Sekiz ülkeden 10 bayram tatili seçeneği
İşyerinizden üç gün izin alabilirseniz, dokuz günlük Şeker Bayramı tatili sizi bekliyor. Seyahat yazarları sizin için uzak ve yakın alternatifleri değerlendirdi. Ağustos ortası için en uygun rotaları yazdı.
NORVEÇ
Fiyort sarhoşluğu
12 bin yıl önce buzulların erimesiyle oluşan fiyortlar National Geographic Travel dergisince dünyanın en güzel yerleri listesinin başına oturtulmuş.
Fiyortları Oslo’dan kiraladığınız otomobille gezebilirsiniz. Önce Mjösa Gölü’nü solunuza alıp Hamar üzerinden Lillehammer (Küçük Çekiç) kasabasına gidin. 1994 Kış Olimpiyatları yapılan kasabada Olimpiyat Meşalesi’nin olduğu yerde kayak atlama pisti var. Mevsim yazsa, yapay çimlere atlıyorlar. Ertesi sabah Maihaugen Müzesi’ni (www.maihaugen.no) ziyaret edin. Burada eski Norveç evlerinden oluşan çok hoş bir köy göreceksiniz. Ardından Gudbrandsdalen Vadisi’nden Geiranger’e gidin. Sekiz saatlik turda karşılaşacağınız manzaralar hafızanızdan yaşam boyu silinmeyecek. Lillehammer’dan iki saat sonra Dombas’a varacaksınız. Trollstigen’e çıkarken, çok dar ve dik bir yolda şelaleler selamlayacak sizi. En tepede, haziranda bile, kar görebilirsiniz. Trollstigen’den Linge’ye varıp feribotla Eisdal’a geçin. Eisdal’dan Geiranger yarım saat sürüyor. Bu koyda 250 kişi yaşıyor, fakat yılda 1 milyon turist çekiyor. Ertesi sabah feribota binip doruklardan aşağıya akan şelaleler eşliğinde Stryn’e gidin. 1.5 saatlik, süper manzaralı yolculuktan sonra Avrupa’nın en büyük buzullarından Briksdal’a varacaksınız. Göreceklerinizi kelimelere dökmek imkânsız; başınız dönecek, hazır olun. Ardından Sogndal’e ve zamanı durduran Leikanger’e gidin. Burası adeta cennetten bir köşe, ayrılmak istemeyeceksiniz.
Ertesi sabah Kaupanger’e gidip feribotla Gudvangen’e geçin. Sogne Fiyordu tüm güzelliklerini gözlerinizin önüne serecek. 36 kilometre sonra ulaşacağınız Voss’ta Norveç’in en eski kiliselerinden biri var. Voss’tan Bergen’e tünellerle dolu 100 kilometrelik inanılmaz bir yoldan gideceksiniz. Boğaziçi Köprüsü’nün minyatürüyle bile karşılaşacaksınız. Aklınızda olsun, Norveç’te doğayı bozmamak için otoban inşa etmemişler. Yollar hep tek şerit, çok nadiren iki şerite çıkıyor.
MALTA
Şövalyelerle baş başa
Şehir girişlerindeki tabelaların gelenleri “Merhaba” diye selamladığı Malta’da yabancılık çekme şansınız yok. Her ne kadar alamamışlarsa da Osmanlılar kuşattıkları bu adayı kültürel açıdan etkilemeyi başarmış.
Başkent Valletta UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde. Bir tepenin üzerindeki şehirde St. John şövalyelerinin Türkler gelir korkusuyla hızla inşa ettiği 16’ncı yüzyıl mimarisi yapılar hâlâ egemen. Feribottan inişte 15 dakikalık tırmanışla şehre ulaşıyorsunuz.
