GeriSeyahat Otostopçu Muhammed
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Otostopçu Muhammed

Otostopçu Muhammed

En son üniversitedeyken otostop çekmiştim. Yalnızken hiç cesaret edemedim. Hep birkaç kişi olurduk. Bunlardan biri mutlaka erkek olurdu.

Okul bitti, iş hayatı başladı. 10 yıllık iş hayatımın sekiz yılı otobüs ve servislerde geçti. İki yıl önce bir arabam oldu. Otobüs-servis stresi bitti, “şoförlük” stresi başladı.

 

Şoför olunca yollara daha fazla dikkat ediyorsunuz. İstanbul’da otostopçuların birkaç mekânı var. Üniversitelere yakın alanlarda öğrenciler, Maslak-TEM bağlantısında işçiler, Merter, Şirinevler, Taksim ve muhtelif otoban kenarlarında abaza Türk erkeklerine bedenini satarak geçinen kadınlar ve kadın olmak isteyen (bazen de olan) erkekler var.

 

* Tembih listesi

 

Geçen haftaya kadar arabama hiç otostopçu almamıştım. Çünkü “İstanbul gibi yerde” arabanıza birini almak yaşam sürenizden beden sağlığınıza, mali durumunuzdan sinir sisteminize kadar pek çok “varlığınızı” tehlikeye atabilir. Bu nedenle şoför koltuğuna oturanlar (özellikle de kadınsa) sürekli “tembihli” gezer. Tembih listesi şöyle:

 

-        Arabana otostopçu alma,

-        Arabanı durdurmak isteyen olursa hiç durma, hızla yoluna devam et,

-        Yolda ağzından köpükler çıkaran, sara nöbeti, kalp krizi geçiren, doğurmak üzere olan birini görürsen durma,

-        Arabanı sıkıştıran olursa yol ver gitsin, muhatap olma,

-        Trafikte sinirlenme, bağırıp çağırma, çünkü çoğu şoförde silah var,

-        Minibüslere, taksilere bulaşma, tartışma, kafana İngiliz anahtarı yersin,

-        Belediye otobüslerine yol ver, o sana çarpsa da parasını sen ödersin,

-        Sol şeridi ‘ayılara’ bırak, asla oradan gitme (seninki orta şerit),

-        Geceleri ara sokaklardan gitme,

-        Geceleri varoş semtlerinden gitme…

 

Liste uzar gider. Bu nedenle İstanbul gibi yerde “iyi ya da kötü insan olmayı” bırakırsınız, yalnızca evinize sağlam dönmeye çalışırsınız.

 

* Listeyi deldim

 

Ben “otostopçu almama” kuralını geçen hafta deldim. İyi mi yaptım bilmiyorum ama kötü mü yaptım, hayır.

 

Bahçelievler’deki evim tamirde olduğu için kısa süreliğine bir arkadaşımın evinde, Bahçeşehir’de yaşıyorum. Bilmeyenler için Bahçeşehir’in tanımı şöyle: Emlak Bankası tarafından yaptırılan bloklardan oluşan, 25 bin kişilik nüfusa sahip, mükemmel bir şehir planlaması olan, girişinde, çıkışında güvenlik görevlileri bulunan, gelir düzeyi ortanın üzerinde (B Grubu) ve yüksek insanların (A Grubu) yaşadığı bir kent.

 

Başka bir tanımı da şu olabilir: İnsan ilişkilerinin fazla gelişkin olmadığı, aynı apartmanda yaşayanların bile birbirini tanımadığı, asansörde karşılaşanların kuru bir “günaydın” dışında cümle kurmaya yanaşmadığı, apartmanlarda tek sohbetin bina sakinleri ile kapıcılar arasında yaşandığı bir yer.

 

Bahçeşehir’e en yakın iki yerleşim alanı Esenkent (hemen bitişiğinde) ve Altınşehir (2 km uzaklıkta). Altınşehir tembih listesinde yer alan semtlerden. Suç oranının (özellikle cinayet ve gasp) çok yüksek olduğu, gecekondularla dolu, gece dolaşmanın büyük cesaret istediği bir semt.

 

Bahçeşehir ve Esenkent “sakinleri” şehre inmek istediklerinde otobanı kullanırlarsa 10 km’lik yol için 1.5 milyon TL para ödemek zorunda kalıyorlar. Bu nedenle gişeler çiçekçi, sakızcı, sucu, simitçi çocuklarla dolu. Bu iş sektörleştiği için gördüğünüz çocuklar hep aynı.

