Mağribi blog-son
Döndüm ama elimde mal kaldı biraz…
- SABUNCUZÂDE ALİ KAPTAN’IN TORUNLARI…
Son gün bankaya koşturmam gerekti. Dövizi niye otelde bozdurmadım bilmem. İnsan eski günleri çabuk unutuyor: Fas’ta döviz kuru sabit, karaborsa da yok…
(Yahu, bak kimseye soramadım, Rabat’ta çöpleri haftasonları mı topluyorlar, yolları, kaldırımları haftada bir mi temizliyorlar acaba? Pazar geldiğimde bal dök yala olan şehir - ana arterleri tabii, medineyi filan b.k götürüyor - cuma günü pislik içinde, çöp kokusu ve kötü yağ kokusu insanın genzini yakıyor. Allah’tan denizden doğru rüzgâr esiyor da…)
Bankanın açılma saatini beklerken, bir kafeye oturup ritüel mentollü çayımı içtim. Yanımda bir baba oğul. Delikanlı, yaşlı babasının gözünün içine bakıyor. Laf attım, sohbete başladık. Türk olduğumu öğrenince çok heyecanlanlılar. Soyadları ‘Sabounji’ imiş yani bildiğimiz Sabuncu. Yaşlı amcanın dedesi, İstanbul’dan Sale’yle Kral Abdullah’ın sipariş ettiği bir gemiyi getirmiş, kaptanmış, adı Ali Sabuncu. (Sabuncuzâde Ali filan herhalde, o tarihte…) Türk kökenli Faslılar yani. Tabii izi bile kalmamış artık. Driss illa çay parasını ödemek istedi, kapalıçarşıda kuyumcuymuş, cuma izin günü; tıpkı bizim çarşı esnafı gibi, cebinden koca bir tomar kağıt para çıkardı… Teşekkür edip ayrılırken, yaşlı amcanın elini öpünce, ikisi de çok duygulandı.
İnsanları mutlu etmek ne kolay!
- DÜNYA ÇOK KÜÇÜK DİYORUM YA SİZE…
İnanmayacaksınız ama ta Rabat’ta… kuzenlerle buluştum. Eşimin kuzenleri. Biri Casablanca’da görevli, diğeri kardeşini görmeye gelmiş. Biraz sohbet, birlikte öğle yemeği (yakındaki bir evin bahçesinde, yahut bir okul avlusunda, bir tören filan vardı galiba, Arapça bir şarkı çalıyor, sözlerini anlamıyorum ama resmen bizim 'Ah aşkım, yaman aştım, sen ne dersen tamam aşkım…’ aynen arak! Ardından İngilizce olarak ‘Happy birthday to you…’ geliyor. Ah, Arapça’sını duyabilmeyi çok isterdim!) ve ver elini Casablanca. Otoyoldan.
Fas giderek gözüme giriyor, biliyor musunuz… Yollar 4 x 4 mesela.
(Bu arada, Fas’ta ‘piti taxi’ler var, taksi olarak çalışan; bir de ‘grand taxi’ler var dolmuş yapan beyaz Mercedes’ler. Bu dolmuşlar deli gibi gidermiş, sürekli şerit değiştirirmiş ve, bizim minibüsler gibi, müşteri görünce Allah’ına yamanıp dalarmış… Bu yüzden dolmuşlara ne isim takmışlar biliyor musunuz, ‘Deli dana!’)
- CASABLANCA
Casa’yı az gördüm ama gördüğüm kadarını sevmedim. Fas’ın ekonomik merkezi, küçük çaplı bir metropol. Rabat’a göre büyük. Garip gelecek belki, ama New York’u andırıyor. (Bu vesileyle NY’u gördüğümüzü de belli ettik yani…)
Aynı oteller zincirine bağlı Golden Tulip Farah’ta kaldım Casa’da da. Ama Rabat’takiyle mukayese bile mümkün değil. Giriş iyi de, odaya bir çıktım… tıpkı eski komünist blok otelleri. Birden kendimi çok yabancı ve yalnız hissettim burada. (Şu anda uzaktan, Levent Camii’nden ezan sesi geliyor. Yatsı okunuyor. Bizim ezanımız ne kadar güzel! Arap ezanları biliyorsunuz dümdüz bir ‘çağrı’dan ibaret…) İçime derin bir hüzün ve huzursuzluk kapladı. Perdeleri açtım ve beter oldum: on birinci katta olmama rağmen karşımda duvar gibi kişiliksiz bir bina, etrafında galiba bir büyük antreponun beton çatısı…
Böyle bir durumda yapılabilecek iki şey vardır, birincisi, 19 yaşında bir delikanlı olarak ilk kez yalnız yaşamak üzere Fransa’ya uçacağım günlerde, babamın öğrettiği bir tedbirdir, ‘hemen kendine bir ziyafet çek!’
Fas’a gelip ‘couscous’ yemeden dönülür mü? Bahane de hazır… fırla!
Yedim, fena da değildi, ama (5 gündür akşamları otel odasında karnımı doyuruyordum) yabancı bir memlekette, karanlık bir akşam saati, tenha bir lokantada tek başına yemek de keyifsiz…
Aslında Fas’ta büyük tartışmalara sebep olan, Leila Marrakchi’nin ‘Marock’ filmini görmek istiyordum ama (üç haftada 100 bin kişi seyretmiş) gece 10’daymış seans, gece yarısı bitecek, sabah 5’te davranmam lazım… Gözüm yemedi.
- BOŞUNA SOVYET OTELİ DEMİYORUM…
Hazmetmek için biraz yürüdüm (acılı ve ağırdı yediklerim) ve döndüm, en iyisi vurup kafayı uyumak. (İçine hüzün çökünce alınacak iki no.lu tedbir.)
