geldi. Bir gün, yeşilliklerin arasındaki çiftliklerin birinde kaybolmayı becerebilecek miydim diye bininci kez düşündüm.

 

SÜT, PEYNİR KILIĞINA NASIL GİRER

 

Vermont gezintim, sadece doğanın keyfini çıkarmakla sınırlı kalmadı. Yörenin lezzetleriyle damağımı da şenlendirdim. Vermont, Amerika’nın peynir diyarı olarak da bilinir. İngiliz göçmenlerin yurtlarından taşıdığı çedar peyniri, Fransız göçmenlerin ürettiği camembert ve brie peynirleri, asılları ile yarışacak kadar lezzetliydi.

Vermont’ta adım başı bir mandıraya rastlamak mümkündü. Bu mandıralar insanı öylesine tahrik ediyordu ki, uğramadan geçemiyordunuz. Ben de bu yolculuğum sırasında yörenin en eski ve en ünlü mandıralarına uğradım. Peynirlerin nasıl yapıldığını izledim, peynir tadımlarına katıldım. Tabii ki satın almayı da ihmal etmedim. Bu ziyaretlerim sırasında bir üreticinin, “biz peynir yapmıyoruz, süte nasıl peynir kılığına gireceğini öğretiyoruz” demesine bayıldım.

 

Peynir konusunda öğrendiklerimi şöyle toparlayabilirim: Yemeğin üstüne yiyeceğiniz üç yıllık keskin bir çedar ile birlikte yudumlayacağınız bir kadeh sherry, size yaşamın ne kadar lezzetli olduğunu kanıtlayacaktır.

 

Bölgenin diğer bir lezzeti de akağaç şurubuydu (Maple Şurup). Amerikan kahvaltılarının vazgeçilmezi olan pancake’in (veya kalınca krep) tatlandırıcısı olan bu şurup, eyaletin önemli gelir kaynaklarının başında sayılıyordu. Belli bir yaşa gelmiş akağaçların gövdesine saplanan musluklar aracılığı ile toplanan şuruplar, kaynatılıp, belirli bir kıvama getirildikten sonra şişeleniyordu. En lezzetli şuruplar, kış sonunda, uzun don günlerinden sonra gelen güneşli günlerde hasat ediliyordu.

 

St. Johnsbury kentinde gezdiğim Akağaç Şurubu müzesindeki yaşlı rehber, bu sihirli şurubun, Kızılderililer tarafından şifa için kullanıldığını anlattı. Onun söylediğine göre bu doğal tatlı, kansere, kemik erimesine çok iyi geliyormuş. Ayrıca bağışıklık sisteminin güçlenmesini de sağlıyormuş. Bunları duyunca hemen müzenin lokantasına geçip, bol şuruplu birkaç pancake yemeyi ihmal etmedim. Zaten bunu yemek için günlerden beri bir bahane arıyordum.

Eğer yolunuz Vermont’a düşerse, peynirleri ve akağaç şurubunu asla ihmal etmeyin.

 

THY, çağı sollayıp geçmiş

 

İki memnuniyetimi dile getirmek isterim. Bunlardan bir tanesi, İstanbul Atatürk Havaalanı dış hatlar terminalindeki CIP salonu. Daha önce doğulu bir görünüm sunan salon, son haliyle ultra modern bir kimlik kazanmış. Bir yanda bilardo salonu, diğer yanda sinema salonu ve kütüphane, her köşede ayrı bir yemek bölümü, gazeteler, dergiler, içkiler derken insan buradan hiç ayrılmak istemiyor.

 

Bunca yıldır dünyanın çeşitli havaalanlarında bu tip salonlara girerim, bu kadar konforlusunu bugüne kadar görmediğimi söyleyebilirim. Diğer havaalanlarının first class salonları bile böylesine lüks ve rahat değil. Bu salon, uzun yolculuğuma mutlulukla başlamama neden oldu.

 

Gerine gerine yolculuk etmek için ekonomi olan biletimi, biriktirdiğim hediye millerle, bir üst sınıfa, Comfort Class’a yükselttim. Amacım, hem rahat bir yolculuk yapmak, hem de bir tek THY’nin uzun uçuşlarında bulunan bu yeni bölümü görmekti. Burası, ekonominin bir üstü, business class’ın ise bir altında yer alıyordu.

Geniş ve nispeten yatan koltuklar, onlarca yeni filmin gösterildiği özel ekran, lezzetli içkiler ve yemekler, güler yüzlü hizmetle 11 saatlik yolculuğumun nasıl geçtiğini anlayamadım. Maddi gücüm yettiğince, uzun uçuşlarımı bu klasta yapmaya karar verdim.

False