Macera, sürprizlerle dolu Afrika'da devam ediyor
Size Cape Town’da yaşadıklarımı "'Dünya turu', bu hayatın en eğlenceli oyunu" başlıklı yazımda anlatmıştım. Cape Town’da geçen şahane günlerin ardından istikametim Güney Afrika’nın dünyaca ünlü sahil şeridi, Garden Route oldu. Sonrasında Jeffreys Bay, Rafolatsane, Underberg, Lesotho gibi birçok yeri dolaştım. Yol boyunca anladım ki Afrika, insana hiç beklemediği anda en acayip sürprizleri sunuyor.
Cape Town’da geçen günlerin ardından istikametim Güney Afrika’nın dünyaca ünlü “Garden Route” denilen sahil şeridi oldu. Mossel Bay’den başlayan bu rota Storms Nehri’nde sona eriyor. Yol boyunca çeşitli vadiler, dağlar, milli parklar ve muhteşem sahillerden geçiliyor. Bu hat üzerinde kalmak için Knysna isimli kasabayı seçtim. Göl üzerindeki adalara kurulmuş olan bu kasaba, Güney Afrika’nın en popüler turist noktalarından biri. Henüz tatil sezonu açılmadığı için sakin ve boştu. İki gün boyunca Knysna’nın sakin sokaklarında dolaştım. Ünlü istiridyelerinden tattım ve sörfçülerin mabedi olan Jeffreys Bay’e doğru yol almaya karar verdim.
AFRİKA'DA HİÇLİĞİN TAM ORTASINDA
Ancak Güney Afrika’da seyahat etmek o kadar da kolay bir şey değil. Kullandığım otobüs Jeffreys Bay’in içine kadar girmediğinden dolayı beni, hiçliğin tam orta yerinde bir benzin istasyonunda bıraktı. Sudan çıkmış balık gibi çevreme bakıp bir yol ararken benimle aynı otobüsten inen bir genci gördüm. Yanına gidip kasaba merkezine nasıl ulaşabileceğimi sordum. Tam o esnada yanımıza bir araba yanaştı ve içerisinden yaşlı bir çift indi. Sonra anladım ki genç adam, onların torunuymuş ve onu almaya gelmişler. Durumu anlattığımda beni kasabaya bırakmayı teklif ettiler. Kaldığım pansiyonun adını öğrendiklerindeyse gülmeye başladılar. Evlerinin köşesindeki pansiyonda kalıyormuşum. Yine dört ayak üzerine düşerek Jeffreys Bay’e ulaştım. İki gün kalacağım Jeffreys Bay’de kendime kıyak geçerek üç gün kaldım. Sörf yapmaya çalışarak... Pansiyona dünyanın çeşitli yerlerinden gelen başka gezginlerle hayallerimizi birbirimize anlatarak geçen günlerden sonra rotamı Güney Afrika’nın “Wild Coast” olarak bilinen doğu sahillerine doğru çevirdim.
Otobüsle önce Mthatha’ya geldim. Bu sırada benim gibi Coffee Bay’e giden iki Almanla tanıştım. Beraber Coffee Bay’e doğru yol aldık. Coffee Bay, 1000 kişinin yaşadığı ve sahilde yer alan ufak bir Xhosa köyü (Cape eyaletinin doğusunda yaşayan Güney Afrika halk). Pansiyona girer girmez başrolünde Leonardo DiCaprio 'nun oynadığı “The Beach”(kumsal) filmine düşmüş gibi hissettim. Pansiyon odalarına dönüştürülmüş köy kulübelerinin bulunduğu, okyanus dalgalarının dövdüğü bir yerdeyim. İlk gün yorgunluğuyla erken yattıktan sonra sabah köyü dolaşmak için harekete geçtim. Bana pansiyondan bir-iki kişi daha katılıyor. Dağınık bir yerleşime sahip olan köyde evler konik bir şekilde, toprak tuğlalardan inşa edilmiş, tepelerinde ise sazlardan çatılar var. Okullar tatile girdiği için çocuklar her yerde koşturuyor. Bir süre sonra bir ormana girdik. İlerledikçe orman sıklaştı ve nehrin oluşturduğu doğal bir havuz gördük. Yerel şifacıların kullandığı kutsal havuz olduğunu ve girmenin kesinlikle yasak olduğunu söylediler. Ormanda vahşi hayvan var mı diye sorunca ise “Yok sadece mamba var. Onun da üzerine falan basmazsan bir şey yapmaz; görürsen bekle gitsin.” cevabını aldım. Bunun üzerine içten içe gerilerek ve adımlarımı sıklaştırarak köye geri döndüm.
