Faruk Bildirici
Son Güncelleme:
Sekiz günde otobüsle Küba
Varadero Havaalanı’na birbiri ardına uçaklar iniyordu. Dünyanın farklı köşelerinden bunca insanı Küba’ya çeken sadece deniz ve güneş turizmi değildi. Belki de romantik devrimci Ché Guevera efsanesinin büyülü davetiydi insanları asıl etkileyen. ABD’nin türlü ambargosuna rağmen ayakta durmaya çalışan sosyalizmin son kalesini merak ediyorlardı.
Küba da kapılarını sonuna dek açmıştı. Eski Doğu Bloku ülkelerini andıran gri, soğuk ve esrarengiz tek bir kare bile göze batmıyordu ülkede. Ne bir polis dikkati çekiyordu caddelerde ne de bir asker. Yollardaki eski kontrol noktaları da terk edilmişti. Turistleri karşılayan Küba, gizlisi saklısı olmayan, her köşesi güvenlik içinde gezilebilen bir müzik, dans, rom ve puro ülkesiydi.
Holland International’ın organize ettiği Sekiz günde otobüsle “Cuba Libre” (Özgür Küba) gezisi sırasında sekiz kenti dolaştık. ABD’nin özel hukuk (!) kuralları uyguladığı Guantanamo kampının da bulunduğu doğu bölgesi hariç, adanın büyük bölümüne ayak bastık. Dokuzu Hollandalı beşi Türk, 14 kişilik bir gruptuk. Her günü ayrı bir görsel şenlik olan sekiz günlük gezi sırasında yaşadıklarımızı anlatmaya en başından başlayalım...
1.GÜN: TURİSTLERE ÖZEL PARA
Varadero Havaalanı’nda bizi, sekiz gün boyunca ikinci evimize dönüşecek otobüsümüz bekliyordu. Eşyalarımızı otobüse yerleştirdikten sonra ilk işimiz bankaya uğramak oldu. Orada bizi küçük bir sürpriz bekliyordu. Peso değil, sadece turistlerin kullanımı için çıkarılan “konvertibl perso”alabildik. Hayli değerli bu para biriminin kullanılmasının, bazı Kübalılara gelir kapısı olduğunu sonradan anlayacaktık (1 CUC = 0,89 dolar cent). Che Guevera’nın resmi olan yerel pesoları yabancılara değerinin birkaç katı fiyatla satıyorlardı.
2.GÜN: ANTİKA ARABALAR TABLONUN PARÇASI
İkinci gün uğradığımız ilk yer, daha çok birer anıta benzeyen mezarlarla dolu şehir mezarlığıydı. Oradan sonra eski Havana’yı dolaştık. 1959’daki devrim sonrasında bakımsız kalan o dönemin görkemli binaları yıkık döküktü. UNESCO’nun girişimiyle restore edilen az sayıdaki bina ise gelenlere gülümsüyordu.
Küba’nın bağımsızlık mücadelesinin öncüsü José Marti’nin dev anıtının bulunduğu, Castro’nun ünlü konuşmalarını yaptığı dev meydan, turistler ve antika araçlara kalmıştı. Turistler, eski model Chevrolet, İmpala otomobiller ve Che’nin dev portresinin bulunduğu bakanlık önünde fotoğraf çektiriyorlardı. Havana turumuzun sonraki durakları, bağımsızlık müzesi ve likör fabrikasıydı. Hemingway’in uğrak yeri olan barlara turistler büyük ilgi gösteriyordu. Barlarda boş tek bir masa bile yoktu. Gezi sırasında bir kavurucu sıcak, bir de sık sık “Uno CUC” diyerek para isteyen ya da bir şeyler satmaya çalışanlar rahatsız ediyordu. Bu ikisi dışında büyüleyici bir kentti Havana.
