Mehmet YAŞİN
Son Güncelleme:
Şehirde kalanlar için aylaklık vakti
Bayram artık kaçmakla eşanlamlı oldu. Hele bayramın önüne ardına bağlanan günlerle tatil uzuyorsa, kentlerde kimsecikler kalmıyor. Ben tatili evde geçirmeyi sevenlerin arasında yer alıyorum. Tatil yerlerindeki itiş kakışı, yollardaki karmaşayı sevmediğim için bayramlarda kentte kalmak çok hoşuma gidiyor. Hele benim gibi İstanbul’da oturmak şansına sahipseniz, bayram tatili daha bir keyifli oluyor.
Sizi bilmem ama ben hafta arası koşuşturmaktan, yaşadığım kenti ve çevresini görmeye fırsat bulamıyorum. Ne yeni oluşan semtlerden haberdar olabiliyorum, ne değişimleri izleyebiliyorum, ne de eski sokaklarda dolaşıp anılarımı besleyebiliyorum. Veya yakın çevredeki cennet köşeleri bir yana bırakıyorum. Bu bayram tatilinde yine İstanbul’da olacağım ve her günü başka şekilde değerlendireceğim. Eğer Ankara’da, İzmir’de, Antalya’da ya da Adana’da otursaydım tatilimi nasıl geçirirdim, bunu da sizinle paylaşacağım. Sizlere günü birlik gezi önerilerinde bulunacağım. Bütün okurların Ramazan Bayramı’nı kutlarım.
İSTANBUL
TAKSİM - TÜNEL ARASI
Benim bayram tatilini sevmemin nedeni bir başkadır. Böyle günlerde koca kent bana kalır sanki. Sizlerin evde, işte olduğu günlerde dere tepe gezen ben, bayramlarda kentin dışına çıkmayı pek sevmem. Gidişteki ve dönüşteki trafik karmaşasına yüreğim pek dayanmaz.
Bir-iki çok yakınımla bayramlaştıktan sonra, kendimi çoktandır ihmal ettiğim sokaklara atarım. Uzun zamandan beri uğramadığım semtleri ziyaret ederim. Sanki yıllardan beri bu kentten uzak kalmışım gibi, etrafıma hayret dolu bakışlar fırlatarak, aylak aylak dolaşırım. En çok da Taksim’den Tünel’e kadar yürümeyi severim. Bir nehrin içindeki su zerrecikleri gibi akıp giden insanlara bakarım.
TRAMVAYIN ARKASINDA
İnci Pastanesi’nde mutlaka, bir porsiyon profiterol yerim. Onun kremayla karışmış çikolata tadı damağıma sıvışır sıvışmaz, eski yıllara dönerim. “Necip Bey” biryantini ile saçlarıma şekil verip, Beyoğlu’nda kız peşine düştüğüm gençlik günlerimi hatırlarım. Geçmişte yaptığım gibi, vatmandan habersiz tramvayın arka sahanlığına asılıp, bedavadan Tünel’e kadar giderim. Tramvayın arkasında, gençliğime doğru kaçak yolculuk yaparım.
Tünel’den yokuş aşağıya salına salına inip, Galata’nın arka sokaklarında dolaşırım. Galata’nın arka sokaklarını bitirince, tekrar Beyoğlu’na çıkarım. Eğer vakit gelmişse, Çiçek Pasajı’nda mola veririm. Sırf eskisi gibi olsun diye, “Arjantin” denen votkalı biradan ısmarlarım. Bu içkiyi, daha kolay içildiği için tercih ettiğimi hatırlarım. O zamanlar rakının anason kokusuna tahammül edemediğimi düşünür, kendi kendime gülerim. Rakı deyince aklıma, kafesli adam gelir. Pasajda kuşuyla birlikte karşımda oturan yaşlı adamın, bana rakı içmesini öğretmesini dün gibi hatırlarım. Onun sigaradan çatallaşmış sesiyle, “rakıyı susuz içme, miden delinir” dediğini duyar gibi olurum.