Auberge de Castile eskiden İspanyol ve Portekizli şövalyelere aitmiş, günümüzde Başbakanlık Ofisi. Hemen yakınındaki Yukarı Barrakka Bahçeleri ise İtalyan şövalyelerininmiş. Fransa’nın Provence bölgesinden gelenlerin binası Auberge de Provence adanın Arkeoloji Müzesi olarak hizmet veriyor. Tarihe meraklıysanız, dünyanın en eski taş yapılarını, MÖ 3600 ile 2500 arasında yapılan megalitik tapınakları Malta ve Gozo’da görebilirsiniz. Aziz Yahya’ya adanan St John’s Katedrali ve Caravaggio’nun ‘Vaftizci Yahya’nın Başlangıcı’ eserine ev sahipliği yapan müze ise Valletta’nın tam göbeğinde. Grand Master’s Palace (Üstad-ı Azam Sarayı) turistlerin ilgisini çeken bir diğer yapı. Republic (Cumhuriyet) Caddesi’ndeki yapıda bugün Cumhurbaşkanlığı Ofisi ve Parlamento var. Binanın içinde ‘Büyük Kuşatma’yı gösteren bir fresk bulunuyor.
Valletta yakınlarındaki Sliema varlıklı adalıların oturduğu gözde bir muhit, devamında ise turistlerin tekelindeki eğlence merkezleri St Julian’s, Paceville ve Bugibba yer alıyor. Adanın en gözde plajları Mellieha ve Paradise Bay biraz daha ileride.
Denizden uzakta, korunaklı bir kayalığa inşa edilen bir kaledeki Mdina Valletta kurulmadan önce adanın merkeziymiş, yaklaşık 3 bin yıllık tarihi var. Arnavutkaldırımı, dar ara sokaklar çok güzel. Kendinizi Marakeş gibi bir Afrika şehrinde hissederseniz şaşırmayın. Aristokrat ailelerin hâlâ yaşadığı evlerdeki kapı kollarına özellikle dikkat edin ve güzel manzaralı kafelerden birinde içkinizi yudumlayın.
Adada alışverişin adresi Valletta’daki Republic Caddesi. Etrafta bol miktarda seramik, dantel ve gümüş filigre göreceksiniz. Öğleyin siesta yapıyorlar, dükkânlar genelde 13.00-16.00 arası kapalı.
Malta mutfağında İtalyan lezzetlerini görmek mümkün. Etrafta bol miktarda pizza ve makarna servisi yapan yer var. Peynirli böreğe benzeyen pastizzi, peynirli ve yumurtalı makarna timpana ile baharatlı sığır etinden yapılan bragioli adanın spesiyaliteleri arasında. Hop Leaf ise yerel biraları.
NAPOLİ / İTALYA
Vezüv kadar ateşli Akdeniz kadar neşeli
Dünyanın en fazla turist çeken şehirlerinden. Türkiye’yi hatırlatan manzaralarla dolu. Mahalle aralarında ipe dizilmiş çamaşırlar, kaderine terk edilmiş binalar, evlerden ziyade sokaklara taşmış yaşam... Napoliten şarkılar... Akdenizli rahatlığı hemen göze çarpıyor.
17’nci yüzyılda yapılan Kraliyet Sarayı, Bourbon dönemine ait mobilyaları, tabloları ve heykelleriyle öne çıkıyor. Sahile uzanan Belediye Meydanı’nın üzerindeki görkemli Castel Nuovo, 1282’de yapılmış. 15’inci yüzyılda Aragonlar tarafından yeniden inşa edilmiş. ‘Yeni Kale’nin girişindeki zafer takı türünün en güzel örneklerinden. Müzesinin 14 - 19’uncu yüzyıl heykel, mozaik, tablo koleksiyonu göz alıcı. San Carlo, İtalya’nın en büyük opera binası. 1727’de yapılmış. Napolitan müzik hayatın merkezi haline gelmiş hemen. Halk “Milano’da La Scala varsa, bizde de San Carlo var” diye övünüyor, haklılar da. Hafta sonu 14.00-16.00 arası rehberle geziliyor.
