Reşko’nun buzul şelaleleri
Türkiye’nin ikinci en yüksek zirvesi Yüksekova ilçesinde, Irak sınırına kuş uçumu 20 kilometre uzaklıkta. Haritalardaki ismi Uludoruk Tepe, gerçek ismi Reşko. 30 yıldır ziyarete kapalıydı, geçen yıl açıldı. Zirvesi dağcıları, eteklerindeki buzul şelaleleri, prehistorik kalıntılar, unutulmaz manzaralarsa doğaseverleri bölgeye çekiyor...
“Bu sıcakta ne işiniz var o dağda? diye sordu nizamiyedeki nöbetçi astsubay. Yüksekova – Dağlıca karayolunda, sarp dağların arasındaki geçitte kurulmuş Yeşiltaş Karakolu’na uğramıştık. Reşko’nun eteklerinde kamp yapacağımızı bildirip, isim listesini vermek için...“O dağların öyle güzel fotoğraflarını gördük ki, merak edip İstanbul’dan geldik” dedim cevaben. Acı bir tebessümle yetindi. Sorum üzerine kısa süre önce bölgeye tayin edildiğini, henüz dağlara çıkacak zaman bulamadığını söyledi.
Yüksekova merkezine karayoluyla yaklaşık 50 kilometre uzaklıkta, baş döndürücü yükseklikteki çıplak dağların, içinden dereler akan yemyeşil derin vadilerin arasındaydık. Yol boyunca kat kat siper ve dikenli telle çevrili karakollara, zırhlı askeri araçlara rastlamıştık. Ara verilmiş, ama her an yeniden başlayabilecek bir savaşın tedirginliği bile doğanın güzelliğini perdeleyemiyordu...
MED VE ASURLARIN TORUNLARI YAŞIYORDU
20 kişilik grubumuzu taşıyan iki minibüs Yeşiltaş’ın ikinci kontrol noktasından da geçip, dağlara yöneldi. Zigzaglar çizerek yükselen toprak yolda zıplayarak ilerliyor, güney yamaçlarından Cilolara tırmandıkça aşağılardaki sarp manzara güzelleşiyordu. Son yerleşim olan Serpel köyünü geçtik. Ortada tek canlı yoktu. Boşaltılan köyün halkı sadece bahçelerindeki mahsulü toplamak, dağda otlayan hayvanlarını sağmak için girebiliyordu bölgeye.
Yol arkadaşlarımdan dağ sevdalısı Yüksekovalı öğretmen Fikret Yaşar batımızdaki vadiyi işaret etti. “Buranın adı Keçi Geçidi” dedi. “Yukarı doğru çıktığınızda yüksek irtifada terk edilmiş köyler görürsünüz. Kökeni binlerce yıl öncesine giden kültür mozaikinin parçasıydı herbiri. Örneğin bölgeye gelip dönemeyen Medlerin torunları Teere Matih’i, Asurlular Talane’yi kurmuştu. Zerin, gümüş ve altın işlemeleriyle meşhur zengin bir köydü. Hâlâ çoğunun kilisesi ayaktadır. Kürtler 1930’da, Oramar (Dağlıca) İsyanı sırasında Asuri ve Medleri İran ile Irak’a kaçırdı, köyler boşaldı...”
Kamp alanımız, 2070 metre irtifadaki Mergan (Beyazsu) Yaylası güney ufku sarp dağlarla çevrili bir seyir balkonuydu. Reşko’nun yaşlı buzullarından gelen Avaspi Deresi yanı başımızdan çağlayarak akıyordu. Zemin yemyeşildi ve yüksek dağların az bilinen alpin çiçekleriyle kaplıydı.
Çadırlarımızı kurup, yürüyüş çantalarımızı hazırladıktan sonra hemen yola koyulduk. “Neler neler göreceğiz” diyordu gönüllü rehberimiz, Yüksekovalı halkoyunları eğitmeni Kahraman Aytan. “4 bin metrelik zirveler, üç buzul şelalesi, prehistorik mağara resimleri, kıpkırmızı bir göl...”
Beyaz köpükler saçarak büyük bir coşkuyla akan, kâh kollara ayrılıp kâh birleşen Avaspi’yi izleyerek yükselmeye başladık. Reşko zirvesine çıkan yegâne rotaydı bu. Parkur bir süre sonra vadinin batı yamacına tırmanıyor, yüzeyi yemyeşil çim kaplı sarp bir dağı aşıp zirveye ulaşıyordu. Biz ise dereden ayrılmayıp vadi boyunca ilerledik.