ORTAKÖY’DEKİ YILLAR
Ertesi gün Ortaköy’e giderim. 20 yılımı geçirdiğim bu semtin yüreğimde başka bir yeri vardır. Önce Dereboyu’nda yürürüm. Derenin üstünün kapanmadığı günler gelir aklıma. Gültekin Sokak’taki evimin önünden geçerim. Pencerelerde el sallaştığımız mahalle kızlarını ararım. Onlarla gizli gizli cilveleştiğimiz günleri düşünüp yeniden heyecanlanırım.
Her gelişimde Ortaköy’ü daha kalabalıklaşmış bulurum. Deniz kıyısına doğru inerken çocukluk, ilk gençlik arkadaşlarıma rastlama ümidini taşırım. Oduncu Ferhat’ın kahvesinin önünden geçerken lise yıllarına dönerim. Lüfer Ali’yi, Memo’yu, Fikret’i, İbrahim’i hatırlarım. Kahvenin penceresinin önünde, Musevi sevgilimin işten dönmesini, yüreğim pır pır ederek beklediğim günleri düşünürüm.
Eğer yanımda gençten biri varsa, ona Ortaköy sahilinin eski yıllarını anlatırım. O yıllarda sadece üç kahve olduğunu, ortadaki kahvede Musevi vatandaşların oturduğunu, deniz kıyısında hiç meyhane olmadığını, içkiyi sadece İsmail’in yerinde içtiğimizi, sarhoş olunca kavga ettiğimizi, cebimiz biraz para görünce de Bebek’e Nazmi’ye gittiğimizi falan anlatırım. Caminin önünü gösterip, yüzmeyi ve çapariyle balık tutmayı ilk kez orada öğrendiğimi söylerim. İskeleye yanaşan Boğaz vapurlarının en üstüne tırmanıp, oradan kızlara gösteriş olsun diye, denize nasıl balıklama atladığımı da araya sıkıştırırım.
Hepsi Boğaz kıyısında sıralanmış olan ilk okuluma, ortaokuluma ve liseme uzaktan bakarak binlerce anının arasında kaybolurum. Ara sokaklarda dolaşırken rastladığım arkadaşlarımın beyaz saçlarına bakıp, nasıl yaşlandıklarına şaşırıp kalırım. O günüm hep Ortaköy’de geçer.
OLTANIN UCUNDA
Bayramın son günü ise oltamı yüklenip, Boğaz kıyısında balığa çıkarım. İstavrit, sarıkanat kısmetime ne çıkarsa kovamı doldururum. Balık tutarken çok dinlenirim, adeta kafamı boşaltırım. Bütün dikkatimi, misinanın ucundan gelecek tıkırtılara veririm. İlk “tık”tan sonra, misinayı biraz çekip balığı heyecanlandırırım. İkinci “tık”ta biraz daha... Balığın fazla dayanamayıp iğneyi yutacağını adım gibi bilirim. Balıkları koyduğum kovaya her bakışımda, akşam yemeğini düşünüp ağzımı sulandırırım. Taze istavritin tavasının ne kadar lezzetli olduğunu yıllardan beri bilirim. Eve dönerken, kıyıdaki seyyar manavdan rokayı, taze soğanı, kırmızı turbu, marulu ipe dizdiririm. Bakkala uğrayıp, küçük rakıyı da gazete kağıdına sardırırım.
ANKARA
TARİHİN İÇİNDE UZUN YÜRÜYÜŞ
Eğer bayram tatilinde Ankara’da olsaydım, arabama atlayıp 1,5 saat ötedeki Beypazarı’na giderdim. Yörenin en güzel kasabalarından biri olan Beypazarı, İpek Yolu üstünde, Özellikle Bağdat’a giden kervanların konakladıkları önemli bir yerleşim yeriydi. İlçenin ilk adı ilk çağda “Kaya Ülkesi” anlamına gelen Laganeia imiş. Bizans döneminde Anastasiopolis adını almış. Germiyanoğlu Yakup Bey’in veziri Dinar Hezar bu adı “Beyhazar” olarak değiştirmiş. İlçede kurulan pazar yeri tüm yörede dillere destan olunca bu ad Beypazarı’na dönüşmüş.
Eğer önerime uyup bu yolculuğa çıkamaya niyetlenirseniz, rahat bir ayakkabı giymeyi ihmal etmeyin. Çünkü kasabanın ara sokaklarında çok yürüyeceksiniz.