Via Toledo’nun devamındaki Milli Arkeoloji Müzesi, Roma şehirleri Pompei ve Herculaneum’dan, Lazio, Campania antik kentinden objeler sergileniyor.
Palazzo di Capodimonte’de Rönesans dönemine ait muhteşem tabloları görebilirsiniz. Fünikülerle çıkacağınız Castel Sant’Elmo’nun panoramik manzarası çok güzel. Kentin Toledo ve Vomero caddeleri lüks alışverişin merkezi.
PORTOFINO / İTALYA
Aşkınız tazelensin
Bayram tatili aşkınızı tazelemek veya daha da kuvvetlendirmek için bulunmaz bir fırsat olabilir. Bunun için size önereceğim yer ‘aşkın limanı’ Portofino olacak. Cenova’nın bu küçük ve güzel köyünün adını duyar duymaz aklıma hemen, “I found my love in Portofino - Aşkımı Portofino’da Buldum...” şarkısı gelir. Bence aşk şarkılarının en güzelidir.
Oraya gitmek için İtalya Alpleri’ni aşmış, çok virajlı ve tünelli yoldan geçip önce Cenova’da konaklamıştım. 50 kilometre daha gidince, San Margherita kasabasına gelmiştim. Akşam yemeği için deniz kıyısında, küçük bir lokantaya gitmiştim. Burada da tüm İtalyan lokantalarında olduğu gibi etrafa fesleğen, sarmısak ve zeytinyağı kokusu sinmişti. Yaşlıca bir müzisyen, bir köşede napoliten çalıyordu. Yemek için önden Pesto Genovese, ikinci yemek olarak peynirli patlıcan istemiştim. Yanında leziz kırmızı şaraplar içip, geceyi yine grappa ile noktalamıştık.
Ertesi sabah erkenden Portofino’ya doğru yola çıkmıştım. Motorla gitmek yerine, kumsalı izleyen beş kilometrelik yolu yürümeyi tercih etmiştik... Bir tarafı deniz bir tarafı yeşillik tepeydi. Kıyıdaki çakıllı kumsalda, yazı erken getirmiş dilberler, muhteşem vücutlarıyla sereserpe uzanmıştı. Yürürken kendimi “I found my love in Portofino” dizesini mırıldanırken yakalamıştım. Bu yakalayış beni, başımda kavak yellerinin estiği gençlik yıllarıma götürmüştü.
Portofino şarkısını, 60’lı yılların sonuna doğru ilk kez, Sezen Cumhur Önal’ın ‘Plaklar Arasında’ programında dinlemiştim. Şarkıdaki dalga seslerini duyunca, Portofino’yu bir tepenin üstünde düşlemiştim. Halbuki bu küçük köy, denizin kıyısındaydı.
Ünlü Portofino, bir koyun etrafına sıralanmış, rengârenk evlerden oluşuyordu. Bir kahveye oturup, soğuk bira eşliğinde çevreyi seyretmeye dalmıştım. Portofino, diğer küçük koylara benziyordu. Assos, Sığacık, Turunç, Gümüşlük, Bitez gibi. Bütün koylarda hava nedense buram buram aşk kokardı. Ara sokaklarında ne aradığımızı bilmeden, akşama kadar dolaşıp durmuştum. Akşam yemeği için iskelenin üstündeki bir lokantaya gitmiştim. San Margherita’ya dönemeden önce elime bir kadeh armanyak alıp, koya bakarak son kez “I found my love in Portofino” dizelerini mırıldanmıştım.
Sevdiğinizle birlikte bayramda böyle bir geziye ne dersiniz?
SELANİK / YUNANİSTAN
Komşu sizi bekliyor
Yunanistan’daki ekonomik kriz gözünüzü korkutmasın. Onların pek aldırış ettiği yok. Hayat devam ediyor. Üstelik yeme, içme ve eğlence özellikle şu sıralar çok ucuz. Bayram tatilini Selanik’te geçirirseniz, hiç pişman olmazsınız.
