Markiz’den Adrasan’a Likyalıların izinde
Antalya’daki Teke Yarımadası’nın güney ucunda 977 metrelik Eren Tepe yükseliyor. Zirvesinden aşağıya bıçak gibi inen sırt Markiz Tepe’ye doğru alçalıp Gelidonya Feneri’nin önünde denize dalıyor. Uzantısı Beşadalar’ı oluştururken, Finike ve Antalya körfezlerini de bölüyor. Tarihi Likya Yolu’nun en güzel manzaralı yürüyüş parkurlarından biri bu tepenin eteğinde. Markiz Tepe - Adrasan parkurunda güneşli bir ekim günü yaklaşık altı saat yürüdüm. Patika çam, meşe korularının içinden geçiyordu. Doğa sonbahar yağmurlarıyla canlanmış, siklamenler açmıştı. Ciğerlerimi adaçayı, kekik, biberiye kokularıyla, hafızamı birbirinden güzel koy manzaralarıyla doldurdum.
Minibüsümüz Kumluca’dan çıkıp Şirlengiç mevkiinde toprak orman yoluna saptı. Sahil boyunca çamların arasından, ıssız koyların yamacından dolaşan bozuk yolda hoplayıp zıplayarak ilerliyorduk. Olimpos’tan kiraladığımız köy minibüsüne 20 kişi balık istifi doluşmuştuk. 20 kilometrelik bozuk yolu yaklaşık yarım saatte tamamladığımızda yürüyüşçülerin yarısı telef olmuştu. Kendilerini Korsan Koyu’nda denize atmayı tercih ettiler.
Kalanlarla orman yolundan ilerleyip, Likya Yolu tabelasının bulunduğu noktadan patikaya girdik. Hafif bir eğimle Dikice Burnu’ndan Markiz Tepe’nin eteklerine (507 metre) doğru tırmanıyordu. Korsan Koyu - Gelidonya Feneri güzergahı 3 kilometreydi. Yüksekliği 10 metreyi bulan çamların gölgesinde, mis gibi reçine kokusunu içimize çekerek, düşük tempoyla çıktık. Zemin çam yapraklarından, kahverengi bir halıyla kaplıydı. Kuytularda, tavşan kulaklarını andıran eflatun siklamenler kuru yaprakların arasından başlarını güneşe uzatmıştı.
Kısa fotoğraf molalarıyla 1 saatte Gelidonya Feneri’ne vardık. Deniz seviyesinden 220 metre yükseklikteki fenerin manzarası soluk kesiciydi. Markiz Tepe’den aşağıya inen sırt, suya girdikten hemen sonra birbiri ardına dizilmiş üç adacık oluşturmuştu. Yardımcı (Gelidonya) Burnu’nun 900 metre açığındaki isimsiz adacığı, 2.2 kilometre açıktaki ince, uzun Devecitaşı Adası izliyordu. Meşe makileriyle kaplı kaya parçacıklarına batılarındaki Ateş Adası ve güney batılarındaki Suluada’yla birlikte Beşadalar ismi verilmişti. Adaların hemen ardında, denizin derinliği 700 metrelere kadar iniyordu. Antalya ve Teke Yarımadası’nın en güney noktasıydı burası. Ters akıntıların karşılaştığı, fırtınada dev dalgaların oluştuğu adacıklar ilkçağda Kutsal Kayalar ismiyle anılıyordu, tarih boyunca pek çok gemiyi yutmuştu.
3200 YILLIK FENİKE GEMİSİ BURADA BULUNDU
Bodrum Müzesi’nde sergilenen Gelidonya Batığı da burada bulunmuştu. MÖ 1200’de Kıbrıs’tan kalay, kurşun, kristal yükleyip Anadolu kıyılarına doğru yola çıkan 20 metrelik Fenike yelkenlisi, kayalara çarpıp batmış ve 1950’lerde süngerciler tarafından keşfedilmişti. Pennsylvania Üniversitesi’nin sağladığı bütçe, ekiple çıkartılan gemi bilim dünyasında büyük yankı uyandırmış, içinden çıkan ağırlık birimleri ve aletlerle 3200 yıl öncesinin dünyasına ışık tutmuştu. Bölgede henüz keşfedilmemiş birçok batık olduğu söyleniyordu.