Evliya Çelebi’ye göre kasabada duvarları kerpiçten, ikişer katlı 3060 ev varmış. Şimdi bu evlerin yarıya yakını onarılmış, eski güzelliğine kavuşturulmuş. Onun için insan, dar sokaklarda yürürken kendini geçmişte dolaşıyormuş gibi hissediyor.
Kasabanın çarşısı da eskiyi anımsatan görüntüler içeriyor. Bir yanda bakır döven sanatçılar, bir yanda yemeni diken saraçlar, yorgancılar, ipek burgu dokuyan ustalar... Çarşıda ilginç fotoğraflar çekeceğinizden kuşkunuz olmasın.
Beypazarı’nın, evleri kadar yemekleri de ünlü. Çiğ börek benzeri yarımca, akpüskül üzümünün yaprağına sarılan, küçük parmak büyüklüğündeki etli yaprak sarması, etli, tavuklu, sebzeli güveç, 80 katlı baklava damak çatlatan lezzetlerin başında geliyor. Beypazarı’nın bir de dillere destan “kuru” su var. Un, süt ve tereyağı ile yapılan, galeta benzeri bu yiyecek kasabanın gurur kaynağı.
Beypazarı’nı görmediyseniz bayram tatili sizin için bulunmaz bir fırsat.
ALTERNATİF: Abant’ta yürüyüş, Hitit Müzesi.
ADANA
TARSUS BİR SAATLİK YOL
Bayram’da Adana’da olsaydım, hiç düşünmez tatilin bir gününü Tarsus’ta geçirirdim. Tarsus dediğin en fazla bir saatlik yol. Kente Kleopatra Kapısı’ndan girmenizi öneririm. Söylenceye göre İ.Ö 41 yılında, Kleopatra Romalı komutan Antonius ile buluşmak üzere buraya gelmişti. Gözlükule höyüğünün olduğu yerde törenlerle karşılanmış, o zamanlar deniz kıyısında olan bu kapıdan kente girmişti.
Kapıdan kente girdikten sonra rotanızı, Hıristiyanlar için önemli dini bir merkez olan Aziz Pavlus Kilisesi’ne çevirebilirsiniz. Bu kilise daha önce mevcut olan çok eski bir kilisenin temelleri üstüne 1830 yılında inşa edilmiş.
Tarsus tarih boyunca hep lider kent olmuş. Hititler, Asurlular, Persler burayı kendilerine başkent seçmişler. Tarsus’un geçmişindeki görkemini tam olarak kavrayabilmeniz için, 1993 yılında bir rastlantı sonucu ortaya çıkartılan “Antik Cadde”nin üstünde bir yürüyüş yapmanızı öneririm. Bazalt taşlarla kaplanmış cadde, antik dönemde kentteki altyapının sağlamlığını, dönemin zenginliğini gözler önüne seriyor. Tarsus’a gelmişken “Yedi Uyurlar Mağarası”nı ziyaret edip, dilek dilemeyi unutmayın.
Eğer vaktiniz olursa şelalenin kıyısındaki restorana gidip, Tarsus’un ünlü fındık lahmacununun, soğanla yoğrulmuş satır kıyması kebabının, üstüne tereyağı dökülmüş humusun tadına bakmayı da ihmal etmeyeceğinizi umuyorum.
ALTERNATİF: Kazancılar Çarşısı’nda ciğer yemek, Kuş Pazarı’nda dolaşmak, Misis Antik Kenti’ni gezmek.
ANTALYA
SÖNMEYEN ANTİK ATEŞ
Bayramda Antalya’da kalacaklar için seçenek çok. Zaten kent, bayram tatili için gelenlerle dolup taşacak. Aslında bayram tatilinde Antalya’yı turistlere bırakıp çevreye kaçmak en akıllıcası. Örneğin ben olsam arabama atlar Olympos’taki Yanartaş’a giderim.
Bu ateş antik çağdan beri, Olympos Dağı’nın eteklerindeki tepelerden birinde yanıp duruyor. Ateşin yanına ulaşabilmeniz için ormanların içinden geçen bir patikadan yaklaşık bir saat tırmanmanız gerektiğini aklınızdan çıkarmayın.