Ben genellikle kara yoluyla giderim. Önce Dedeağaç’ta yemek molası veririm. Bir sahil kentinin tüm özelliklerini sergiler.
Her seferinde aynı lokantada yemek yerim. Masam hep aynı mezelerle donanır: Cacık, pilaki, kalamar dolması, hurma zeytini, barbunya tava, fava, kum midyesi, koca bir peynir dilimli çoban salatası, ızgara mayıs balığı, Girit’in ünlü rakı mezesi Vrehtokukia (suda bekletilmiş çiğ bakla), ekmek banmak için Girit zeytinyağı. Otomobil kullanacağım için uzoyu kararında içerim. Selanik’e vardığımda karanlık basmış olur.
Bütün Akdeniz’de olduğu gibi Selanik’e de gece geç gelir. Akşam yemeği için 22.00’den önce masaya oturulmaz. Onun için önce caddeleri arşınlarım. Deniz kıyısına gidince tanıdık gelmeye başlar. Kendinizi İzmir’deymiş gibi hissedersiniz. Lokantalar dolmaya başlayınca bir masaya oturup, mezelere uzoyu eşlik ederim. Neşeli kalabalıkları seyrederek günü bitiririm. Hâlâ halim kalmışsa bir tavernada Buziki dinlemeye giderim.
Ertesi gün erkenden soluğu kordonda alırım. Gecenin karanlığı yerini sabah pusuna bırakmıştır. Kahveler henüz ayılmamıştır. Aheste adımlarla Beyaz Kule’ye kadar yürürüm.
Kuleden sonra, kentin sırtlarını çevreleyen surlara çıkıp çevredeki Osmanlı’nın izlerini ararım. Birkaç restore edilmiş cumbalı ev dışında pek bir şey bulamam. Halbuki 1900’lü yılların başında buraların Türk mahallesi olduğunu bilirim.
Surların olduğu yerden Selanik, denize doğru açılan bir istiridyeyi andırır. Dar sokaklardan tekrar aşağıya inerim. Türk Konsolosluğu’nun bahçesindeki Atatürk’ün doğduğu eve uğrarım. Daha sonra evin tam karşısındaki Büyükada Kahvesi’nde sade Türk kahvesiyle soluğumu toparlarım.
Çarşıda Yunanlılarla ne kadar benzeştiğimizi bir kez daha görürüm. Seyyar satıcılarından manavlara, dükkânlardan sakatat satan kasaplara kadar bildik görüntülerin arasında dolaşıp dururum. Selanik bayram tatili için en yakın, en ucuz, en keyifli adreslerin başında gelir. Aklınızda bulunsun.
VANCOUVER / KANADA
Yaşanası şehirler listesinin gediklisi
Dünyanın en gözde şehirlerinden. Yağmuru Londra’yı, gökdelenleri New York’u hatırlatıyor. İşin ilginç yanı Vancouver’a gidip kendini yabancı hisseden yok, sokaklarda her dil konuşuluyor, farklı kültürler temsil ediliyor. Japon kültürünün ağırlıklı olarak hissedildiği Aberdeen bunlardan sadece biri. Şehirde Çin Mahallesi (Chinatown) ve Budist tapınağının olduğu bölge farklı kültürlerin kaynaşma noktaları arasında. Vancouver dünyada her sene seçilen ‘yeryüzünde yaşanabilir şehirler’ sıralamasında hep ilk üçte.
Gidenlerin hemfikir olduğu bir konu var: Çevresindeki doğa şehrin kendisinden güzel. O yüzden ne yapın edin bu doğanın tadını çıkarın. Kanada’nın ilk akvaryumunun bulunduğu Stanley Park ve Vancouver Capilano Suspension Park doğa aktiviteleriyle leziz yemekleri bir arada sunuyor. Yeşilin ve mavinin tadını çıkarın. Granville aslında bir yarımada. Halk pazarları ve sanat etkinlikleriyle ünlü. Tekne turu ve sokak festivalleri seçenekleriniz arasında. Ve tabii ki alışveriş, her zevke, her bütçeye göre bir şeyler bulabileceğiniz adada dolaşırken deniz kıyısındaki kafelerden birinde soluklanabilirsiniz.