HAMİDO'NUN DAĞI
Gözüm yerdeki taşlardaydı. Deniz kıyısında bulunca sevindiğim ciğer kırmızısı mermerimsi taş burada çok boldu. Karpuz büyüklüğündekini görüp hayret ettikten birkaç dakika sonra, üç metre uzuklukta, terapist koltuğu gibi yontulmuş dev bir örneğine rastladım. Büyük kayaların içinde kuvarzlar parlıyordu. Balta ve kazma başı gibi yontulmuş iki taşı birbiri ardına patikada buldum. Volkanik obsidyenden oyulmuş olsalar prehistorik kalıntı nitelikleri tartışılmazdı, fakat bunlar basit taştandı. Yine de heyecanlandım. Çünkü vadinin sonunda, eski çağlarda Hakkâri’ye geçit olarak kullanılan, içinde prehistorik kaya resimlerinin bulunduğu bir mağara vardı... Yürüyüşe başladığımızda zirveleri kaplayan bulutlar kaybolmuştu, gökyüzü pırıl pırıldı. Başımı her kaldırdığımda, bakışlarım tepeciklerin ardındaki en görkemli zirveye takılıyordu. Kayalık doruğuyla çok heybetliydi. Kelyanu (Yeni Kale) adını doruğundaki kale surlarını andıran kayalardan alıyordu. “Biz ona ayrıca Havşa Hamido deriz. Dağı satın alıp uzun yıllar çayırlarında sürü otlatmış Hamido” dedi Kahraman.
2500 metre irtifaya ulaştığımızda içinde yürüdüğümüz derin vadinin zemini birden genişledi, futbol sahası kadar düz bir platoya dönüştü. Yere düzgün şekilde dizilmiş iri taşlar dikkatimi çekti. Gökyüzünden görünecek kadar büyük dört harf yazılmıştı. PKK’nın kadın gerilla grubuna aitti bu kısaltma. Yakın zamana kadar onlardı Berekeşk (Yapışkan Taşlar) Vadisi’nin hâkimi. Geri çekilme sırasında, keşif uçaklarına nanik yaparcasına, isimlerini bırakmışlardı geriye.
Kuzeye doğru ilerledikçe içinde bulunduğumuz vadi batıya dönüyordu. Müjdeyi rehberimiz Kahraman verdi: “Biraz sonra Reşko zirvesini ve buzulları göreceksiniz.” Derelerden atlayıp, birkaç küçük tepe aştıktan sonra haşmetli bir karartı olarak Reşko belirdi yukarılarda. Batıya yatan güneş, dağın önüne ışıktan tül bir perde germişti adeta. Zirveyi seçmek çok zordu.
ANKA EŞLİĞİNDE KEŞİF
Berekeşk Vadisi’nden itibaren kulağımda bir vınlama yankılanıp duruyordu. Çevremi seyretmekten, tempolu yürüme telaşından sesin kaynağı üstüne düşünme fırsatı bulamamıştım... Tepemizde dönüp duran insansız hava aracı, muhtemelen TSK’ya ait bir Anka olmalıydı. Birkaç gün önce Sat Gölleri’nde karşılaştığım gerilla “Gündüz görülmezler, çünkü hep batıdan ve güneşi arkalarına alarak gelirler” demişti. Yine de başımı kaldırıp gökyüzünü kolaçan etmeden duramadım. İşte oradaydı, kuzeybatı zirvelerinin hizasında. Üstümüzde çember çizip duruyordu. “Madem ki gözetleniyoruz, kaza geçirirsek haber vermek kolay olur” deyip rahatlattım kendimi.
ÖNCE OTLADIK SONRA TIRMANDIK
Yaklaşık 2.5 saatlik yürüyüşün ardından hedefimize ulaşmış, Reşko zirvesinin altındaki İzbırak Buzulu’nun eteklerine gelmiştik. 400 metre kadar tırmanıp bugüne kadar çok az kişinin gördüğü buzul şelalelerine ulaşacaktık. Vadinin sonu, yani Hakkari’ye açıldığı söylenen mağara da uzaktan görünmüştü. Kahraman muzip bir ifadeyle “Şimdi otlayacağız arkadaşlar” dedi. “Bu bitkinin yaprakları nefes açar.” Rehberimizin önerdiği körpe yaprakları atıştırıp, zorlu tırmanışa hazırladık kendimizi.
Güneş batı ufkunda iyice yatmış, vadinin doğu yakasındaki dağlar altın rengi ışığın altında farklı bir görünüm kazanmıştı. Ne de olsa Alplerden Himalayalara uzanan dağ şeridindeydik ve bu görkemli doğa anıtlarının kardeşini keşfe çıkmıştık. Çevremizde ikisi 4 bin, ikisi ise 3900 metre irtifada dağlar vardı. Kimileri çimden örtülere sarınmış, altın rengi ışıkla yıkanıyor, cenneti tasvir eden manzaralar oluşturuyordu. Ayağımızın altındaki tepe gittikçe dikleşmişti, bizi birkaç adımda bir nefeslenmek için durmaya zorluyordu.