3.GÜN: YERALTI NEHRİNDE BOTLA GEZİ
Küba gezilerinin klasiği haline gelen rom ve puro fabrikalarını dolaştıktan sonra asıl durağımız olan Vinales vadisine geldik. Paleontolojik dönemin izlerini taşıyan vadiye, seyir terasından bakmakla yetinmeyip, derinlerine indik. Işıklandırılmış mağarada 100 metre kadar ilerledikten sonra bizi bir sürpriz bekliyordu; bir yeraltı nehri ve botlar. İnanılmaz bir deneyimdi. Kısa bir bot turundan sonra nehirle birlikte yeniden günışığına çıktık.
4.GÜN: DOMUZLAR KÖRFEZİ’NDE MOLA
Montemar Ulusal parkındaki timsah çiftliği, timsah türleri açısından hayli zengindi. İsteyenlerin ağzı kalın iple bağlı küçük bir timsahı ellerine hatta omuzuna alarak fotoğraf çektirebilmesi günün süpriziydi. Timsah fotoğraflarının ardından suların yüzeyini kaplayan nilüferleri de anı dağarcığımıza kattık. Öğle molamız, ABD’nin başarısız çıkarma girişimine sahne olan Domuzlar Körfezi’ndeydi. Yemek sonrasında pırıl pırıl Karayibler denizinde yüzdük. Okyanus mavisi değil, turkuvazdı denizin rengi.
5.GÜN: HER MÜZİK GRUBUNUN CD’Sİ VAR
Bir sahil kenti olan Cienfuegos’dan sonra İspanyol dönemi binalarıyla ünlü Trinidad’ı dolaştık. “Romantik Müze”, şehrin en etkileyici mekanıydı. Sıcaktan kaçıp soluklanmak için uğradığımız küçük barda, yine yerel bir müzik grubu karşıladı bizi. Elbette favorileri Comandante Che Guevara (Hasta Siempre), Guantanamera ve Yolanda’ydı. Çok geçmeden gruptaki saksofoncu bir elinde kendi CD’leri, bir elinde çanak para toplamaya başladı. Artık bu manzaraya alışmıştık, gittiğimiz her restoranda, her barda mutlaka bir müzik grubu çalıyordu. Her grubun da mutlaka amatörce doldurulmuş bir CD’si oluyordu.
6.GÜN: TROPİK ORMANDA GEZİNTİ
Üçüncü otelimiz Escambray dağındaydı. Hemen her gün, özellikle de akşam saatlerinde yağan tropik yağmurlar, dağdaki kayaların bile üzerini bitkilerle bezemişti. Bitkilerin oluşturduğu koku harmonisi baş döndürüyordu. Bu kokuların çok daha sarsıcı olanlarını “Guanayara Ulusal parkı” adı verilen tropik ormanda dolaşırken duyduk. Ormanı gezdiren rehberimiz, hem ormanın uzmanıydı, hem de bitkilerin. Tek tek tanıttı ağaçları, çiçekleri. En şaşırtıcı olan ise kuşkusuz, günde 15 cm. uzayan dev bambulardı. Ormanda saatler süren yürüyüşün ardından yolumuz bir kır lokantasına düştü. Yine bir tavuk kızartmasıydı ana yemek. Ne yazık ki, gezinin en zayıf yanının da Küba mutfağı olduğunu söyleyebilirim. Bir dağ restoranında sunulan müthiş lezzetli kırmızı fasulye ile Karayibler’in kıyısında yediğimiz özel soslu balık dışında iz bırakan yemeklerle karşılaşmadık.
7.GÜN: CHE GUEVERA’NIN MEZARI VE MÜZESİ
Che Guevera’nın kenti Santa Clara, diğer kentlere göre daha bakımlıydı. Guevera’nın savaş sırasında buldozerle rayları söküp devirdiği Batista kuvvetlerine destek treni, devrim anıtı haline getirilmişti. Che’nin, 30 yıl süren uzun girişimlerin ardından Küba’ya getirilen cenazesinin bulunduğu anıt mezar, bir tepeye kurulmuştu. Dev bir kaidenin üzerine yerleştirilen Guevera, kente tepeden bakıyordu.
8.GÜN DÖNÜŞ: VARADERO HAVAALANI
İlk ve son durağımız olan Varadero Havaalanına vardığımızda küçücük adada, tam 1300 kilometrelik bir yolculuğu geride bırakmıştık. Yorgun ama keyifliydik.
