Son Güncelleme:
Moai’ler her an canlanıp ayağa kalkacakmış gibiydi
Paskalya Adası, Şili’nin 3700 kilometre batısında, Pasifik Okyanusu’nun ortasındaki Polinezya adalarından biri. Gökçeada’nın yarısı büyüklüğündeki bu kara parçası üç volkanın patlamasıyla oluşmuş. Üstündeki volkanik taşlardan yapılmış esrarengiz 887 dev heykel nedeniyle 1995’ten bu yana UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde. Bugünlerde yazı yaşayan adaya Hürriyet Seyahat okuru, yazılım geliştirme uzmanı Serkan Köktürk gitti, anıtları fotoğrafladı, izlenimlerini yazdı.
Kuzey Patagonya’nın ufak kıyı kasabası Poerto Montt’ta, Paskalya Adası’na giden tek havayolu şirketinin basık ofisinde oturmuş yağmurdan ıslanan buğulu camdan gri bulutlara bakıyorum. Patagonya’nın yaklaşan soğuğuna giydiğim polar bile kâr etmiyor artık. Masadaki kadın klavyeyi tıkırdatıp ekranda çıkan yazıları okudu. Sonra bana döndü: “Maalesef, 20 günden önce yerimiz yok. Sadece yarın sabahki uçuşta bir kişilik boş yer var, o da business class.” Normalde biraz düşünüp karar vermem gerekir. Hemen ücretini ödeyip gidiş-dönüş biletini alıyorum. Gracias. Ve kadından bir soru: “Başkent Santiago buradan otobüsle 12 saat uzaklıkta. Otobüs biletinizi aldınız mı, uçağa yetişebilecek misiniz?“ Allah Kerim İspanyolca nasıl denir bilmiyorum ki...
OTOBÜS BOZULDU, GECE DAĞBAŞINDA KALDIK
Otobüse bindiğimde düşünüyorum: Her şey yolunda giderse, yani otobüs zamanında varırsa, çantamı alıp servise koşturabilirsem, servis hemen hareket ederse uçağa yetişebileceğim. Ne güzel. Hayatın hesaplanabilir olduğu yanılgısı işte... Oysa o sırada şoförümüz motordan gelen hırıltıları dinliyor. Birazdan elinde takım çantasıyla bir tamirci geliyor, yolcuların arasına oturuyor. Yola çıkıyoruz.
Gecenin bir yarısı ışıklar yandı, otobüs yavaşça karanlık ve tenha yolun kenarına yanaşıp durdu. Tamirci vazife başına geçti. Fakat motor son nefesini verirmişcesine garip sesler çıkarıp derin bir sessizliğe gömüldü. Telaşla muavine sabah uçağa yetişmem gerektiğini söyledim. Cevap kısaydı: “Yapacak bir şey yok amigo. Seni gelen ilk araca bindirmeye çalışırım.” Yol kenarında beklemeye başladım. Ayazlı Patagonya gecesinde dakikalar geçmek bilmiyordu. Kendimi uçakta hayal ediyordum sürekli. Derken hızır turizmin otobüsü geldi, boş bir koltuğa oturdum, kafamı cama yasladım. Gerisi Allah Kerim...
Otobüs Santiago’ya girdiğinde şafak söküyordu. Bir türlü yanaşacak yer bulamadı, şoförü yolculardan ayıran kapı da açılmadı. 15 dakika sonra açıldığında, ayağımı yere bastığım anda ilk karşıma çıkan orta yaşlı bir taksiciydi. Sırt çantamı kapıp taksiye attım, siste araçları sollayarak havaalanına doğru koşumuz başladı. Terminale vardığımda sırada birkaç yolcu kalmıştı. İşlemleri tamamlayıp uçağa atladım.
VOLKANDAKİ VAHŞİ ATLAR
Paskalya Adası’na ilk ayak basan Hollandalı kâşifler, bu manzara karşısında acaba ne düşünmüştü? Rapa Nui ya da daha bilinen adıyla Paskalya Adası en yakın yerleşim biriminden 2 bin kilometre uzakta, dünyanın en ücra, en izole kalmış coğrafyalarından. Bu volkanik ada, Güney Pasifik’in tam ortasında olmasa da, Polinezya’nın en sonunda, kabaca Yeni Zelanda ile Güney Amerika kıtasının arasında kalıyor. Şili’ye bağlı bu küçük volkanik kara parçası anakaradan 3700 kilometre uzaklıkta. Tek yerleşimi Hanga Roa, irice bir köy. Adada İspanyolca ve Doğu Polinezya lehçesi olan yerel dil konuşuluyor.
