GeriSeyahat Söyle, söyle sana böyle n’oldu yâr
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Söyle, söyle sana böyle n’oldu yâr

Söyle, söyle sana böyle n’oldu yâr

Bakü, sedece Azerbaycan’ın değil, hiç kuşkusuz tüm Kafkaslar’ın en modern kenti. Petrol ve doğalgaz, Hazar kıyısına konaklamış kentin ve insanların çehresini değiştirmiş kısa sürede.

Klasik kültüre sahip çıkma bilinci, muhtemelen Sovyet tarzı komünizme direnmenin bir yoluydu. Bugün bir varolma çabası sanki. Karabağ ise usul usul kanayan derin bir yara olarak bütün bölgede hissettiriyor varlığını.

Kazakistan’a giderken Hazar üzerinden geçmişliğimiz vardı ama bir gün gelip de kıyısında oturacağımız o zamanlar aklımıza bile gelmemişti artık nedense. Oysa, Türkoloji tahsil etmiş herkes kadar Hazar’a meraklı, Nâzım Hikmet okumuş herkes gibi de Hazar’la yaralıydık işte?
Bu nedenle, İstanbul-Bakü seferini yapan uçak, Hazar üzerinden havaalanına doğru kıvrılırken, pencereye yapışıp bakakaldık çölde bir vaha gibi duran Hazar’a.
Ancak Hazar, asıl Şehitler Hıyabanı’ndan ve Şirvanşahlar Sarayı’nın serin avlu ve odalarından bir başka görünecekti.
Şehitler Hıyabanı’nın çiçeklerle bezeli yolunda, gözümüz ister istemez ölüm tarihlerine takıldı. Tıpkı Saraybosna’da olduğu gibi burada da insanların ölüm tarihleri aynıydı.
Yaşları da elbette. Ve ister istemez Yunus’un mısraları düküldü dudaklarımızdan: Şu dünyada bir nesneye / Yanar içim göynür özüm / Yiğit iken ölenlere / Gök ekini biçmiş gibi?’
Türkiye dahil dünyanın pek çok yerinde gencecik ölümler armağan ediliyordu ıssız bir tarihin mermer yüreğine. O tarihin yüzüne tutulacak bir ayna, bir gün utançları ve sevinçleri yakıştırabilecek miydi birbirine acaba?

SERİN AVLULAR

Hıyaban’ın güney ucunda, Hazar’a bakan bir tepeye bir de anıt yapılmıştı. İçinde bir alevin sürekli yandığı bir anıt. Hem muhteva, hem de mantık olarak Erivan’daki Soykırım Anıtı’na o kadar çok benziyordu ki...
Karşılıklı olarak düşmanlıktan vazgeçmeyen Ermeni ve Azeri halkı da bir o kadar benziyordu birbirine zaten. Kız alıp vermişlikleri, aynı sofranın iki ucunda ekmek bölüşmüşlükleri, bir kadehin gölgesinde, deyim yerindeyse eğer ruh ikizi gibi çağlayan türkülere omuz verip gözyaşı dökmüşlükleri vardı çünkü. Anıtın kıyısından Hazar’ın ışıltılı sularına bakarken, birbirine yakın kültürlerin gencecik ölümleri besleme konusundaki inadı, bir kez daha yumruk olup tıkandı boğazımıza.
Oysa, İçeri Şehir’in belki de en görkemli ve bir kadar da mütevazı binası olan Şirvanşahlar Sarayı’nın avlusundaki serinlik bir başkaydı. UNESCO’nun desteğiyle restore edilen saray, tıpkı Topkapı gibi, tevazuun eşiğinde gezinen bir kültürü sarıp sarmalıyordu serin avlularında Hazar’dan esen rüzgârlar eşliğinde. Hâlâ restorasyonu süren İçeri Şehir ise Dubrovnik veya Toledo kadar korunmuş olmamakla birlikte, ayağa kalkacağı günleri bekler gibiydi?

ŞIK-ŞIKIRDIM GENÇLER

Yeni kent diyebileceğimiz modern Azerbaycan ise çoktan tası tarağı toplayıp Batılı görünüme bürünmüştü. Geniş bulvarlar, yerini yadırgadığı her halinden belli gökdelenler, trafiğe kapatılmış yollarda birbiri ardına açılan ünlü markaların mağazaları, dev alışveriş merkezleri ve birbirinden şık-şıkırdım Azeri gençleri.
Ancak, modern Azerbaycan’da hemen dikkat çeken şey, yapılan bütün yeni binalarda gözlenen estetik kaygıydı. Betonarme binaların dış cephesi, Azerbaycan mimarisin yansıtan pencere ve kemerlerle bezeniyordu hemen. Bu durumda, diyelim ki bir sokak, tıpkı Londra’da veya Paris’te olduğu gibi, baştan sona bir mimari bütünün parçası olup çıkıyordu. Buna aykırı birkaç bina da vardı elbet ama biraz soruşturunca, o binaların Bakü’ye gelen Türkler tarafından yapıldığını öğreniyordunuz hemen.
Pek de şaşırmıyordunuz bu nedenle...

