GeriSeyahat Roma’yı anımsamak
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Roma’yı anımsamak

Roma’yı anımsamak

İstanbul gibi yedi tepe üstüne kurulan İtalya’nın başkenti Roma, antikçağ ve sonrasındaki yaklaşık bin yıl boyunca bilinen dünyanın en büyük güç merkeziydi.

İngiltere’den İspanya’ya, Karadeniz’den Kızıldeniz’e üç kıta ondan sorulurdu. Agustus, Sezar gibi dünyayı sarsan hükümdarların şanı İstanbul’un fethine kadar sürdü. Bu sürede Roma, Rönenans’ın önemli kaynaklarından biri oldu. Bilim şehri, Hıristiyanlığın merkeziydi. Roma, Silvio Berlusconi’nin çağında ise geçmişin mirasıyla şöhretini sürdürüyor. Bu kentten geçen yazarlar, heykeltıraşlar, ressamlar, sinemacılar “ebedi kent” efsanesini canlı tutuyor.

Roma’ya ilk gelişimde “ebedi kent”in gizli tarihini keşfetmeyi umuyordum; bilinen tarihinin, yani eski Roma’dan günümüze dek kesintisiz ulaşan sürekliliğin nasıl olsa her köşe başında karşıma çıkacağını tahmin ederek. Bu “gizli tarih” düşüncesinin Federico Fellini’nin bir filminden kaynaklandığını söylemeliyim.
Fellini, Roma üzerine çektiği bir belgeselde, metro inşaatı sırasında ortaya çıkan fresklerin gün ışığını görür görmez nasıl solduklarını eşsiz bir buluşla aktarıyordu seyirciye. O filmden bende kalan izlenimler arasında meşin ceketli, motosikletleriyle bütünleşmiş, belki de bir zamanlar bu kenti kıskıvrak saran Musolini faşizmini simgeyen delikanlıların, yönetmenin öbür filmlerinden de tanıdığımız iri göğüslü, şişman fahişelerle dolu randevuevlerinin ve elbette nice gladyatör dövüşüne tanık olmuş Colosseum’un görüntülerini de anımsıyorum. Ve yağmurlu sokaklarla gece tramvaylarını. Ne var ki aslolan, Roma’nın tarihle bütünleşmiş, kat kat birbirinin içine geçmiş yeraltı yapısıydı. İleri teknolojinin açtığı bir delikten antik uygarlığın renkleri fışkırabiliyor, ama zaman dediğimiz tünelin karanlığında her şey, ölümsüz sandığımız sanat yapıtları bile yitip gidiyordu. Roma’nın gizli tarihi kendini ele vermiyordu bir türlü. İşte bu yok oluşun, bu sonsuzluğun peşine düşmeli, Roma’yı keşfederken günümüzden geçmişe bir güzergâh izlemeli, her anıtın, Bernini’nkiler de dahil her mermer çeşmenin ya da kuytu bir avluda unutulmuş her başsız heykelin ardından bir taşın izini bulup çıkarmalıydım. Bir arkeolog titizliğiyle dolaşmalıydım kentin sokaklarında. Tuğla duvarların, su kemerlerinin, dev sütunların, yeraltı mezarlarının gizini çözmeliydim.