Fenerin arkasında, meşelerin gölgesine yapılmış ahşap sekilerde oturup soluklandık. Öğle sıcağında, pusların ardındaki adalar, çevresindeki lacivert sular vahşi, ürpertici güzellikteydi. Denizi yürüyüşe tercih eden grubumuz Korsan Koyu’na dönerken, biz dört yürüyüşçü, gönüllü rehberimiz Ankaralı mühendis Vedat Demiröz’le Adrasan’a doğru yola çıktık. 15 kilometrelik parkuru molalarla birlikte dört saatte geçmeyi planlıyorduk. Yol boyunca çeşme yoktu, yanımıza ikişer litre su almıştık.
Fenerin arkasındaki kayalıklardan Ortagözlek Tepesi’ne doğru yükseldik, Burçaklı Sırtı’nın altından denize paralel ilerledik, Dökük Koyu’nun üstünde mola verdik. Rotanın iki zorlu yokuşundan ilkini geride bırakmıştık. Dönüp Gelidonya Feneri’ne ve adalara baktığımızda, gördüğümüz manzara o kadar etkileyiciydi ki, bu bölgeden ayrılmakta zorlandık.
Aşağıdaki çamlar yerini zımparalanmış gibi pürüzsüz, kıpkırmızı gövdeleriyle sandalağaçlarına bırakmıştı. Zeytini andıran yabani meşeler çıplak kayaları kartal pençesi gibi kavramış, çamları deviren rüzgarlara meydan okuyordu. Yol boyunca devrilmiş birçok ağacın altından, üstünden, dallarının arasından geçtik. Şapkasının siperliğini çok indirip yola eğilmiş ağacı göremeyen arkadaşım kırık bir dala başını şiddetle çarptı. O anda hepimiz yürüyüşün bittiğini, hep birlikte en yakın hastanenin yolunu tutacağımızı düşündük. Alnı, birkaç dakika içinde, yarım ceviz büyüklüğünde şişti. Ve o anda küçük bir mucizeye tanık olduk. Reikici yürüyüş arkadaşımız parmaklarını şiş noktaya koydu, birkaç dakika hareketsiz durdu. Şiş yavaş yavaş inmeye başladı, bir saat sonra fındık kadar olmuştu.
60’LIK HOLLANDALILAR
Hititlerin dostu Likyalılar, iki bin yıl önce bu yolu kullanmıştı. Limra ve Gagai’yi en doğudaki Likya kenti Olimpos’a bağlıyordu. Kabak - Alınca parkurunun bazı bölümleri taş döşenmişken, bu rotanın patikaları tamamen topraktı. Kate Clow, 1999’da toplamı 509 kilometreye ulaşan parkuru işaretleyip, Likya Yolu’nu turizme kazandırmıştı. Ortalama 50 metre arayla beyaz ve kırmızı boyayla işaretlenen parkuru GPS cihazıyla da yürümek mümkündü. Clow, kodları Likya Yolu adlı kitabında yayımlamıştı.Kaybolma riski pek yoktu.
Frenkiçi Burnu’nun üstüne geldiğimizde birdenbire önümüz açıldı. Ayaklarımızın altında büyüleyici bir panoramik manzara serildi. Eren Tepe’den duvar gibi sert eğimle inen kayalar sahile kadar yaklaşık 800 metre genişliğinde, 3 kilometre uzunluğunda düz bir ormanlık alan oluşturmuştu. Tepeden inip, keyifle bu ormandan yürüyecektik. Sağda, yeni sönmüş bir volkanı andıran Suluada, sarı tondaki ikindi ışığında kehribar gibi parlıyordu. Masmavi Markiz Koyu, Kelleci Burnu, uzaklardaki Gücük Burnu ayaklarımızın altındaydı.
ORMANIN KEÇİBOYNUZU ADAÇAYI İKRAMI
Patika boyunca sıralanmış otları bir yerden tanıyordum, fakat ismini çıkaramıyordum. Bir yaprak koparıp, parmaklarımın arasında ezdim, nefis bir adaçayı kokusu yükseldi. O andan itibaren yürüyüş aromatik bir yolculuğa dönüştü. Adaçayından sonra defne, kekik, sakız kokulu menengiç yapraklarını koparıp kokladım. Ciğerlerimi, beynimi bu kokularla doldurdum.
Markiz Koyu’nun üstüne vardığımızda, önce 60 yaşlarında dört Hollandalı, ardından 50’lerindeki bir Amerikalı çiftle karşılaştık. Keyiflerine diyecek yoktu. Ne yorgunluktan iz vardı ne de şikayet ediyorlardı.