ÜÇÜ BİR YERDE
Nihayet Reşko’nun buzul şelalelerinden en büyüğü göründü. 2950 metre irtifaya ulaşmıştık. Sülavka Mazın (Büyük Şelale) neredeyse 50 metrelik bir kaya blokunun üstünden gürül gürül akıyordu. Fotoğrafçı arkadaşlarım heyecanla büyük şelaleye koşarken ben sağındaki dik yamaçtan tırmanmaya devam ettim. İri yapraklı yaban otlarına tutunarak 50 dereceyi aşkın eğimde kâh emekleyerek, kâh sürünerek yarım saatte balkona ulaştım. Geniş bir buzul gölü hayal etmiştim şelalenin arkasında, fakat sadece Sülavka Navi’yi (Orta Şelale) görebildim. Buzulun kıyısındaki küçük gölün donduran suyuna ayaklarımı sokup bir süre dinlendim. Kayalık zemindeki izlere bakılırsa buzul son yıllarda en az 50-60 metre yukarılara çekilmişti. Küresel ısınma felaketini ciddiye almayanların görmesi gerekirdi bu manzarayı.
Biraz daha yükselmeyi, Sülavka Pücük’e (Küçük Şelale) gitmeyi denerken, arkalardan yetişen rehberimiz Kahraman seslendi. Buzul çatlakları konusunda uyardı. Bir anda 10 metrelik yarığa yuvarlanmak mümkündü...
Kızılgöl, Orta Şelale’nin hemen üstündeydi. Uyarılara aldırmayan bir arkadaşımız hızla çıktı, fakat hava sıcaklığının yeterli noktaya ulaşmaması nedeniyle sudaki dönüşüm tamamlanmamış, su sadece uçuk kırmızı bir renk almıştı.
Bir taşa oturup karşıdaki dağları, vadinin bittiği noktadaki mağaranın girişini, büyük bir enerjiyle akan şelaleleri, karşıdan gelen ışıkta parlayan buzulu, tül perdesinin ardındaki Reşko zirvesini izledim. Zamanımız kalmadığı için mağaraya gitmeyecektik. Zaten kısmen yıkıldığı, mayınlandığı söyleniyordu. Yani prehistorik resimler tehdit altındaydı... Kim bilir belki bir gün Reşko’ya çıkmak için yine gelecektim Cilo Dağları’na... Mağara da gezilebilir hale gelebilirdi o zamana kadar...
Dönüş saati gelmişti. Sarp kayalardan inip, coşkuyla akan derelerden geçip hava kararmadan kamp alanına ulaşmamız gerekiyordu, elimizi çabuk tutmalıydık. Anka hâlâ tepemizde vınlayarak daireler çiziyordu. Şelaleler önünde fotoğraf çektiren arkadaşlarıma seslenip gökyüzünde parlayan insansız gözlem uçağını gösterdim. “Haydi hep birlikte el sallayalım” dedim. Toplanıp birkaç dakika Anka’ya el salladık. İHA o anda ortadan kayboldu, dağlar huzura kavuştu... Bizler de...
Yine de yazının sonuna mesajımı eklemeden geçemeyeceğim: 18 Temmuz’da Reşko’da uçan İHA’nın sayın pilotu lütfen çektiğiniz fotoğrafı gönderir misiniz?
İLK ÇIKANLAR ALMANLAR
Hakkâri’de güneybatı – kuzeydoğu doğrultusunda uzanan Cilo Dağları, Güneydoğu Toros Kıvrım Dağları’nın en doğu ucu. Sıradağların en yüksek dorukları Reşko (4135 metre), Erinç Tepe (4116 metre), Bobek (3980 metre), Poyraz Tepe (3900 metre), Kurtdağı (3572 metre), Sümbüldağı (3467 metre). Dağlarda ocak-mart arasında kış tırmanışları yapılıyor. Hazirandan eylüle doğa yürüyüşçüleri bölgeye geliyor. Reşko zirvesine ilk çıkan bir Alman ekip. 1931’deki Ludwig Sperlich ve Ludwig Krenek tırmanışını ertesi yıl Berlin Üniversitesi’nden Doç. Hans Bobek’in araştırma yürüyüşü izledi. Kış tırmanışı yapan ilk Türkler ise 1982 Martı’nda dağa çıkan Kemal Çapa ve Muzaffer Özdemir.