Rom ve kokteyller ülkesi
Küba’nın ulusal içkisi rom. Şeker kamışı özünden yapılıyor. O kadar vazgeçilmez ki, çoğu Kübalı’nın her ay maaşını aldığında ilk yaptığı iş, gidip bir şişe rom almak. Romun en önemli özelliği, kokteyllere uygun bir içki olması. Bu da Küba’yı kokteyller ülkesi haline getirmiş. Ünlü yazar Ernest Hemingway’in dünyaya tanıttığı Küba kokteyllerinin en yaygını, kuşkusuz mojito. Rom, soda, seker ve naneden yapılıyor. Bazı barlarda şeker yerine şeker kamışı da kullanılıyor. Bir diğer Küba kokteyli olan Cuba libre (Özgür Küba) ise kola ve rom karışımı. En yaygın kokteyllerden biri de ananas suyu, hindistancevizi kreması ve rom karıştırılarak yapılan pina colada. Ayrıca daiquiri, Cuba bella, bello monte, Cubanito, mulata, el presidente gibi kokteyller de mevcut.
Sarı gömleklilerin gözetiminde otostop
Varadero Havaalanı’ndan Havana’ya doğru yola çıktığımız anda ilk dikkatimizi çeken, yol boyunca öbek öbek bekleşen otostopçular oluyor. Ertesi gun bu görüntü hızla sıradanlaşıyor. Çünkü sekiz günlük Küba gezimiz boyunca gittiğimiz hemen her yerde genç yaşlı her kuşaktan Kübalıyı otostop yapmak için yollarda bekleşirken görüyoruz. İkinci şeride kadar geçip yolu ortalayan kimi otostopçular ellerindeki pesoları gösteriyorlar ve otobüsümüzün kendilerini almamasına şaşakalıyorlar.
Bu şaşkınlığın nedenini rehberimiz Tania Santovenia’dan öğrendik: “Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Küba’nın ulaşım sistemi de çöktü. Birçok alanda olduğu gibi ulaşımda da kendi başımıza ayakta kalmayı öğrendik. Mavi plakalı bütün kamu araçlarının duraklarda bekleyenleri alması zorunlu hale getirildi. Taşıma ücretlerini de oralarda bekleyen sarı gömlekliler topluyor. Başka bir deyişle sarı gömlekliler nerede duruyorsa orası durak oluyor. Özel araçların yolcu almasında zorunluluk yok. Ama onlar da bekleşenleri araçlarına almayı alışkanlık haline getirdi.’’
Holland International’ın organize ettiği Sekiz günde otobüsle “Cuba Libre” (Özgür Küba) gezisi sırasında sekiz kenti dolaştık. ABD’nin özel hukuk (!) kuralları uyguladığı Guantanamo kampının da bulunduğu doğu bölgesi hariç, adanın büyük bölümüne ayak bastık. Dokuzu Hollandalı beşi Türk, 14 kişilik bir gruptuk. Her günü ayrı bir görsel şenlik olan sekiz günlük gezi sırasında yaşadıklarımızı anlatmaya en başından başlayalım...
1.GÜN: TURİSTLERE ÖZEL PARA
Varadero Havaalanı’nda bizi, sekiz gün boyunca ikinci evimize dönüşecek otobüsümüz bekliyordu. Eşyalarımızı otobüse yerleştirdikten sonra ilk işimiz bankaya uğramak oldu. Orada bizi küçük bir sürpriz bekliyordu. Peso değil, sadece turistlerin kullanımı için çıkarılan “konvertibl perso”alabildik. Hayli değerli bu para biriminin kullanılmasının, bazı Kübalılara gelir kapısı olduğunu sonradan anlayacaktık (1 CUC = 0,89 dolar cent). Che Guevera’nın resmi olan yerel pesoları yabancılara değerinin birkaç katı fiyatla satıyorlardı.