KARABAĞ GAÇKINLARI

Ne var ki, Bakü’nün göze çarpmayan kıyılarında yaşayan ve sayılarının bir milyonu bulduğu söylenen “Karabağ gaçkınları,” sadece Azerbaycan’ın değil, bütün Kafkaslar’ın en büyük sorunuydu. Ermenistan’ın işgalinden sonra Azerbaycan’a sığınan Karabağlı mültecilere verilen isim buydu ve durumları içler acısıydı her ne kadar gizlenmek istese de. Ve hem Ermenistan’da, hem Azerbaycan’da, hem de Türkiye’de, bu konularla hafif tertip ilgilenen herkes, Karabağ sorunu çözülmeden bölgede barış çubuğu tüttürmenin imkânsızlığının bilincindeydi. Aynı bilinç, Moskova’dan Paris’e, Washington’dan Londra’ya Batılı başkentlerin esrarlı koridorlarında da geziniyordu uzunca bir süredir.
Oysa, bütün Kafkaslarda kutsal kabul edilen bir narı ortasından ikiye ayırıp baksalar farkedecekler artık tarihe yük kıldıklarını kendilerini.
Tarihin bu kadar ağır bir yük altında çatırdayıp çökeceğini de farkedecekler.
Buna rağmen gözle görülür bir hale dönüşen kayıtsızlık, bir kez daha bir türkünün kıyısına sürüklüyor beyhûdeliklerle bezeli ruhumuzu: “Fikrimden geceler yatabilmirem / Bu fikri başımdan atabilmirem / Neyleyim ki sene çatabilmirem / Ayrılık ayrılık aman ayrılık / Her bir dertten âlâ yaman ayrılık...”

Serin serviler altında kabirler

Haydar Aliyev’in ‘anıt-mezar’ının kıyısında, polisin, ‘Düşün aşağı!’ komutuyla geliyoruz kendimize. Peki nasıl? Azerbaycan Türkçesi’nin inceliklerine vakıf birkaç arkadaş, polisin ‘Aşağı inin’ dediğini söylüyor sonra. Azerbaycan tarihinde iz bırakmış pek çok ünlü şair, müzisyen ve siyasetçinin bulunduğu mezarlığın tuhaf bir cazibesi var buna rağmen. Her mezarın başındaki dev heykel, bir taraftan o mezarın “sakin”ine dair önemli şeyler söylüyor, bir taraftan da, o mezarın “sakin”inin tasavvur ve tahayyülünü kolaylaştırıyor artık ne işe yarayacaksa bu. Bu nedenle, Aliyev’in görkemli mezarından ziyade, Ebülfeyz Elçibey’in mütevazı mezarı daha fazla ilgilendiriyor bizi. Birbiri peşisıra sıralanan uzun serviler ise Âşiyan kıyılarını şenlendiren Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Veli, Münir Nurettin Selçuk gibi dostları getiriyor akla...

EDEBİYATIN MÜZESİ BÖYLE OLUR

Bakü, biraz da müzeler kenti. Ancak, müzelerin büyük bir kısmı edebiyat ve sanatla ilgili. Hele Milli Azerbaycan Edebiyatı Müzesi, mutlaka görülesi yerlerden birisi. Bilhassa, Türkiye gibi edebiyatın çokça dile, bir o kadar da yola düşürüldüğü bir ülkeden geliyorsanız, şaşırıp kalmanız normal. Anormal olan, sözü hayatın taşrasına düşürmemiş ülkelerde edebiyata nasıl kıymet verildiğini görmek. Mimarisi kadar zarafetiyle de dikkat çeken müzenin fıskıyeli parka bakan yüzeyinde, Fuzuli’den Genceli Nizami’ye, Azerbaycan edebiyatının altı seçkin temsilcisinin heykelleri ve çinilerin üzerine kaydedilmiş isimleri yer alıyor. Üç katlı, 33 odalı Milli Azerbaycan Edebiyatı Müzesi, Dede Korkut’tan Fuzuli’ye, Ali Şir Nevai’den Genceli Nizami’ye bir kültürün ortak değerlerini omuzlamış durumda. Aynı şey, İnce Sanatlar Müzesi için de geçerli elbette.
False