Dr. Sun Yat Sen Klasik Çin Bahçesi 1986’da açılmış. Tüm Çin bahçeleri gibi bir felsefe aktarıyor. Feng Shui ve Tao öğretileriyle güzelliğe, huzura ve bilgeliğe selam gönderen bahçede Çin çayı içmeyi unutmayın. Doğa ilgi alanınızdaysa 13 hektara yayılan ve farklı temaların işlendiği 12 bölümlü Minter Bahçeleri de sizi mutlu edecek. Çiçekler ve renklerin dans ettiği şehirde kayda değer parklar da var: Butchard Bahçeleri, Bloedel Çiçek Bahçesi, Van Dusen Botanik Bahçesi.
Şehrin gözdelerinden biri 64 yıllık Antropoloji Müzesi. Koleksiyonunda 600 bin kadar etnografik, arkeolojik obje var. Bilim ilgi alanınızdaysa kimi çalışmaların uygulamalı olarak gösterildiği Telus Bilim Dünyası tam size göre. Burnaby Müze ve Eğlence Köyü’nde ise 19’uncu yüzyıl sonu ve 20’nci yüzyıl başındaki ilk çeyrek arasındaki dönemi yansıtılıyor.
Şehre 2 saat uzaklıktaki Whistler Kayak Merkezi ise 2010 Kış Olimpiyatları’na da ev sahipliği yapmış. Dünyanın en iyi off road ve kayak merkezleri arasında.
SANTIAGO DE COMPOSTELA / İSPANYA
Azizler, aşçılar ve müritlerin buluşma noktası
2000’de Avrupa’nın 9 Kültür Başkenti’nden biriydi. Adı Türkiye’den direkt uçuşların başlamasıyla gündeme geldi. Şehir tam tarihe dokunmak, keşfetmek ve midesine düşkünlere göre. İspanya’nın Galiçya bölgesinin başkenti ama İspanyollar ‘bir büyük köy’ diyorlar ve bozulmadan öyle kalması için ellerinden geleni yapıyorlar. İki bölgeden oluşuyor: Tarihi Bölge (Zona Vella) ve Yeni Şehir (Zona Nova). 1985’te Zona Vella’yı listesine almış UNESCO, gördüğünüzde hak vereceksiniz. Kiliseleri, müzeleri ve gezerken kaybolmaktan mutluluk duyacağınız daracık sokaklarıyla bir açık hava müzesi adeta. Otantik kafe ve restoranları da cabası...
Şehrin simgesi ise muhteşem Katedral (www.catedraldesantiago.es). Romanesk, gotik ve barok özellikleri bir arada taşıyan yapı bir inanışa göre Aziz James’in de gömüldüğü yer. 11’inci yüzyılda yapımına başlanan katedralin müzesi de ilginizi çekebilir. Katedrali ziyaret ettikten sonra çatısının size sunduğu harika manzarayı kaçırmayın derim. Hemen yanındaki görkemli Gelmirez Sarayı başpiskopos için 12’nci yüzyılda inşa edilmiş. Biraz yeşil alanda nefes almak isterseniz festivallerin düzenlendiği Alameda Parkı seçeneklerden sadece biri.