Pasifik ortasındaki bu kara parçasını bugün sönmüş olan volkan yaratmış: Rano Aroi, Rano Kau ve Rano Raraku. Bunların dışında birkaç ufak krater var. Moai’leri çıkardıkları Volkan Rano Raraku adanın doğusunda, denize yakın. Volkana yakın olan Ahu Tongariki, en çok moai’nin bir arada olduğu ahu. Bazılarının boyu 10 metreyi geçen 15 moai denize sırtını dönmüş, ellerini göbeklerinin altında birleştirmiş, suskun bekliyor. Heykelleri çevreleyen basamaklı ve eğimli platformların arkaları düz. Platformun biraz ilerisinde, yerdeki volkanik kayalara adadaki animist kuş-adam kültünü yansıtan çeşitli şekiller, insan yüzleri, büyük balıklar, deniz kaplumbağaları işlenmiş. Adadaki dört bine yakın petrogliflerin, yani kayaoymaların bazıları mağaraların içlerinde, bazıları da platformların arkalarında kalıyor.
Ahu Tongariki’den başlayarak kıyı boyunca bir kaç kilometre arayla ondan fazla ahu var. Sadece birkaçı yapıldıkları şekliyle kalabilmiş. Büyük çoğunluğu Pasifik’in şiddetli depremlerinde ya da sonrasında oluşan tsunamilerde yıkılıp parçalanmış. Bazılarında sadece platform ayakta kalabilmiş, koskoca heykeller geçmiş heybetlerini arar bir halde yüzüstü kapaklanmış, kırılmış, parçalanmış.
Volkan Rano Raraku’nun eteklerine geldiğimde henüz daha sabah saatleriydi. Bulutlu, sıcak, boğucu bir hava var. Yukarı doğru, dar toprak yolda yürümeye başladım. Kraterinin eteklerinde, topraktan başlarını uzatmış onlarca heykel, kalın kaşları, kısık, soğuk gözleriyle insana canlıymışcasına bakıyor. Bir an için canlanıp ayağa kalkıverecek gibi halleri var. Sanki kımıldayıp ayağa kalkacak gibiler. Bazıları ise kayaların arasına kazılmış mezarında, derin uykuya yatmış taştan gulyabanilere benziyor.
Onları geride bırakıp kraterin içine girmek için yukarıya doğru çıkan keçi yolunu tırmandım. Büyük volkan kraterinin ağzından içeri, dik yokuşu inip, kraterin öbür ucundaki vahşi at sürüsü beni farketmeden ince, kumluk bir patikayı takip ettim. Kraterin içinde, yerden bitmişcesine duran heykeller 3-4 metrelik başları ve toprağa gömülmüş bedenleriyle sessizce, yüzlerce yıllık bir bekleyişin ardından sıranın onlara da gelip çıkarılmayı bekliyorlar gibiydi. Gün batımınına kadar aralarında dolaştım, bazen durup dinlendim. Nihayet güneş batmak üzere alçaldığında moai’lerin görüntüleri de esrarengiz siluetlere dönüşüyor, batmakta olan güneşin arkadan vuran ışığı onlara benzersiz bir görüntü veriyordu.
DIOS ES GRANDE AMİGO
Geldiğimin üçüncü günü Ahu Akivi ya da adanın kuzeyindeki güzelim plajlara tekrar gitme konusunda kararsız kaldım. Ahu Akivi biraz daha adanın içlerinde kalıyor. Aslında her ikisine de gitmek istiyorum istemesine de, aynı gün içerisinde biraz zor gözüküyor. “Allah Kerim” deyip köyün dışındaki asfalt yoldan yürümeye başladım. Belki yarım saat, belki 45 dakika kadar yürüdükten sonra yanımda bir cip durdu. Adadaki yerlilerden biri. Ahu Akivi‘ye gidiyormuş. Beni ahu’nun hemen önünde indirip gerisin geri döndü, daha ince patika bir yoldan devam edip gözden uzaklaştı. Civarda kimsecikler yok. Denizi seyreden moai’ler, masmavi deniz, zümrüt yeşili çayırlar ve benden başka. Çok hafiften, insanın yüzünü okşayan bir meltem esiyor. Ana yola çıkan toprak yolda henüz gelmiştim ki, bir başka cip yanımda durdu. Plaja gittiğini söyledi. İyi birine benziyor. Yolda konuşmaya başladık.