TAŞIN KUŞATICI VARLIĞI

Gelgelelim öyle olmadı. Yazınsal kaygılar öne çıktı yine, Forum’un yıkıntılarıyla Palatino’nun heykelleri arasında dolaşırken bile çevreye bir yazar gözüyle bakmaktan kendimi alamadım. Cesare Pavese’nin Torino’daki Roma Oteli’nde intihar etmeden önce İtalya’nın en önemli edebiyat ödülü Strega’yı almak için geldiği bu kentte yazdıkları bir türlü çıkmıyordu aklımdan:
“Roma susuyor. Artık ne taşlar ne de ağaçlar bir şey söylüyor bana.”
Taş ve su... Bu iki sözcük, efsanevi kuruluşundan bu yana “ebedi kent”in, yalnızca gezip görmekle yetinmeyip hakkında yığınla kitap okuduğum, Rosseli’nin Açık Kent‘inden Fellini’nin Roma’sına film karelerinden, Alberto Moravia’nın kahramanlarıyla Pasolini’nin ragazzi’lerinin anlattıklarından da tanıdığım Roma’nın simgesi olabilir diye düşünüyorum. Yedi tepeli kent iki temel unsura indirgenebilir. Roma’da taş el değmemiş, doğal konumuyla değil, tarihin bir parçası olarak, yontulmuş biçimi, biçimleriyle çıktı hep karşıma, kenti bir uçtan bir uca kat ettiğim günlerde tekdüze, giderek can sıkıcı bir manzaraya dönüştü. Her taşın, en kuytu avlularda bile yakamı bırakmayan her yontunun gizli bir tarihi vardı belki, ama ölüler gibi onlar da ne bir ses ne bir haber veriyordu. Kubbelerle kemerlerin yoğunluğu altında ezildiğimi hissediyordum. Çok eski bir uygarlığın, Akdeniz ve Avrupa halkları üzerinde yüzyıllarca eğemenlik kurmuş bir imparatorluğun geçmişiyle özdeşleşiyordu taşın kuşatıcı varlığı. Belki bu nedenle antik dönemin kalıntılarını, Colosseum’dan Forum’a tüm harabeleri fazladan buluyordum. Roma onlarsız düşünülemezdi belki ama bana öyle geliyordu ki, Sezar ve Neron’un kenti, portakal renkli otobüsleri, motosikletleri, trafik keşmekesi ve dondurmacı dükkânları olmadan da düşünülemezdi.
Suya gelince, yine bana öyle geliyordu ki, Roma’da yalnızca günlük yaşamın bir parçası değildi su, kaderlerine terk edilen ikizleri, sonradan adları kentin kuruluş efsanesiyle anılacak Remus ile Romulus’u buraya dek getiren Tevere Irmağı da değildi. Kemerlerin içiyle muslukların ağzından akmakla yetinmeyip barok mimarinin ortasından fışkırıyordu. Çeşmelerin taş  havuzlarını, sandal, güvercin, balık suretindeki yontuların oyuklarını dolduruyor, sokaklara dek yayılıyordu. Diyeceğim, kent hayalimde taşın tarihiyle olduğu kadar suyun tarihiyle de bütünleşmişti.

MİKAİL’İN KILICINDAKİ TARİHİ VEBA MESAJI

Tevere Irmağı kıyılarında yalnız yürür, Roma’da taşın ve suyun tarihini kendimce hayal ederken bu kentin yalnızca anıtlardan ibaret olmadığını, kendi dünyalarında yaşayan sıradan insanları da barındırdığını düşünürdüm. Alberto Moravia’nın deyimiyle “açık bir lağım”a benzeyen ırmağın ötesindeki izbelerde oturanları. Onların bir zamanlar yoksulluk içinde yaşadıkları, yeni gerçekçi İtalyan sinemasının siyah-beyaz görüntülerinde ölümsüzleşen mekânları. Taş köprülerin üzerinden geçerken ırmağın bulana durula akışına dalıp gittiğim de olurdu, başımı yukarıya kaldırıp tuğla duvarlarla çan kulelerinin arasından San Pietro Kilisesi’nin devasa kubbesine baktığım da. Sant’Angelo Köprüsü’ndeki melek yontularının gölgesinde oturup dinlenirdim bazen. Tarih boyunca imparatorlara mezar, papalara  sığınak, soylulara şato, tutsaklara  zindan olmuş Castel Sant’Angelo o yuvarlak, tuhaf mimarisiyle bir heyula gibi dikilirdi karşıma. Güneşe rağmen çatısındaki yontuyu seçmekte güçlük çekmezdim. Boşluğa açılan geniş kanatlarıyla vebaya meydan okurdu Mikail. Kılıcını kınına sokarken Roma halkına salgın günlerinin geride kaldığını müjdelerdi. Oysa, çoğu Akdeniz kentleri gibi ortaçağ boyunca yalnızca veba salgınlarından çekmedi Roma, kara gömleklilerin yürüyüşüne de tanık oldu. Mussolini’nin ellerini beline dayayıp Palazzo Venezia’nın balkonundan attığı nutukları coşkuyla dinledi. Ve bu nedenle tarihinde ilk kez bombalandı.