Dedim ya bu otel sovyetik diye… gece odama dönünce fark ettim: hemen giriş kapısının yanında bir küçük WC var. Bunun ışığını söndürürseniz… odanın bütün elektriği kesiliyor. Yani televizyon seyretmek, başucu lambasını yakıp kitap okumak, gece kalktığınızda bir ışık açabilmek istiyorsanız… tuvalet ışığının bütün gece yanması gerek! Ben ışıkta uyuyamam…filan. Gıcık yani!
- O NE BİÇİM MARKSİZM ÖYLE?
Ben de TV seyrederim. Fas televizyonu, Elarabia, Elcezire, Suriye televizyonu, Lübnan televizyonu… bir iki de Fransız kanalı. ARTE’de bir Kosova filmi. Yarı belgesel, kimsesiz ve fakir hastaların bakıldığı dağ başında bir hastane. Hem hastalar yalnızlıklarını ve ölümü düşünmesinler diye, hem de üç kuruş gelir elde etmek için salyangoz üretimine başlıyorlar. Tesisin müdürü bu işe neden girdiğini anlatıyor bir ara.
Hz.İsa’nın hayatıyla ilgili bir filme gitmiş. Sinemada Troud dergisinin eski bir sayısını karıştırırken, salyangoz üretim ekipmanlarıyla ilgili bir reklam gözüne çarpmış. Üstünde durmamış. Ama fakat lakin, bir iki gün sonra rüyasında İsa peygamberi görmüş: elinde ışıklar saçan bir salyangoz tutuyormuş İsa Mebih.
Müdürün lafı beni bitirdi:
“Bilinçli bir marksist olarak, gördüğüm rüyanın bana, salyalgoz işine girmem için gönderilen bir ilâhi işaret olduğu sonucunu çıkardım…”
İşte komünizm böyle ‘bilinçli marksitler’ yüzünden battı! Allah’tan… J
- KARİZMAYI BOŞVERİN KESTANEYİ ZOR KURTARDIK
Bir uyarı: Eğer uçakla Fas’a seyahat edecekseniz, ayrılırken iyice ellenmeye hatta cinsel tacize hazırlıklı olun. Uçağa binmeden evvel polis üst araması yapıyor. Koltuk altlarını, bacak aralarını, kemerin içini filan yokluyor tamam, ama poponuzun boşluğuna bir şey saklamayın diye sıkı bir parmak yemeye, külodun ön tarafını muayene için de malınızın mülkünüzün avuçlanmasına ses etmemeniz gerekiyor. Ayakkabıların içine bakmak, hatta ayak tabanını elle muayene etmek dahil…
(Şimdi size anlatırken içime bir kurt düştü: inşallah bu bana has bir muamele değildi, cinsel bir sapığa filan kurban mı gittik acaba? J)
Şaka etmiyorum çok fena aradılar.
Bu arada sistemin küçücük bir kaçağı var: kadın polis olmadığı için, kadın yolculara bakan yok!
Eee, o kadar kusur kadı kızında da olur artık!
- SENİ UYANIK SENİ
Uçakta önümde oturan adam tuvalete gitti, beş dakika sonra döndü, kesif bir sigara kokusu... Öyle bir, bir buçuk saatlik değil, taze.
Beş dakika sonra uyarı geldi: “Sayın yolcular, kendi güvenliğiniz için tuvaletlerde sigara içmenin yasak olduğunu hatırlatırız!” Beriki duymazdan geldi artık…
-İNSANIN MESELA HER GÜN BİR KİŞİYİ DÖVME KONTENJANI OLMALI
Son nokta: Atatürk havalimanında valizleri bekliyoruz. Bir kadın koşa koşa geldi, bir yandan da, önümüzden geçmekte olan büyük bir bavulu işaret ederek, ‘Gidiyor, gidiyor, şunu alıverin’ diye bağırıyor. Fas’ta işçi olarak çalışan, blucin mont ve pantolonlu bir adamcağız fırladı, zor bela ağır valizin kulpunu yakaladı, ağırlığı altında düşmemek için hem çekiştirip hem koşturarak, zor bela valizi çekip dışarıya aldı, kadının yanına kadar taşıdı, beriki başka tarafa bakıyor. Adamcağız, sanki suç işlemiş, üstüne vazife olmayan bir işe karışmış gibi, ‘Buydu değil mi sizin valiz?’ diyecek oldu. Kadın yanındaki biriyle konuşurken şöyle bir baktı, ‘Yok yok o değilmiş, tamam yerine koyun!’ buyurdu.
Adamcağız hiç ses etmedi, koca valizi zor bela kaldırıp yerine koydu. Bir kenara çekildi.
Seyrediyorum manzarayı, kadın bir açık verse, adamın intikamını ben alacağım.
Beş dakika sonra, aynı kadın dönüp ortaya sordu:
- Frankfurt uçağı değil mi bu?
Sussana be adam, artık karışmasana; demin mahçup oldu ya, cevap verdi benimki:
- Değil yenge, Gazablanka’dan gelen uçak bu…
- Söylesene be adam Frankfurt değil diye, yarım saattir boşuna bekliyoruz burada herhalde…
Bu sefer dayanamadım artık:
- Beyim sen de doyamadın bu kadının terbiyesizliğine. Bırak ne hali varsa görsün!..
İnanmayacaksınız, Türk milletinden hiç beklemediğim bir tepki geldi:
Valiz kuyruğunda bekleyenlerden üçü beşi, ‘Bravo, ağzına salık’ diye alkış tuttular.
Tabii bu sefer de ben ne yapacağımı şaşırdım…
Hasılı, memlekete geldik!