 

* Otostopçu çocuklar

 

Geceleri geç saatte evden dönüyorsanız yollarda otostop çeken çocuklar görüyorsunuz. Bunlar 14-15 yaşlarında üstü başı dökülen, “neden orada olduklarını anlayamadığınız” çocuklar. Çünkü otostop çektikleri yer Bahçeşehir’e 500 metre uzaklıkta. Bulundukları yerde bir şey satmalarına da imkân yok.

 

Fenerbahçe-Manchester United maçının olduğu gece 22.00 sularında eve dönüyordum. Fenerbahçe sürekli gol yiyordu. Spiker sürekli hakeme verip veriştiriyordu. Galatasaraylı olduğum için “üzülmediğimi” itiraf etmeliyim.

 

Birden küçük bir otostopçu gördüm. Beni ne durdurdu bilmiyorum ama durdum ve onu arabaya aldım. Ön koltuğa oturdu. Ayağında, küçük ayaklarına büyük gelen bir terlik, üzerinde pislik içinde bir gömlek ve pantolon, saçı düz ama elektrik verilmiş gibi dik dik, yüzü gözü elleri simsiyah, pislikten kokan bir çocuk.

 

Altınşehir’e gidiyormuş. Adı Muhammed’miş. 15 yaşındaymış.

 

* Adanalı Muhammed

 

Elini tutuyordu. “Ne oldu?” diye sordum. Dayak yemiş. Muhammed, yol kenarlarına atılan kola kutularını toplayıp satarak hayatını kazanıyor. Kutuları toplandıkları günün akşamında demirciler alıyor. Kilosuna 250 bin lira veriyorlarmış. Muhammed günde 3-4 milyon lira kazanıyormuş. O günkü kutularını bir grup çocuk elinden almış. Alırken de bir güzel dövmüşler, sopayla ellerine vurmuşlar.

 

Hemşerim çıktı Muhammed. Adanalı. O küçükken İstanbul’a gelmişler. Bir süre sonra babaları onları terk etmiş. Şimdilerde Ümraniye’de oturuyormuş. Babası onları terk edince ilkokul üçten okulu terk etmiş. O zamandan beri sokaklarda çalışıyor. Annesi ve altı yaşındaki kardeşi Yıldız’la ayda 75 milyon lira kira ödedikleri gecekonduda yaşıyorlar.

 

Annesi hafta sonlarında Bahçeşehir’e temizliğe geliyormuş. Hafta arası ne yaptığını soramadım. Belki yanıttan korktum, belki de Muhammed’i üzmekten… Evlerinde telefon yokmuş. “Annen merak etmez mi seni” diyorum. “Etmez, geç geleceğimi biliyor” diyor.

 

Eli çok kötü durumda, doktora götürmeye karar veriyorum. Altınşehir’de bir klinik varmış. Buluyoruz kliniği…

 

* Doktorun iltifatları!

 

Klinik boş sayılır. Görevliler sürekli bana ve ona bakıyor. Ben ne kadar “sterilsem”, Muhammed o kadar “kirli”. Önce bir şey soramıyorlar. Elinin röntgenini çekiyorlar. Röntgeni alıp 30 yaşlarındaki doktorun yanına giriyoruz. Doktor cesaretini toplayıp soruyor:

-        Altınşehir’de mi oturuyorsunuz?

-        Hayır, Bahçeşehir’de…

-        Tahmin etmiştim zaten. Ben hiç buralarda sizin gibi bir bayan görmedim.

-        ???

-        Çocukla ne ilginiz var?

-        Yolda buldum, aldım.

-        Büyük cesaret valla! Büyük cesaret!

 

Meraklı doktorun kendince iltifatları beni zerre kadar etkilemiyor. Bu arada doktor Muhammed’e acıyor. Zuladan iki paket ağrı kesici veriyor. Bir de krem yazıyor. Neyse ki kırık yok elinde, yalnızca ödem olmuş. Kırık olsa orada alçıya almıyorlarmış, hastane bulmamız lazımmış.

 

* Ne eczane var ne de banka

 

Muhammed’le nöbetçi eczane aramaya koyuluyoruz. Arabadan inip, nöbetçi eczane bilgisi için kapalı eczanelerin camına bakmaya cesaret edemiyorum. Saat ilerliyor, gece yarısına doğru geliyor, sokaklarda tuhaf tipler geziyor. Cebimde beş kuruş para yok. Para çekerim, Muhammed’e veririm, kremini ertesi gün alır, diyorum kendi kendime.