Ateş, sık ağaçların arasında, yaklaşık 50 metre çapındaki kayalık bir alanın ortasındaki deliklerden çıkıyor. Homeros bu ateşi “önü aslana, arkası yılana, ortası keçiye benzeyen ve nefes verdiğinde ağzından alevler saçan” bir yaratık olarak tarif ettiği Khimaira’yla ilişkilendirmiş.
Eğer şansınız varsa ve hava izin verirse Olympos’un o güzelim sahilinde, masmavi sularda yılın son kulaçlarını da atabilirsiniz.
ALTERNATİF: Kaleiçi’nde dar sokaklarda dolaşmak, Saklıkent’e çıkmak, Termessos’ta antik tiyatroyu ziyaret.
İZMİR
YAKINDAKİ CENNET
Güneye doğru yaptığım yolculuklarda mutlaka otoyoldan çıkıp, bir koşu Tire’ye uğrayıp hasret gideririm. Onun için İzmirlilere de bayram tatilinde bu şirin kasabayı önereceğim. Tire’ye Bizans tarihçisi Pachmeres “Keşişler Yöresi” demiş. Evliya Çelebi “Şehr-i Muazzama” demeyi uygun görmüş. Katip Çelebi ise “Eski Taht Şehri”ni yakıştırmış. Aydın Vilayeti Salnamesi’nde Tire için “Ulemalar Yatağı” başlığı açılmış.
Bir solukta kavuşacağınız Tire’nin eski sokakları görülmeye değer. Güre dağlarına yaslanmış olan bu dar sokaklardaki ağaçlar da evler kadar eski. Asırlar boyu bu sokaklardan gölgelerini eksik etmemişler. Osmanlı kaynaklarına göre bu daracık sokaklarda Rumlar, Museviler, Acemler, Müslümanlar kavgasız, dövüşsüz yan yana yaşayıp gitmişler. Bunun kanıtı olan kiliseler, havralar, camiler hala durmakta.
Eğer önerime uyup Tire’ye giderseniz camileri görmeden sakın dönmeyin. Büyük çoğunluğu 15. yüzyıla ait olan camilerin gerek kubbelerinde, gerekse minarelerinde tuğla işçiliğinin en güzel örneklerini görebilirsiniz.
Size bir de lezzet durağı önereceğim. Burası, Tire’nin 5 kilometre tepesinde, Kaplan Köyü’ndeki Kaplan Restoran. Lütfü ile Hürmüz, çevre otlarından yaptıkları yemeklerle, damaklarda unutulmaz tatlar bırakıyorlar. Tabii Tire köftesini de ihmal etmemek gerek. Tüm bu lezzetlere Küçük Menderes Ovası’nın uçsuz bucaksız manzarası eşlik ediyor.
Eğer yerel tatların meraklısıysanız dönüşte tatlı, tuzlu lor, tuzlu çökelek, karadut reçeli ve ünlü Tire sucuğunu almayı ihmal etmeyin.
ALTERNATİF: Eski Foça, Bergama, Çeşme Dalyanköy’de balık.
İSTANBUL
TAKSİM - TÜNEL ARASI
Benim bayram tatilini sevmemin nedeni bir başkadır. Böyle günlerde koca kent bana kalır sanki. Sizlerin evde, işte olduğu günlerde dere tepe gezen ben, bayramlarda kentin dışına çıkmayı pek sevmem. Gidişteki ve dönüşteki trafik karmaşasına yüreğim pek dayanmaz.
Bir-iki çok yakınımla bayramlaştıktan sonra, kendimi çoktandır ihmal ettiğim sokaklara atarım. Uzun zamandan beri uğramadığım semtleri ziyaret ederim. Sanki yıllardan beri bu kentten uzak kalmışım gibi, etrafıma hayret dolu bakışlar fırlatarak, aylak aylak dolaşırım. En çok da Taksim’den Tünel’e kadar yürümeyi severim. Bir nehrin içindeki su zerrecikleri gibi akıp giden insanlara bakarım.
TRAMVAYIN ARKASINDA
İnci Pastanesi’nde mutlaka, bir porsiyon profiterol yerim. Onun kremayla karışmış çikolata tadı damağıma sıvışır sıvışmaz, eski yıllara dönerim. “Necip Bey” biryantini ile saçlarıma şekil verip, Beyoğlu’nda kız peşine düştüğüm gençlik günlerimi hatırlarım. Geçmişte yaptığım gibi, vatmandan habersiz tramvayın arka sahanlığına asılıp, bedavadan Tünel’e kadar giderim. Tramvayın arkasında, gençliğime doğru kaçak yolculuk yaparım.