ŞEHRİ SEVGİLİMİN YÜZÜYLE ÖZDEŞLEŞTİRDİM

Şimdi, bütün bu olup bitenlerden, nice yıkımlardan sonra, sıcakta dalgalanan taşları, sütunları, duvarları, eski yeni yapıları, çeşmeleri ve kubbeleriyle kendisine yakıştırılan “ebedi” sıfatını hak etmeye çalışıyor. Bu sıfatın ne anlama geldiğini ilk Roma yolculuğumun ertesinde okuduğum, hatta okumakla kalmayıp üzerine bir inceleme de kaleme aldığım Michel Butor’un “Değişme” adlı romanından öğrenmiştim. O romanı her okuyuşumda yeni bir tat almamın nedeni, sonsuza dek var olacağına inanılan Roma’nın aslında sevgilinin yüzüyle örtüşmesiydi sanırım.
“Cécile’i seviyorsunuz çünkü o Roma’nın gerçek yüzünü ifade ediyor sizin için, sesi ve aşka daveti. Aslında Roma’nın sesi ve daveti, evet onu Roma’da, Roma’yla seviyorsunuz, Roma’dan uzakta değil, çünkü bu kenti size tanıtan oydu, Roma’nın kapısıydı Cécile.”
Bana da bu kentin kapısını saçları alev rengi bir kadın açmıştı. Roma’ya düşkünlüğüm, “La Pieta” adlı öykümde onu hak ettiği gibi kaleme, dile getirememiş de olsam, bundandır.

PIAZZA NAVONA’NIN ENGELLENEMEZ ÇEKİMİ

Roma’yı anlatan “La Pieta” adlı öykümün, Michelangelo’nun aynı adlı heykeli başta olmak üzere çok değişik esin kaynakları oldu ama, asıl çıkış noktası Pavese’nin satırlarıydı diyebilirim. Roma’nın sustuğunu söylediği satırları. Bir erkeğin aynı kadının üç değişik yüzüyle yaşadığı serüveni anlatırken Roma’nın yalnızca bir dekor olarak kalmamasını istedim. “Ebedi kent,” aşk ve ölüm ikilemi üzerine kurmayı denediğim öykünün gerçek kahramanı olmalıydı. En azından, böyle olması için çabaladığımı söyleyebilirim. Sonraları, hayatımın bir döneminde yolum çok sık düştü Roma’ya. Ama her defasında, yeni yerler, o zamana dek görmediğim ya da farkına varmadığım başka güzellikler keşfedecek yerde, çekiminden bir türlü kurtulamadığım alanlarda dolaştım. Roma’nın o geniş, çeşmeli, serin alanlarında. Bu alanların başında da, yine bir yazar sayesinde tanıştığım, o zamandan beri de bitmeyen bir eski sevda gibi içimde taşıdığım Piazza Navona geliyordu. Artık aramızda olmayan, her geçen gün biraz daha özlediğimiz sevgili Tezer Özlü’nün bir öyküsünde yazdığı gibi her gün oraya gidiyor, her defasında da alanı bulmakta güçlük çekiyordum.
“Her kez meydanı bulmakta güçlük çekiyorum. İşe gidermiş gibi geliyorum buraya. Hiçbir şey yapmadan oturup bakıyorum. Karşıda gazeteci kulübesinde şişman bir kadın çalışıyor. Gazete satışıyla ilgilendiği yok. Ufacık delikten her zaman birisiyle konuşmakta. Faytonlar içinde Amerikalı turistler çoğu ihtiyar ve serin havalarda bacaklarının üzerine battaniye örtüyorlar; çevreye sırıtarak bakıp, meydanda bir kez dönüp gidiyorlar. Akşamüstleri çeşmelerin çevresini çocuklar sarıyor. Havalar ısındıkça meydan sessizliğini yitiriyor. Ama çevredeki yapılar gene bomboş sanki. Ve çeşmelerden sular hep aynı yavaşlıkta akıyor.”
Nedense, Roma sokaklarını arşınladığım günlerde yolum hep bu alana düştü benim de. Eski kentin parke taşlı, sıvası yer yer dökülmüş, sarı, koyu yeşil ya da kestane rengi kepenkleri kapalı duran yapıları boyunca yürürken Piazza Navona’ya çıkacağımı biliyordum. Alan “La Pieta”nın merkezini oluşturdu böylece, bütün yolların Roma’ya değil Piazza Navona’ya çıktığını kanıtladı.

