Rüzgârın sesini bir de burada dinlemeli: Alaçatı
Öyle şehirler vardır ki, daha gitmeden âşık olursunuz, gittiğinizde ise ilk aşk misalı unutamazsınız. Kentin kokusunu içinize çektiğiniz andan itibaren bağlanırsınız o şehre. Gitme vakti gelse dahi gidemezsiniz, ruhunuzdan parçalar kalır şehirde. Heredot'un ‘’Yeryüzünde bilinen en güzel gökyüzü altına kurulmuştur.’’ diyerek methettiği Alaçatı da öyle oldu benim için. Âşık olduğum ve asla uyanamayacağım bir rüya olarak kaldı. İste size benim Alaçatı gezi rehberim...
Sabah'ın ilk ışıklarıyla, İzmir yönünden Çeşme otobanına giriyoruz ve içimizde çocuksu bir heyecanla düşüyoruz Alaçatı yollarına. Kente girer girmez en yüksek tepesindeki eski taş değirmenler gözümüze çarpıyor. Cevantes ustayı anıyoruz, Donkişot'u ile birlikte. Bu taş değirmenler 19. yy'ın sonunda Rumlar tarafından un öğütmek için yapılmış. Şimdilerde ise etrafını heybetli rüzgâr güllerine bırakmış.
Anlatacak çok şeyi var ama susuyor Alaçatı, sessiz ve derin. ''Sen keşfet beni!'' diyor sadece. Eski taş sokaklarında koşmadan, ılgıt ılgıt esen rüzgârı saçlarını okşamadan, taş evlerinin içinde gezinip duvarlarına dokunmadan, sakızlı Türk kahvesinden içip kırk yıllık hatır bırakmadan; o anlatsa bile kendini, hissedebilir misin Alaçatı'nın ne dediğini?
Alaçatı ilk andan itibaren Arnavut kaldırımlı taş yolları ve nostaljik evleri ile kucaklıyor bizi. Büyük bir merakla adımladığımız Alaçatı sokaklarında köy kahvaltısı yapabileceğimiz hoş bir mekân arıyoruz. Kuş sesleriyle birlikte yol boylarına dikilmiş sıra sıra karabiber ağaçlarını takip ederken her yanı lavanta sekisi, hanımeli ve yasemin ile bezeli cumbalı bir taş evin bahçesinde buluyoruz kendimizi. Başta hepimizi mest eden naneli limonatamız olmak üzere, otelin bahçesinde yetişen hurma zeytini, domates, biber, maydanoz ve fesleğenden ev yapımı vişne, üzüm, incir ve sakız reçellerine; hatta köy ekmeklerinden günlük süt ve köy yumurtalarına, kadar soframızdaki her şey doğal lezzetler durağında olduğumuzu hatırlatıyor bize.
Kahvaltımızı bitirdikten sonra Alaçatı'yı biraz daha keşfetmek için bisiklet kiralamaya karar veriyoruz. Çift kişilik hatta ailecek sürebileceğiniz bisikletler de var. Fakat biz biraz özgürlüğümüze düşkün olduğumuz için tek kişilik bisikletlerden kiralamayı tercih ediyoruz. Sapsarı açan mimoza çiçekli Alaçatı yollarında gezinirken, uzaktan sakızlı kurabiyelerin kokusu iştahımızı kabartıyor. Sakız kokusunun dayanılmaz cazibesine karşı koyamıyoruz ve en sonunda kendimize Alaçatı'nın meşhur sakızlı kurabiyelerden alıp meydandaki kahvehanede bir çay molası veriyoruz.
Çivit mavisine boyanmış tahta sandalyelerimizi de alıp dost canlısı, yaşlı bir amcanın masasına yanaşıyoruz. Kurabiyelerimizi paylaşıp sıcacık bir sohbete dalıyoruz Alaçatı hakkında. Eskiden Alaçatı deniz kenarındaymış ve deniz çekilmeye başlayınca yerini bataklığa bırakmış. Daha sonra bu bataklığı kurutan Rumlar, bu eski taş evleri yapmış. Eşsiz mimarisiyle hala göz kamaştıran taş evlerin sırrı ise, evlerin kışın sıcak yazın ise serin kalmasını sağlayan ponza taşında gizliymiş. Önce beyaz olan ve yıllar geçtikçe sararan bu taş, aynı zamanda evlerin yaşını yansıtıyormuş. Ne kadar da ilginç aslında; hani yaşlanınca alnınıza kırışıklıklar çöker, saçlarınız beyazlar ya, tıpkı insanlar gibi bu evler de yaşıyor galiba.
Sohbetine doyum olmaz rengârenk Alaçatı insanının. Ama gezecek ve keşfedecek daha çok yer varken de durmak olmaz. Artık Alaçatı bambaşka bir boyut kazanıyor bizim için. Arnavut kaldırımlı eski dar sokaklarında gezinirken en genci 100 yaşında olan bu taş evlerin yaşanmışlıkları düşündürüyor insanı. Bunca geçen zamana inat, hala doğallığını korumakta ısrarlı masum bir kız çocuğu Alaçatı. Tutku, aşk, tarih dolu bu şehir, eteğinde kaç asır uyuttu kim bilir. Kiliseden dönüştürülmüş olan Pazar Yeri camiinin bulunduğu meydandayız şimdi de. Şanslıyız ki günlerden cumartesi ve antika pazarında gezinme olanağı yakaladık. Türkiye'nin ilk antika pazarlarından olan bu pazara Anadolu'nun dört bir yanından getirilen çeşit çeşit antikalar, bizi zamanda yolculuğa çıkartıyor. Az ilerideki Cumartesi pazarında ise çevre köylerde yetiştirilen bin bir çeşit ottan, tamamı organik meyve ve sebzelere kadar birçok ürün tezgâhı süslüyor. Pazarcıların kendi bahçelerinden özenle toplayıp getirdikleri ürünlerinin yanı sıra, el emeği göz nuru iğne oyaları, mis gibi kokusuyla her yanı saran el yapımı sabunları, takı meraklıları için özel doğal taşları ve daha nicesiyle pazar yeri şenleniyor.
Saçlarında çiçekler, boynunda taş gerdanlığıyla nazlanıyor Alaçatı. Tepelerden esen rüzgâr sokaklarının arasında ıssız bir şarkı söyleyerek dolanıyor aşkından. Belli ki deli rüzgâr asırlardır vazgeçemiyor Alaçatı’dan. Alaçatı ise sırtını dağlara dönmüş, kucak açmış hırçın denize. Nasıl da duruluyor Alaçatı’nın kolları arasında deniz, bütün dinginliğiyle başını omzuna yaslamış, huzur buluyor.
Bitmesini istemediğim bu rüyanın keyfini sürerken, bir hüzün kaplıyor içimi. Gitme vakti geldi işte. Rüzgârının sırtına binsem, yine de sonunda Alaçatı'ya gelsem. Gözlerimi kapatıyorum sadece, kanatlanıp uçmak benim elimde. Rüzgâr beni sürükleyecek... Bedenim uzaklaşsa da buradan, yüreğim hep burada, seninle kalacak Alaçatı!..