Tünel’den yokuş aşağıya salına salına inip, Galata’nın arka sokaklarında dolaşırım. Galata’nın arka sokaklarını bitirince, tekrar Beyoğlu’na çıkarım. Eğer vakit gelmişse, Çiçek Pasajı’nda mola veririm. Sırf eskisi gibi olsun diye, “Arjantin” denen votkalı biradan ısmarlarım. Bu içkiyi, daha kolay içildiği için tercih ettiğimi hatırlarım. O zamanlar rakının anason kokusuna tahammül edemediğimi düşünür, kendi kendime gülerim. Rakı deyince aklıma, kafesli adam gelir. Pasajda kuşuyla birlikte karşımda oturan yaşlı adamın, bana rakı içmesini öğretmesini dün gibi hatırlarım. Onun sigaradan çatallaşmış sesiyle, “rakıyı susuz içme, miden delinir” dediğini duyar gibi olurum.
ORTAKÖY’DEKİ YILLAR
Ertesi gün Ortaköy’e giderim. 20 yılımı geçirdiğim bu semtin yüreğimde başka bir yeri vardır. Önce Dereboyu’nda yürürüm. Derenin üstünün kapanmadığı günler gelir aklıma. Gültekin Sokak’taki evimin önünden geçerim. Pencerelerde el sallaştığımız mahalle kızlarını ararım. Onlarla gizli gizli cilveleştiğimiz günleri düşünüp yeniden heyecanlanırım.
Her gelişimde Ortaköy’ü daha kalabalıklaşmış bulurum. Deniz kıyısına doğru inerken çocukluk, ilk gençlik arkadaşlarıma rastlama ümidini taşırım. Oduncu Ferhat’ın kahvesinin önünden geçerken lise yıllarına dönerim. Lüfer Ali’yi, Memo’yu, Fikret’i, İbrahim’i hatırlarım. Kahvenin penceresinin önünde, Musevi sevgilimin işten dönmesini, yüreğim pır pır ederek beklediğim günleri düşünürüm.
Eğer yanımda gençten biri varsa, ona Ortaköy sahilinin eski yıllarını anlatırım. O yıllarda sadece üç kahve olduğunu, ortadaki kahvede Musevi vatandaşların oturduğunu, deniz kıyısında hiç meyhane olmadığını, içkiyi sadece İsmail’in yerinde içtiğimizi, sarhoş olunca kavga ettiğimizi, cebimiz biraz para görünce de Bebek’e Nazmi’ye gittiğimizi falan anlatırım. Caminin önünü gösterip, yüzmeyi ve çapariyle balık tutmayı ilk kez orada öğrendiğimi söylerim. İskeleye yanaşan Boğaz vapurlarının en üstüne tırmanıp, oradan kızlara gösteriş olsun diye, denize nasıl balıklama atladığımı da araya sıkıştırırım.
Hepsi Boğaz kıyısında sıralanmış olan ilk okuluma, ortaokuluma ve liseme uzaktan bakarak binlerce anının arasında kaybolurum. Ara sokaklarda dolaşırken rastladığım arkadaşlarımın beyaz saçlarına bakıp, nasıl yaşlandıklarına şaşırıp kalırım. O günüm hep Ortaköy’de geçer.
OLTANIN UCUNDA
Bayramın son günü ise oltamı yüklenip, Boğaz kıyısında balığa çıkarım. İstavrit, sarıkanat kısmetime ne çıkarsa kovamı doldururum. Balık tutarken çok dinlenirim, adeta kafamı boşaltırım. Bütün dikkatimi, misinanın ucundan gelecek tıkırtılara veririm. İlk “tık”tan sonra, misinayı biraz çekip balığı heyecanlandırırım. İkinci “tık”ta biraz daha... Balığın fazla dayanamayıp iğneyi yutacağını adım gibi bilirim. Balıkları koyduğum kovaya her bakışımda, akşam yemeğini düşünüp ağzımı sulandırırım. Taze istavritin tavasının ne kadar lezzetli olduğunu yıllardan beri bilirim. Eve dönerken, kıyıdaki seyyar manavdan rokayı, taze soğanı, kırmızı turbu, marulu ipe dizdiririm. Bakkala uğrayıp, küçük rakıyı da gazete kağıdına sardırırım.