2.GÜN: ANTİKA ARABALAR TABLONUN PARÇASI
İkinci gün uğradığımız ilk yer, daha çok birer anıta benzeyen mezarlarla dolu şehir mezarlığıydı. Oradan sonra eski Havana’yı dolaştık. 1959’daki devrim sonrasında bakımsız kalan o dönemin görkemli binaları yıkık döküktü. UNESCO’nun girişimiyle restore edilen az sayıdaki bina ise gelenlere gülümsüyordu.
Küba’nın bağımsızlık mücadelesinin öncüsü José Marti’nin dev anıtının bulunduğu, Castro’nun ünlü konuşmalarını yaptığı dev meydan, turistler ve antika araçlara kalmıştı. Turistler, eski model Chevrolet, İmpala otomobiller ve Che’nin dev portresinin bulunduğu bakanlık önünde fotoğraf çektiriyorlardı. Havana turumuzun sonraki durakları, bağımsızlık müzesi ve likör fabrikasıydı. Hemingway’in uğrak yeri olan barlara turistler büyük ilgi gösteriyordu. Barlarda boş tek bir masa bile yoktu. Gezi sırasında bir kavurucu sıcak, bir de sık sık “Uno CUC” diyerek para isteyen ya da bir şeyler satmaya çalışanlar rahatsız ediyordu. Bu ikisi dışında büyüleyici bir kentti Havana.
3.GÜN: YERALTI NEHRİNDE BOTLA GEZİ
Küba gezilerinin klasiği haline gelen rom ve puro fabrikalarını dolaştıktan sonra asıl durağımız olan Vinales vadisine geldik. Paleontolojik dönemin izlerini taşıyan vadiye, seyir terasından bakmakla yetinmeyip, derinlerine indik. Işıklandırılmış mağarada 100 metre kadar ilerledikten sonra bizi bir sürpriz bekliyordu; bir yeraltı nehri ve botlar. İnanılmaz bir deneyimdi. Kısa bir bot turundan sonra nehirle birlikte yeniden günışığına çıktık.
4.GÜN: DOMUZLAR KÖRFEZİ’NDE MOLA
Montemar Ulusal parkındaki timsah çiftliği, timsah türleri açısından hayli zengindi. İsteyenlerin ağzı kalın iple bağlı küçük bir timsahı ellerine hatta omuzuna alarak fotoğraf çektirebilmesi günün süpriziydi. Timsah fotoğraflarının ardından suların yüzeyini kaplayan nilüferleri de anı dağarcığımıza kattık. Öğle molamız, ABD’nin başarısız çıkarma girişimine sahne olan Domuzlar Körfezi’ndeydi. Yemek sonrasında pırıl pırıl Karayibler denizinde yüzdük. Okyanus mavisi değil, turkuvazdı denizin rengi.
5.GÜN: HER MÜZİK GRUBUNUN CD’Sİ VAR
Bir sahil kenti olan Cienfuegos’dan sonra İspanyol dönemi binalarıyla ünlü Trinidad’ı dolaştık. “Romantik Müze”, şehrin en etkileyici mekanıydı. Sıcaktan kaçıp soluklanmak için uğradığımız küçük barda, yine yerel bir müzik grubu karşıladı bizi. Elbette favorileri Comandante Che Guevara (Hasta Siempre), Guantanamera ve Yolanda’ydı. Çok geçmeden gruptaki saksofoncu bir elinde kendi CD’leri, bir elinde çanak para toplamaya başladı. Artık bu manzaraya alışmıştık, gittiğimiz her restoranda, her barda mutlaka bir müzik grubu çalıyordu. Her grubun da mutlaka amatörce doldurulmuş bir CD’si oluyordu.