“Bundan sonra nereye gideceksin” diye sordu. Sıraladım: Bolivya, Peru, Macchu Picchu... “Güzel, güzel... Ama kendine dikkat et oralarda!” Ne diyebilirdim ki... “Dios es grande, amigo... Dios es grande.”
HEYKELLERİN GÖZÜ KÖYDE
Adayı Pasifik’te benzersiz, masalsı kılan en önemli özelliği dev taş heykelleri. Moai denilen ve volkanik kayalardan oyularak yapılan bu heykellerin 400 ila 1700’lü yıllar arasında yapıldığı tahmin ediliyor. Uzaktan benzer dursalar da her biri farklı özellikte işlenmiş. Adadaki Kısa Kulak ile Uzun Kulak kabilesinin şefleri ve ileri gelenleri zevatları adına yapılmışlar. Biri diğerine benzemiyor. 887 heykelin en büyüğü 21 metre yüksekliğinde, en ağırı 165 ton. Araştırmacılar, bu heykellerin her birini volkanda işleyip ahu adı verilen platformlara yerleştirmek için 180 ila 250 kişi gerektiğini hesaplamış. Törensel platformların birkaç özelliği var: Moai’lerin yüzleri deniz yerine Hanga Roa’ya çevrilmiş. Tek istisna adanın içlerindeki Ahu Akivi’dekiler: Çayırın ortasındaki moai’ler yüzlerini denize çevirmiş.
PLAJLARI KUZEY KIYISINDA
Volkanik bir ada olduğu için Rapa Nui’nin kıyıları girintili çıkıntılı, yanmış siyahlı-kırmızılı renkte kayalıklarla çevrili. Zamanın ateşten lav nehirlerinden geriye bu soğuk, sert ve şekilsiz kayalar kalmış. Pasifik’in iri dalgaları önce yükseliyor, kıvrılırken bir anlığına da olsa inanılmaz güzel, daha önce hiç görmediğim beyaz, turkuvaz arası bir renge dönüşüyor ve kayalara her çarptığında bembeyaz köpükleri metrelerce yükseğe çıkıyor.
Denize girilebilecek Anekena plajı ve onun hemen yakınlarında, yarların kenarlarından, uçurum diplerinden de olsa yürüyerek geçtiğim Ovahe plajı adanın kuzeyinde. Her ikisi de bembeyaz kumları, sakin, cam gibi berrak deniziyle gözalıcı. Az ötede duran Ahu Nau Nau’daki beş moai, palmiyelerin çevrelediği plajın arkasında, denize sırtını dönmüş yemyeşil bir ovaya bakıyor. Hemen yanlarında ise, tek başına bir başka moai, Ahu Ature Huki var. Adanın yeni yetmeleri küçük sörf tahtalarıyla okyanus sularında sörf yapıyor. Durup seyrettim. Hiç sıkılmadan, dakikalarca. Şimdi farkettim ki, Pasifik hayallerimdeki kadar güzelmiş.
OTOBÜS BOZULDU, GECE DAĞBAŞINDA KALDIK
Otobüse bindiğimde düşünüyorum: Her şey yolunda giderse, yani otobüs zamanında varırsa, çantamı alıp servise koşturabilirsem, servis hemen hareket ederse uçağa yetişebileceğim. Ne güzel. Hayatın hesaplanabilir olduğu yanılgısı işte... Oysa o sırada şoförümüz motordan gelen hırıltıları dinliyor. Birazdan elinde takım çantasıyla bir tamirci geliyor, yolcuların arasına oturuyor. Yola çıkıyoruz.
Gecenin bir yarısı ışıklar yandı, otobüs yavaşça karanlık ve tenha yolun kenarına yanaşıp durdu. Tamirci vazife başına geçti. Fakat motor son nefesini verirmişcesine garip sesler çıkarıp derin bir sessizliğe gömüldü. Telaşla muavine sabah uçağa yetişmem gerektiğini söyledim. Cevap kısaydı: “Yapacak bir şey yok amigo. Seni gelen ilk araca bindirmeye çalışırım.” Yol kenarında beklemeye başladım. Ayazlı Patagonya gecesinde dakikalar geçmek bilmiyordu. Kendimi uçakta hayal ediyordum sürekli. Derken hızır turizmin otobüsü geldi, boş bir koltuğa oturdum, kafamı cama yasladım. Gerisi Allah Kerim...