 

Civarda banka da yok. “Peki cereyan (elektrik) faturalarını nereye ödüyor insanlar” diyor Muhammed. Aklıma gelen tek parlak fikir, 10 km yol yapıp Güneşli’ye gitmek. Halbuki Bahçeşehir daha yakın. Orada da bankalar var ama kafam çalışmıyor.

 

Güneşli’ye doğru gidiyoruz. Muhammed ilk kez ben sormadan bir şeyler anlatıyor. Şehir efsaneleri bunlar. Yol üzerinde göl var. Bu gölün altında cami varmış. Hala minaresi görünürmüş. O ilkokuldayken kaçıp, camiye bakmaya gelirlermiş…

 

* Yalan oyunu

 

Bankayı buluyoruz. Ben para çekerken, o arabada bekliyor. Ona 10 günlük geliri kadar para ödüyorum. Kremini almayacağını bile bile… Sanki aramızda küçük bir “yalan oyunu” oynuyoruz. Ben onun parayla krem almayacağını biliyorum, o benim krem alacağını düşündüğümü sanıyor.

 

Dönüş yoluna giriyoruz. Aklımca ona nasihat ediyorum. “Çalışmak ayıp değil… Çok çalışırsan kazanırsın… Babam senden daha küçükken sokaklarda gazete satıyormuş.. Tekstil fabrikaları hep adam arar, onlara girmeye çalış…”

 

Bir sürü anlamsız cümle kuruyorum. Sesi çıkmıyor. Kendimi duvara konuşuyormuş gibi hissediyorum.

 

Bu arada Fener sürekli gol yiyor. Muhammed Galatasaraylıymış ama Fener’in durumuyla ilgili espri yapmak bile çok saçma geliyor. Bir kez maça gitmiş. Atatürk Olimpiyat Stadı’na. İnsanların yol tıkandığı için dağları tepeleri tırmanıp stada gelmelerine çok şaşırmış. “Kadınlar, çocuklar bile yollardan tırmanıyordu” diyor. Normalde asla böyle bir şey yapmayacak insanların maçı izlemek için yapmalarına çok şaşırmış.

 

* Şahin Tepesi

 

Muhammed, Altınşehir’in tepelerinde oturuyor. Oturduğu yerin adı Şahin Tepesi. Bozuk yollardan giderek bir tepeyi tırmanıyoruz. Adeta dağ başı. Sağımız uçurum. Dağ başında bir okul görüyoruz. Gece yarısı okulun ışıkları açık, zilleri çalıyor.

 

Okulun önünde inmek istiyor. İnmeden önce bana nasihatte bulunuyor. Tembih listeme yeni bir madde daha ekliyorum.

 

“Aman abla, yolda doğurmak üzere olan hamile kadın, ölmek üzere olan adam, çocuk, hayvan falan görürsen sakın durma, geç git… Araçları durdurup soyuyorlar” diyor Muhammed. Onu indiriyorum. Elinde röntgeni var, sıkı sıkı tutuyor.

 

Hayatında yol, adres bulamayan ben dönüş yolunu bulmaya çalışıyorum ve buluyorum. Benzinim bitmiş. Banka, eczane, hastane olmayan Altınşehir’de bir sürü benzinci var. Birine giriyorum. Benzincide tuhaf müşteriler var. Bir sarhoş, bir asabi adam. Sürekli pompacıları azarlıyorlar. Benzini alıp, yolun tarifini öğrenip eve dönüyorum. Hayatımda belki de ilk kez yolu şaşırmıyorum.

 

Evdeyim. Kafam karışık. Fenerbahçe altı tane yemiş. İki saat öncesine kadar bu sonuç beni ilgilendirse de o an hiçbir anlam taşımıyor. “Altınşehir’deki yüzlerce çocuk Fenerbahçe’den çok daha kötü durumda” diye düşünüyorum. Çünkü rövanş şansları hiçbir zaman olmayacak.

 

Muhammed’e kartımı verdim ama aramayacağını biliyorum. Zaten hemen ertesi gün (ve sonraki günlerde) onu yeniden görüyorum. Elinde sargısı yok, otostop çekiyor. Muhammed gol yemeye devam ediyor.

 

mkilic@yenibir.com

False