6.GÜN: TROPİK ORMANDA GEZİNTİ
Üçüncü otelimiz Escambray dağındaydı. Hemen her gün, özellikle de akşam saatlerinde yağan tropik yağmurlar, dağdaki kayaların bile üzerini bitkilerle bezemişti. Bitkilerin oluşturduğu koku harmonisi baş döndürüyordu. Bu kokuların çok daha sarsıcı olanlarını “Guanayara Ulusal parkı” adı verilen tropik ormanda dolaşırken duyduk. Ormanı gezdiren rehberimiz, hem ormanın uzmanıydı, hem de bitkilerin. Tek tek tanıttı ağaçları, çiçekleri. En şaşırtıcı olan ise kuşkusuz, günde 15 cm. uzayan dev bambulardı. Ormanda saatler süren yürüyüşün ardından yolumuz bir kır lokantasına düştü. Yine bir tavuk kızartmasıydı ana yemek. Ne yazık ki, gezinin en zayıf yanının da Küba mutfağı olduğunu söyleyebilirim. Bir dağ restoranında sunulan müthiş lezzetli kırmızı fasulye ile Karayibler’in kıyısında yediğimiz özel soslu balık dışında iz bırakan yemeklerle karşılaşmadık.
7.GÜN: CHE GUEVERA’NIN MEZARI VE MÜZESİ
Che Guevera’nın kenti Santa Clara, diğer kentlere göre daha bakımlıydı. Guevera’nın savaş sırasında buldozerle rayları söküp devirdiği Batista kuvvetlerine destek treni, devrim anıtı haline getirilmişti. Che’nin, 30 yıl süren uzun girişimlerin ardından Küba’ya getirilen cenazesinin bulunduğu anıt mezar, bir tepeye kurulmuştu. Dev bir kaidenin üzerine yerleştirilen Guevera, kente tepeden bakıyordu.
8.GÜN DÖNÜŞ: VARADERO HAVAALANI
İlk ve son durağımız olan Varadero Havaalanına vardığımızda küçücük adada, tam 1300 kilometrelik bir yolculuğu geride bırakmıştık. Yorgun ama keyifliydik.
Rom ve kokteyller ülkesi
Küba’nın ulusal içkisi rom. Şeker kamışı özünden yapılıyor. O kadar vazgeçilmez ki, çoğu Kübalı’nın her ay maaşını aldığında ilk yaptığı iş, gidip bir şişe rom almak. Romun en önemli özelliği, kokteyllere uygun bir içki olması. Bu da Küba’yı kokteyller ülkesi haline getirmiş. Ünlü yazar Ernest Hemingway’in dünyaya tanıttığı Küba kokteyllerinin en yaygını, kuşkusuz mojito. Rom, soda, seker ve naneden yapılıyor. Bazı barlarda şeker yerine şeker kamışı da kullanılıyor. Bir diğer Küba kokteyli olan Cuba libre (Özgür Küba) ise kola ve rom karışımı. En yaygın kokteyllerden biri de ananas suyu, hindistancevizi kreması ve rom karıştırılarak yapılan pina colada. Ayrıca daiquiri, Cuba bella, bello monte, Cubanito, mulata, el presidente gibi kokteyller de mevcut.
Sarı gömleklilerin gözetiminde otostop
Varadero Havaalanı’ndan Havana’ya doğru yola çıktığımız anda ilk dikkatimizi çeken, yol boyunca öbek öbek bekleşen otostopçular oluyor. Ertesi gun bu görüntü hızla sıradanlaşıyor. Çünkü sekiz günlük Küba gezimiz boyunca gittiğimiz hemen her yerde genç yaşlı her kuşaktan Kübalıyı otostop yapmak için yollarda bekleşirken görüyoruz. İkinci şeride kadar geçip yolu ortalayan kimi otostopçular ellerindeki pesoları gösteriyorlar ve otobüsümüzün kendilerini almamasına şaşakalıyorlar.
Bu şaşkınlığın nedenini rehberimiz Tania Santovenia’dan öğrendik: “Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Küba’nın ulaşım sistemi de çöktü. Birçok alanda olduğu gibi ulaşımda da kendi başımıza ayakta kalmayı öğrendik. Mavi plakalı bütün kamu araçlarının duraklarda bekleyenleri alması zorunlu hale getirildi. Taşıma ücretlerini de oralarda bekleyen sarı gömlekliler topluyor. Başka bir deyişle sarı gömlekliler nerede duruyorsa orası durak oluyor. Özel araçların yolcu almasında zorunluluk yok. Ama onlar da bekleşenleri araçlarına almayı alışkanlık haline getirdi.’’