Otobüs Santiago’ya girdiğinde şafak söküyordu. Bir türlü yanaşacak yer bulamadı, şoförü yolculardan ayıran kapı da açılmadı. 15 dakika sonra açıldığında, ayağımı yere bastığım anda ilk karşıma çıkan orta yaşlı bir taksiciydi. Sırt çantamı kapıp taksiye attım, siste araçları sollayarak havaalanına doğru koşumuz başladı. Terminale vardığımda sırada birkaç yolcu kalmıştı. İşlemleri tamamlayıp uçağa atladım.
VOLKANDAKİ VAHŞİ ATLAR
Paskalya Adası’na ilk ayak basan Hollandalı kâşifler, bu manzara karşısında acaba ne düşünmüştü? Rapa Nui ya da daha bilinen adıyla Paskalya Adası en yakın yerleşim biriminden 2 bin kilometre uzakta, dünyanın en ücra, en izole kalmış coğrafyalarından. Bu volkanik ada, Güney Pasifik’in tam ortasında olmasa da, Polinezya’nın en sonunda, kabaca Yeni Zelanda ile Güney Amerika kıtasının arasında kalıyor. Şili’ye bağlı bu küçük volkanik kara parçası anakaradan 3700 kilometre uzaklıkta. Tek yerleşimi Hanga Roa, irice bir köy. Adada İspanyolca ve Doğu Polinezya lehçesi olan yerel dil konuşuluyor.
Pasifik ortasındaki bu kara parçasını bugün sönmüş olan volkan yaratmış: Rano Aroi, Rano Kau ve Rano Raraku. Bunların dışında birkaç ufak krater var. Moai’leri çıkardıkları Volkan Rano Raraku adanın doğusunda, denize yakın. Volkana yakın olan Ahu Tongariki, en çok moai’nin bir arada olduğu ahu. Bazılarının boyu 10 metreyi geçen 15 moai denize sırtını dönmüş, ellerini göbeklerinin altında birleştirmiş, suskun bekliyor. Heykelleri çevreleyen basamaklı ve eğimli platformların arkaları düz. Platformun biraz ilerisinde, yerdeki volkanik kayalara adadaki animist kuş-adam kültünü yansıtan çeşitli şekiller, insan yüzleri, büyük balıklar, deniz kaplumbağaları işlenmiş. Adadaki dört bine yakın petrogliflerin, yani kayaoymaların bazıları mağaraların içlerinde, bazıları da platformların arkalarında kalıyor.
Ahu Tongariki’den başlayarak kıyı boyunca bir kaç kilometre arayla ondan fazla ahu var. Sadece birkaçı yapıldıkları şekliyle kalabilmiş. Büyük çoğunluğu Pasifik’in şiddetli depremlerinde ya da sonrasında oluşan tsunamilerde yıkılıp parçalanmış. Bazılarında sadece platform ayakta kalabilmiş, koskoca heykeller geçmiş heybetlerini arar bir halde yüzüstü kapaklanmış, kırılmış, parçalanmış.
Volkan Rano Raraku’nun eteklerine geldiğimde henüz daha sabah saatleriydi. Bulutlu, sıcak, boğucu bir hava var. Yukarı doğru, dar toprak yolda yürümeye başladım. Kraterinin eteklerinde, topraktan başlarını uzatmış onlarca heykel, kalın kaşları, kısık, soğuk gözleriyle insana canlıymışcasına bakıyor. Bir an için canlanıp ayağa kalkıverecek gibi halleri var. Sanki kımıldayıp ayağa kalkacak gibiler. Bazıları ise kayaların arasına kazılmış mezarında, derin uykuya yatmış taştan gulyabanilere benziyor.
Onları geride bırakıp kraterin içine girmek için yukarıya doğru çıkan keçi yolunu tırmandım. Büyük volkan kraterinin ağzından içeri, dik yokuşu inip, kraterin öbür ucundaki vahşi at sürüsü beni farketmeden ince, kumluk bir patikayı takip ettim. Kraterin içinde, yerden bitmişcesine duran heykeller 3-4 metrelik başları ve toprağa gömülmüş bedenleriyle sessizce, yüzlerce yıllık bir bekleyişin ardından sıranın onlara da gelip çıkarılmayı bekliyorlar gibiydi. Gün batımınına kadar aralarında dolaştım, bazen durup dinlendim. Nihayet güneş batmak üzere alçaldığında moai’lerin görüntüleri de esrarengiz siluetlere dönüşüyor, batmakta olan güneşin arkadan vuran ışığı onlara benzersiz bir görüntü veriyordu.