ANKARA
TARİHİN İÇİNDE UZUN YÜRÜYÜŞ
Eğer bayram tatilinde Ankara’da olsaydım, arabama atlayıp 1,5 saat ötedeki Beypazarı’na giderdim. Yörenin en güzel kasabalarından biri olan Beypazarı, İpek Yolu üstünde, Özellikle Bağdat’a giden kervanların konakladıkları önemli bir yerleşim yeriydi. İlçenin ilk adı ilk çağda “Kaya Ülkesi” anlamına gelen Laganeia imiş. Bizans döneminde Anastasiopolis adını almış. Germiyanoğlu Yakup Bey’in veziri Dinar Hezar bu adı “Beyhazar” olarak değiştirmiş. İlçede kurulan pazar yeri tüm yörede dillere destan olunca bu ad Beypazarı’na dönüşmüş.
Eğer önerime uyup bu yolculuğa çıkamaya niyetlenirseniz, rahat bir ayakkabı giymeyi ihmal etmeyin. Çünkü kasabanın ara sokaklarında çok yürüyeceksiniz.
Evliya Çelebi’ye göre kasabada duvarları kerpiçten, ikişer katlı 3060 ev varmış. Şimdi bu evlerin yarıya yakını onarılmış, eski güzelliğine kavuşturulmuş. Onun için insan, dar sokaklarda yürürken kendini geçmişte dolaşıyormuş gibi hissediyor.
Kasabanın çarşısı da eskiyi anımsatan görüntüler içeriyor. Bir yanda bakır döven sanatçılar, bir yanda yemeni diken saraçlar, yorgancılar, ipek burgu dokuyan ustalar... Çarşıda ilginç fotoğraflar çekeceğinizden kuşkunuz olmasın.
Beypazarı’nın, evleri kadar yemekleri de ünlü. Çiğ börek benzeri yarımca, akpüskül üzümünün yaprağına sarılan, küçük parmak büyüklüğündeki etli yaprak sarması, etli, tavuklu, sebzeli güveç, 80 katlı baklava damak çatlatan lezzetlerin başında geliyor. Beypazarı’nın bir de dillere destan “kuru” su var. Un, süt ve tereyağı ile yapılan, galeta benzeri bu yiyecek kasabanın gurur kaynağı.
Beypazarı’nı görmediyseniz bayram tatili sizin için bulunmaz bir fırsat.
ALTERNATİF: Abant’ta yürüyüş, Hitit Müzesi.
ADANA
TARSUS BİR SAATLİK YOL
Bayram’da Adana’da olsaydım, hiç düşünmez tatilin bir gününü Tarsus’ta geçirirdim. Tarsus dediğin en fazla bir saatlik yol. Kente Kleopatra Kapısı’ndan girmenizi öneririm. Söylenceye göre İ.Ö 41 yılında, Kleopatra Romalı komutan Antonius ile buluşmak üzere buraya gelmişti. Gözlükule höyüğünün olduğu yerde törenlerle karşılanmış, o zamanlar deniz kıyısında olan bu kapıdan kente girmişti.
Kapıdan kente girdikten sonra rotanızı, Hıristiyanlar için önemli dini bir merkez olan Aziz Pavlus Kilisesi’ne çevirebilirsiniz. Bu kilise daha önce mevcut olan çok eski bir kilisenin temelleri üstüne 1830 yılında inşa edilmiş.
Tarsus tarih boyunca hep lider kent olmuş. Hititler, Asurlular, Persler burayı kendilerine başkent seçmişler. Tarsus’un geçmişindeki görkemini tam olarak kavrayabilmeniz için, 1993 yılında bir rastlantı sonucu ortaya çıkartılan “Antik Cadde”nin üstünde bir yürüyüş yapmanızı öneririm. Bazalt taşlarla kaplanmış cadde, antik dönemde kentteki altyapının sağlamlığını, dönemin zenginliğini gözler önüne seriyor. Tarsus’a gelmişken “Yedi Uyurlar Mağarası”nı ziyaret edip, dilek dilemeyi unutmayın.