Alışverişte ünlü markaları arıyorsanaz Yeni Şehir’e, özgün mağazalar için tarihi bölgeye gitmelisiniz. Yerel ürünler, modern yorumlarla Abastos Pazarı’nda (www.mercadodeabastosdesantiago.com). Ruo do Franco adını katedrale gelen Fransız hacılardan alıyor. Yol sizi bugün şehrin en canlı semtlerinden Obradoiro Meydanı’na ulaştırıyor. Hem Franco hem de komşusu Reina Caddeleri zengin şarap mönüleriyle ünlü Galiçya mutfağından örnekler sunan restoranlarla dolu. Buralara kadar gelmişken Galiçya mutfağının ana malzemelerinden olan deniz ürünlerini, özellikle de ahtapot çeşitlemelerini denemenizi öneririm. Kaybolduğunuz labirent sokaklardaki küçük restoranlarda çok lezzetli seçenekler bulabilirsiniz. Üstelik fiyatlar daha makul.
BORDEAUX / FRANSA
Bağbozumunda damağınızı ödüllendirin
Bordeaux bölgesi şimdi bir telaşlıdır ki sormayın. Sebep ‘bağ bozumu’. Üzümler toplanıyor, şaraphanelerde şişelere dolmak için şekilden şekile giriyorlar.
Bordeux’daki otelim, kentin önemli caddelerinden L’Intendance Bulvarı’na açılan dar sokaklardan birindeydi. İki günün bu güzelim kenti yeterince gezmeye yetmeyeceğini biliyordum. Onun için fazla koşuşturmadım. Eğer giderseniz size de öneririm...
Geziye L’Intendance Bul-varı’nın üstündeki 57 numaralı evin önünden başladım. Burası ünlü ressam Goya’nın 1828’de öldüğü evdi. Daha sonra Büyük Tiyatro’nun önündeki kahvelerin gölgesine sığınıp, geleni geçeni seyrettim. Sainte Catherine Caddesi’ni boydan boya geçip, Victoire Meydanı’ndaki pazar yerine gittim. Alsace-Lorraine Bulvarı’nda, St. Pierre Meydanı’nda, Comedie Meydanı’nda aylaklık ettim. Garonne Nehri’nin kıyısında sere serpe gezinenlerle birlikte yürüdüm.
Bu aylaklıklarım sırasında ayaklarıma inen karasuların öfkesini dindirebilmek için sık sık kahvelere sığındım. Buralarda kendime soğuk Lillet ısmarladım. Garsonlara sorup öğrendim ki; bu içki 10 değişik meyve, tatlı portakal kabuğu, biraz kinin, biraz konyak ve Cabarnet Sauvignon şarabı ile yapılıp, fıçılarda dinlendiriliyormuş. Bu muhteşem içkinin iki bardağı, hem serinletiyor hem de tatlı bir boş vermişliğe itiyordu.
En çok hoşuma giden mekânlardan biri de Mollat Kitabevi oldu. Her ne kadar burada satılan kitapların dilini anlamasam da onlara dokunmak, koklamak hoşuma gidiyordu. Gördüğüm en büyük kitaplıklardandı. Aslında bu büyüklük bazen ürkütücü oluyordu. Bu gelişimde Bordeaux’nun keyfini çıkardım. Eğer vaktiniz kalırsa kentin çevresindeki bağları gezmenizi öneririm. Bu bağlarda yetişen üzümlerden dünyanın en lezzetli ve en ünlü şarapları üretilir. Bağlara giden yola saptığınızda tabelaların işaret ettiği yöreler kulağınıza hiç de yabancı gelmeyecek: St. Estephe, Pauillac, St. Julien, Listrac, Moulis... Hele hele şatoların yollarını gösteren tabelaları okudukça heyecanlanacaksınız. Çünkü bu şatoların bağlarında dünyanın en lezzetli şarapları üretilir: Şato Margaux, Şato Palmer, Şato Lagrange, Şato Mouton-Rothschild, Şato Latour... Bu şatolara uğrayıp tadım yapabilirsiniz. Sözün özüne gelirsek, bu bayram tatilinde damağını ödüllendirmek isteyenlere Bordeaux’yu öneriyorum.