DIOS ES GRANDE AMİGO
Geldiğimin üçüncü günü Ahu Akivi ya da adanın kuzeyindeki güzelim plajlara tekrar gitme konusunda kararsız kaldım. Ahu Akivi biraz daha adanın içlerinde kalıyor. Aslında her ikisine de gitmek istiyorum istemesine de, aynı gün içerisinde biraz zor gözüküyor. “Allah Kerim” deyip köyün dışındaki asfalt yoldan yürümeye başladım. Belki yarım saat, belki 45 dakika kadar yürüdükten sonra yanımda bir cip durdu. Adadaki yerlilerden biri. Ahu Akivi‘ye gidiyormuş. Beni ahu’nun hemen önünde indirip gerisin geri döndü, daha ince patika bir yoldan devam edip gözden uzaklaştı. Civarda kimsecikler yok. Denizi seyreden moai’ler, masmavi deniz, zümrüt yeşili çayırlar ve benden başka. Çok hafiften, insanın yüzünü okşayan bir meltem esiyor. Ana yola çıkan toprak yolda henüz gelmiştim ki, bir başka cip yanımda durdu. Plaja gittiğini söyledi. İyi birine benziyor. Yolda konuşmaya başladık.
“Bundan sonra nereye gideceksin” diye sordu. Sıraladım: Bolivya, Peru, Macchu Picchu... “Güzel, güzel... Ama kendine dikkat et oralarda!” Ne diyebilirdim ki... “Dios es grande, amigo... Dios es grande.”
HEYKELLERİN GÖZÜ KÖYDE
Adayı Pasifik’te benzersiz, masalsı kılan en önemli özelliği dev taş heykelleri. Moai denilen ve volkanik kayalardan oyularak yapılan bu heykellerin 400 ila 1700’lü yıllar arasında yapıldığı tahmin ediliyor. Uzaktan benzer dursalar da her biri farklı özellikte işlenmiş. Adadaki Kısa Kulak ile Uzun Kulak kabilesinin şefleri ve ileri gelenleri zevatları adına yapılmışlar. Biri diğerine benzemiyor. 887 heykelin en büyüğü 21 metre yüksekliğinde, en ağırı 165 ton. Araştırmacılar, bu heykellerin her birini volkanda işleyip ahu adı verilen platformlara yerleştirmek için 180 ila 250 kişi gerektiğini hesaplamış. Törensel platformların birkaç özelliği var: Moai’lerin yüzleri deniz yerine Hanga Roa’ya çevrilmiş. Tek istisna adanın içlerindeki Ahu Akivi’dekiler: Çayırın ortasındaki moai’ler yüzlerini denize çevirmiş.
PLAJLARI KUZEY KIYISINDA
Volkanik bir ada olduğu için Rapa Nui’nin kıyıları girintili çıkıntılı, yanmış siyahlı-kırmızılı renkte kayalıklarla çevrili. Zamanın ateşten lav nehirlerinden geriye bu soğuk, sert ve şekilsiz kayalar kalmış. Pasifik’in iri dalgaları önce yükseliyor, kıvrılırken bir anlığına da olsa inanılmaz güzel, daha önce hiç görmediğim beyaz, turkuvaz arası bir renge dönüşüyor ve kayalara her çarptığında bembeyaz köpükleri metrelerce yükseğe çıkıyor.
Denize girilebilecek Anekena plajı ve onun hemen yakınlarında, yarların kenarlarından, uçurum diplerinden de olsa yürüyerek geçtiğim Ovahe plajı adanın kuzeyinde. Her ikisi de bembeyaz kumları, sakin, cam gibi berrak deniziyle gözalıcı. Az ötede duran Ahu Nau Nau’daki beş moai, palmiyelerin çevrelediği plajın arkasında, denize sırtını dönmüş yemyeşil bir ovaya bakıyor. Hemen yanlarında ise, tek başına bir başka moai, Ahu Ature Huki var. Adanın yeni yetmeleri küçük sörf tahtalarıyla okyanus sularında sörf yapıyor. Durup seyrettim. Hiç sıkılmadan, dakikalarca. Şimdi farkettim ki, Pasifik hayallerimdeki kadar güzelmiş.