Gavurharmanı Tepesi’nin denizden 300 metre yüksekteki balkonunda mola verdik. Lacivert suların ortasından yükselen sipsivri Suluada’yı seyrederek sandiviçlerimizi yedik, çaylarımızı içtik. Şimdi önümüzde zorlu bir yokuş vardı. 300 metre kadar yükselip, sahildeki Kızıl Tepe (510 metre) ile Tozburnu Tepesi (939 metre) arasındaki Boğadamı vadisini aşacak,Adrasan Koyu’na inecektik. Tepeye yaklaştıkça çamların boyu yükseldi, deniz manzarası kayboldu. Fırtınalarda çok sayıda çam hasar görmüştü. Yol kıyısındaki keçiboynuzu ağaçlarından dalında olgunlaşmış, iri keçiboynuzları sarkıyordu.Bir tane koparıp laf olsun diye kemirdim. Aroması ve şekeri o kadar hoşuma gitti ki, bir sonraki ağaçta cebimi keçiboynuzlarıyla doldurdum. Yol arkadaşlarıma da ikram ettim. Hep birlikte çevreye çekirdek saçarak yokuşu çıktık, uzaktan Adrasan’ı görünce yeniden enerji yüklendik.
İniş bölümünde bir ara orman içindeki patika genişledi, yol düzeldi. Yüzüklerin Efendisi’ni çağrıştıran, kökleri kıvrım kıvrım, asırlık menengiç, meşeler vardı çevremizde. Manzara o kadar güzeldi ki yokuş aşağıya çocuklar gibi sekerek yürüdük. Ormandan çıkışta, terk edilmiş bir kampingle karşılaştık. Çeşmesinden su içip son iki kilometremizi sit alanına yapılan üç, beş katlı apartmanları seyrederek yürüdük.
Sahile indiğimizde gün batmış, Adrasan’a alacakaranlık çöküyordu. Koyun kuzey kıyısındaki Arpa Tepe’nin ardında dev dalgayı andıran, pamuk gibi bir bulut saklanmıştı. Güneşin son ışıklarıyla pembeye boyanmıştı. Yol boyunca iki litreden fazla su içtiğim halde susuzluktan dilim damağıma yapışmıştı. Arkadaşlarımın hayret dolu bakışları altında birkaç bardak ayranı yuvarladım ve kendimi denize attım.
Vücumdaki tüm elektrik akıp gitmiş, pamuk gibi hafiflemiştim.
FENER, DEMİR AİLESİ’NE EMANET
Antalya Körfezi’nin en güney ucundaki burun resmi haritalarda “Yardımcı,” fener ve adacıklar ise “Şıldanlar” ismiyle kayıtlı. Oysa Azra Erhat, Mavi Yolculuk’ta bu burnun Gelidonya ismini taşıdığını yazıyor: “Gelidonya, khelidonia sözcüğünden gelir, kırlangıç demektir” diyor. Kırlangıçlar Afrika’ya göçerken bu yoldan geçer, Akdeniz’e çıkmadan bu burunda soluklanırmış. Tarih boyunca denizcilerin korkulu rüyası olan kayalara 1934-36 arasında Gelidonya Feneri inşa edilmiş. Elektrik olmadığı için fener önceleri gazla, sonra tüple çalıştırılmış. Fenerin bekçiliği 67 yıldır Demir Ailesi’nin bireyleri arasında kuşaktan kuşağa geçiyor. Şu anda üçüncü kuşaktan Mustafa Demir bekçiliği yürütüyor. Demir, Likya yürüyüşçüleri arasında misafirperverliğiyle tanınıyor.
SAVAŞ GEMİLERİNİN HEDEFİYDİ
Beşadalar, Gelidonya Feneri - Adrasan parkurunun süsü. Yol boyunca fotoğrafçıları kışkırtan, birbirinden güzel manzaralara fon oluşturuyorlar. Suluada, diğerlerinden sekiz kilometre kuzeydoğuda, sahilden 2,5 kilometre açıkta. Haritada kaşığa, sahilden bakıldığında huniye benziyor. 1200 metre uzunluğunda, en geniş yeri 400 metre. Geçmişte tatbikatlar sırasında askeri gemilerin hedef olarak kullanırmış. Bugün yaz aylarında Adrasan’dan düzenlenen günübirlik tekne turlarının son durağı. Kuzey kıyısındaki mermer beyazı kumsal, hemen derinleşiyor. Güneyinde, eninin 150 metreye indiği bölümde kayaların arasında bir sandalın sığabileceği genişlikte, yaklaşık 5 metre yükseklikte bir tünel, bunun yanında ise görkemli bir geçit oluşmuş. Şnorkelle bölgede yüzdüğünüzde dev kayaların arasında çok sayıda balık görüyorsunuz.