RIOJA / İSPANYA
Baş döndüren lezzetler
Bazı geziler vardır ki, mevsiminde yapılırsa çok keyifli olur. İspanya’nın Rioja bölgesini gezmek için en doğru zamanlardan biri de ağustostur. Bölge buram buram şarap kokmaya başlar, bağlarda tatlı bir telaş kendini gösterir, şen kahkahalar gökyüzünde uçuşur.
Rioja’yı gezerken şaraplar kadar mimarların da kalite yarıştırdığını fark edersiniz. Bağların bir köşesindeki bodega’lar (şaraphaneler), estetik açıdan hayranlık uyandıracak görüntüdedir. Bağ sahipleri binalar için hiçbir masraftan kaçınmamıştır. Bu modern bodega’lar, eteklerinde kuruldukları 14. ve 15. yüzyıldan kalma tarihi kasabaların kalıntıları, tarihi çan kuleleri, kale duvarları ile çok hoş bir tezat oluşturur.
Bölgedeki gezimde en çok etkilendiğim bodega, Elciego’daki 150 yıllık Marques De Riscal oldu. Tarihi binalar olduğu gibi korunmuş, içleri modern ekipmanla donanmıştı. Şaraphanenin bitişiğinde fantastik bir otel vardı. Binayı Bilbao’daki ünlü Guggenheim Müzesi’nin mimarı Frank O. Gehry çizmişti. Zaman ötesi otelin dış cephesinde taş ve titanyum kullanılmıştı. Binanın dış yüzünü sarmalayan pembe, altın sarısı ve gümüşi renkteki kanatları, üzüm salkımlarını kızgın güneşe karşı gölgesinde saklayan yapraklara benzettim.
Bağ ve şaraphane gezilerinden arta kalan zamanımı, tepelerin zirvesindeki tarihi kasabalarda geçirdim. Bunlardan beni en çok etkileyenler Viana ve La Guardia oldu. Daracık sokakları, eski taş evleri, kırmızı çarliston biber kurutulan pencereleri, küçük balkonları süsleyen sardunyaları ve evlerin arasına gerilmiş iplerin üstünde rüzgârla oynaşan rengârenk çamaşırları ile insanı sımsıcak kucaklayan kasabalardı.
Rioja’daki şarap turu bitince kuzeye, Biskay Körfezi’ndeki San Sebastian kentine yöneldim. Avrupa’nın lezzet merkezi San Sebastian’ı önce bir tepeden gördüm. Deniz kabuğu şeklindeki limanın kıyısına sıralanan birbirinden şık evler insanı hoş düşler kurmaya itiyordu.
Daha sonra Bask’ın en büyük kentlerinden Bilbao’ya gittim. Bir tepeden bakınca kentin dağlarla sarıldığını, bunların okyanustan gelen bulutları hapsettiğini, onun için yağmurun hiç eksik olmadığını, bütün dar sokakların Nervio Nehri’nin kıyılarına açıldığını gördüm. Böylesine önemli kenti tanımaya yarım günün yetmeyeceğini bildiğim için, vaktimin çoğunu kentin kültür mücevheri Guggenheim Müzesi’nin salonlarında geçirdim.
Jamonsuz olmaz
İspanya ve özellikle Bask bölgesi denince aklıma hemen Jamon (Hamon) gelir. İspanyolların gururudur ve onlara göre dünyada ondan daha lezzetli bir şey yoktur. Rioja’nın bir diğer vazgeçilmez yemeği de sosis ve domuz etiyle pişirilen kuru fasulyedir. Bu yemekte kullanılan La Granja türünün, dünyanın en lezzetli fasulyesi olduğu ileri sürülür. Tüm İspanya’da olduğu gibi burada da Pinços (tapas) denen, küçük sandviçlerle yapılan mezeler de yemek tercihlerinin başında yer alır. Birçok çeşit peyniri vardır ama benim favorim her seferinde yıllanmış Mançego olmuştur. Eğer bayram tatilinde kısa bir kaçamak yapmak isterseniz, tüm Rioja’nın bu mevsimde çok keyifli olduğunu belirtirim.