Eğer vaktiniz olursa şelalenin kıyısındaki restorana gidip, Tarsus’un ünlü fındık lahmacununun, soğanla yoğrulmuş satır kıyması kebabının, üstüne tereyağı dökülmüş humusun tadına bakmayı da ihmal etmeyeceğinizi umuyorum.
ALTERNATİF: Kazancılar Çarşısı’nda ciğer yemek, Kuş Pazarı’nda dolaşmak, Misis Antik Kenti’ni gezmek.
ANTALYA
SÖNMEYEN ANTİK ATEŞ
Bayramda Antalya’da kalacaklar için seçenek çok. Zaten kent, bayram tatili için gelenlerle dolup taşacak. Aslında bayram tatilinde Antalya’yı turistlere bırakıp çevreye kaçmak en akıllıcası. Örneğin ben olsam arabama atlar Olympos’taki Yanartaş’a giderim.
Bu ateş antik çağdan beri, Olympos Dağı’nın eteklerindeki tepelerden birinde yanıp duruyor. Ateşin yanına ulaşabilmeniz için ormanların içinden geçen bir patikadan yaklaşık bir saat tırmanmanız gerektiğini aklınızdan çıkarmayın.
Ateş, sık ağaçların arasında, yaklaşık 50 metre çapındaki kayalık bir alanın ortasındaki deliklerden çıkıyor. Homeros bu ateşi “önü aslana, arkası yılana, ortası keçiye benzeyen ve nefes verdiğinde ağzından alevler saçan” bir yaratık olarak tarif ettiği Khimaira’yla ilişkilendirmiş.
Eğer şansınız varsa ve hava izin verirse Olympos’un o güzelim sahilinde, masmavi sularda yılın son kulaçlarını da atabilirsiniz.
ALTERNATİF: Kaleiçi’nde dar sokaklarda dolaşmak, Saklıkent’e çıkmak, Termessos’ta antik tiyatroyu ziyaret.
İZMİR
YAKINDAKİ CENNET
Güneye doğru yaptığım yolculuklarda mutlaka otoyoldan çıkıp, bir koşu Tire’ye uğrayıp hasret gideririm. Onun için İzmirlilere de bayram tatilinde bu şirin kasabayı önereceğim. Tire’ye Bizans tarihçisi Pachmeres “Keşişler Yöresi” demiş. Evliya Çelebi “Şehr-i Muazzama” demeyi uygun görmüş. Katip Çelebi ise “Eski Taht Şehri”ni yakıştırmış. Aydın Vilayeti Salnamesi’nde Tire için “Ulemalar Yatağı” başlığı açılmış.
Bir solukta kavuşacağınız Tire’nin eski sokakları görülmeye değer. Güre dağlarına yaslanmış olan bu dar sokaklardaki ağaçlar da evler kadar eski. Asırlar boyu bu sokaklardan gölgelerini eksik etmemişler. Osmanlı kaynaklarına göre bu daracık sokaklarda Rumlar, Museviler, Acemler, Müslümanlar kavgasız, dövüşsüz yan yana yaşayıp gitmişler. Bunun kanıtı olan kiliseler, havralar, camiler hala durmakta.
Eğer önerime uyup Tire’ye giderseniz camileri görmeden sakın dönmeyin. Büyük çoğunluğu 15. yüzyıla ait olan camilerin gerek kubbelerinde, gerekse minarelerinde tuğla işçiliğinin en güzel örneklerini görebilirsiniz.
Size bir de lezzet durağı önereceğim. Burası, Tire’nin 5 kilometre tepesinde, Kaplan Köyü’ndeki Kaplan Restoran. Lütfü ile Hürmüz, çevre otlarından yaptıkları yemeklerle, damaklarda unutulmaz tatlar bırakıyorlar. Tabii Tire köftesini de ihmal etmemek gerek. Tüm bu lezzetlere Küçük Menderes Ovası’nın uçsuz bucaksız manzarası eşlik ediyor.
Eğer yerel tatların meraklısıysanız dönüşte tatlı, tuzlu lor, tuzlu çökelek, karadut reçeli ve ünlü Tire sucuğunu almayı ihmal etmeyin.
ALTERNATİF: Eski Foça, Bergama, Çeşme Dalyanköy’de balık.