ANTİK ROMA’DA KENTİN NABZI TEVERE IRMAĞI’NIN RIHTIMLARINDA ATARDI

Aslında Roma’nın ırmağına yüz çevirdiğini söylemek de yanlış olmaz. Sant’Angelo köprüsünden aşağıya, Tevere’nin gün boyu sarımtırak, günbatımında kızıla çalan bulanık suyuna baktığınızda suyu değil rıhtımların ıssızlığını, ırmağı sokak ve evlerden ayıran yüksek duvarları fark edersiniz. Hele öğle saatlerinde, herkes uykuya yatmış, dükkânların kepenkleri indirilmiş, ortalıktan el ayak çekilmişse. Romalılar için günün en güzel zamanı hiç kuşku yok öğleden sonralarıdır. İşten eve dönülmüş, “Mamma”nın hazırladığı makarna afiyetle yenmiş, kapalı kepenklerin ardında bir kadınla (bu eşiniz ya da sevgiliniz olabilir) öğle uykusuna yatılmıştır. Günün bitmesine çok vardır daha, sanki hayat bir an için durmuş, kaygılardan, dertlerden uzak bir başka dünyanın, sevecenlikle Şehvetin birlikte var olduğu bir dinginliğin kapıları açılmıştır.
Yalnızca öğle saatlerinde değil kalabalığın çoğaldığı akşamüstlerinde de Tevere kıyılarından pek fazla geçen olmaz. Oysa Akdeniz’e suyoluyla bağlanan antik Roma’da kentin nabzı rıhtımlarda atıyordu. Canlı bir limandı burası, yalnızca görkemli bir imparatorluğun merkezi, bütün yolların kesiştiği bir kent değil aynı zamanda bir ticaret kavşağıydı. Aziz Pietro ile Pavlus da bir geminin bordasından ayak basmışlardı Roma’ya. Onları bekleyen ölüme şimdi serserilerle esrarkeşlere mekân olan bu rıhtımdan yürümüşlerdi.
Öğle sıcağında ya da yağmur altında, benim de yürüdüğüm oldu aynı rıhtımda. Görünürde ne Moravia’nın efkâr dağıtmak için Tevere kıyısında gezinen, hatta intihara kalkışan öykü kahramanları vardı ne de Pasolini’nin ırmağa balıklama atlayan çocukları. Yıllar sonra o çocuklardan birinin elinden oldu ünlü yönetmenin ölümü, Roma garından tavladığı bir yeniyetme İtalya’nın bu en aykırı, en kural tanımaz sanatçısını Ostia kumsalında öldürdükten sonra Alfa Romeo’sunu çalıp kaçtı. Eros ile Thanatos’un bir kez daha buluştuğu uğursuz Roma gecelerinden birinde. Aylardan kasım, yıllardan 1975’ti.
Pasaloni’nin ölüm haberini alınca onu, Kapadokya’da çektiği Medea filminin İstanbul’da tanıtımını yaparken gördüğüm o alçakgönüllü, sessiz haliyle anımsamıştım. Ben de bir yeniyetmeydim o yıllarda, cellatla kurbanın şehvetin kollarında buluşabileceğinden haberim yoktu. Caravaggio’nun, sonradan bazılarını Roma’da göreceğim tablolarında Pasolini’nin acı akıbeti de dahil, bu ölüm dürtüsünü bir gölge-ışık oyunu eşliğinde resmettiğinden haberim olmadığı gibi. Eros ile Thanatos’un birlikteliğini yüzyıllar öncesinden günümüz insanına, özellikle de kendini yasak cinselliğin çekimine kaptıranlara bir kâhinin sezgi gücüyle haber vermişti ressam.

 

False