LİZBON / PORTEKİZ
Gezgini kışkırtan kâşif
Kısa bayram tatili için en lezzetli ve heyecanlı adreslerden biri de Portekiz’in başkenti. Lizbon hem küçük hem güzel hem de lezzetli lokantalarla dolu. Bütün caddeleri ya Baxia’daki meydanlara ya da ırmağın kıyısındaki Praço do Comercio’ya açılır. Baixa’nın en büyük meydanlarından biri olan Rossio’da, bütün Portekiz’i görmek mümkündür. Dilenciler, kestane kebapçılar, işsizler, ayakkabı boyacıları, boş boş gezenler, turistler...
Tıpkı İstanbul gibi 7 tepenin üstüne kurulmuştur. Onun için kenti keşfetmek biraz yorar insanı. Merdivenler, yokuşlar, yine merdivenler. Mutlaka görmeniz gereken yerlerden biri, ünlü şair Fernando Pessoa’nın Chiado semtindeki kahvesidir. ‘A Brasileira Do Chiado’ adlı kahvede Lizbon’un entelektüel yüzüne rastlayacaksınız.
Lizbon’nun en güzel semtlerinden biri de, Baixa’ya tepeden bakan ve tarihi 16’ncı yüzyıla dayanan Bairro Alto’dur. Kaldırım taşlarıyla kaplı sokakları, iki insanın kol kola yürümekte zorlanacağı kadar dardır. Evlerin çoğu eskidir. Seramik kaplamaları dökülmüş duvarlara yazılar yazılmıştır. Balkonlarda rengârenk çamaşırlar, okyanustan gelen rüzgârla oynaşır. Her evin altında küçük bir işyeri vardır. Bunlar ya bir bakkal ya bir butik, hediyelik eşya satan dükkân, kahve, bar, fado kulübü veya 3-5 masalı küçük bir lokantadır. Aslında kentin en önemli lokantaları buradadır.
Baixa’ya yukarıdan bakan bir başka tepede de Alfama semti yer alır. Tepenin zirvesindeki Saint George kalesinin burçlarından Lizbon’un büyük bir bölümünü görmek mümkündür.
Kentin en büyük meydanlarından biri olan Praça do Comercio’daki asırlık kahve Martinho do Arcado’da bir yorgunluk kahvesi içebilirsiniz.
Daha sonra Tajo Irmağı’na yaslanan Belem semtine gitmenizi öneririm. Kentin, belki de dünyanın en önemli semtlerinden biriydi. Çünkü dünyanın birçok yeri, bu limandan yola çıkan cesur denizciler tarafından bulunmuştur. ‘Keşifler Anıtı’ da buradadır.
Lizbon’un, kâşifleri, sokakları, meydanları kadar anlatılması gerekli bir başka değeri de fado’dur. Kimine göre fado, sevgililerini veya eşlerini denize uğurlayan kadınların, onların geri dönmemesi üzerine rıhtımda, denize karşı yaktıkları ağıttır. Gecenin ilerleyen saatlerinde kah Chiado’nun, kâh Bairro Alto’nun kâh Alfama’nın daracık, geçmişten gelen sokaklarındaki fado kulüplerinde, kayıp denizcilerin ruhlarıyla birlikte, fado sanatçılarına kadeh kaldırmaktan çok hoşlanacağınızdan emin olabilirsiniz.
Portekiz mutfağı, bence dünyanın en lezzetli ve çeşidi bol mutfaklarının başında yer alır. Restoranların çoğu küçük aile işletmeleridir. Tarifler kuşaktan kuşağa geçer. En lezzetli restoranlar Chiado ve Bairro Alto’nun daracık sokaklarındadır. Tüm bu güzellikler, bayram tatilinizi Lizbon’da geçirmeniz için sizi ikna etmeye yeterlidir sanırım.