Köyde bir evde yemek yiyeceğiz. Yemek hazırlanana kadar evin önündeki çayıra yayılıyorum. Hemen çevremi çocuklar sarıyor. Önce saçlarımla, sonra sakallarımla oynamaya başlıyorlar. Konuşmuyorum sadece gülüyoruz. Gülmek her dilde aynı anlama geldiği için iletişim sorunumuz yok. Köyde mısır unu lapası üzerine kıymalı, domatesli bir sostan oluşan yemeği yedikten sonra pansiyona döndüm.
Köyde bir evde yemek yiyeceğiz. Yemek hazırlanana kadar evin önündeki çayıra yayılıyorum. Hemen çevremi çocuklar sarıyor. Önce saçlarımla, sonra sakallarımla oynamaya başlıyorlar. Konuşmuyorum sadece gülüyoruz. Gülmek her dilde aynı anlama geldiği için iletişim sorunumuz yok. Köyde mısır unu lapası üzerine kıymalı, domatesli bir sostan oluşan yemeği yedikten sonra pansiyona döndüm.
GÖKYÜZÜ KRALLIĞINA YOLCULUK
Yürüyüşün yorgunluğunu denizde atarım diye sahile gittim. Bir süre okyanus dalgalarıyla boğuştuktan sonra tam çıkarken sağ kolumda sinek ısırığı gibi bir acı hissettim. “Blue bottle” denilen deniz anasını kolumun üzerindeydi. Masmavi uzantılarını kolumdan söküp hızla denizden çıkarak kendimi kumsala attım. Plajdan pansiyona giderken kolum hafif uyuşmaya başladı. Kol altındaki lenf bezlerimin yandığı hissediyordum. Hemen resepsiyona gidip durumu anlattım. Endişelenmemem gerektiğini iki-üç saate etkilerin azalıp geçeceğini söyleyip iki adet ilaç verdiler. Uyuşuk kolla öylece pansiyonda oturdum. Normalde denizde keyif yapacakken başıma gelenlere söylendim durdum. O esnada yolda tanıştığım Almanları gördüm. Ardından şeytan dürtüyor ve planlarını soruyorum. Lesotho’ya gitmeyi planladıklarını ve orada dağlarda iki gün at süreceklerini anlatıyorlar. Ancak fiyatın biraz yüksek olduğunu söyleyip, katılmak isteyip istemediğimi sordular. Katılırsam fiyatın yüzde 30 düşeceğini de ekliyorlar. Bir hesap yapıyoruz ve hemen katılmaya karar veriyorum. Normalde bütçesel nedenlerden dolayı rotadan çıkardığım gökyüzü krallığına gitme şansı karşıma çıkıyor. Üstelik deniz anası çarpılması sonucu. Plajda keyif yapacakken bir anda kendimi Lesotho planı yaparken buluyorum. Yol insana hiç beklemediği anda en acayip sürprizleri sunuyor.
AFRİKA'NIN ORTASINDA RED KİT OLDUM
Akşam oluyor, kolum geçiyor ve sabah başlayacak uzun yola hazırlanmak için erkenden yatağa gidiyorum. Tüm gün yol yapıp önce KwaZulu-Natal Bölgesin'deki Kokstad’a ulaşıyoruz. Oradan da bir arabayla Lesotho sınırında yer alan Underberg’e ... Gece kalacağımız yere yerleşiyoruz. Ertesi sabah erken kalkıp kuvvetli bir kahvaltı sonrası 70’lerden kalma emektar bir 4x4’e atlıyoruz. Sınırı bu araçla geçeceğiz. Tolkien’e Yüzüklerin Efendisi serisini yazarken ilham kaynağı olan Drakensberg Dağları’nın muazzam manzaralarını izleyerek Lesotho sınırına geliyoruz.
Sınırda ne asker ne polis var. Rehberimiz pasaportlarımızı alıp damgalatıp geri getiriyor. Bir süre daha asfalt yollarda ilerledikten sonra köy yolları başlıyor. Rafolatsane Köyü'ne vardığımızda arabayla yolumuzun buraya kadar olduğunu öğreniyoruz. Yolun geri kalanına atlarla devam edeceğiz. Hayatımda ilk defa ata bineceğim için oldukça heyecanlıyım. Bu nedenle hazırlıklara ve at seçimine hiç karışmıyorum. Şansıma sürüdeki en güzel at bana düşüyor. Adı Malakiya. Kısa bir hazırlık sonrası yola çıkıyoruz. Bembeyaz bulutlar, karşımda inişe geçmiş sarıdan turuncuya dönen bir güneş, yaşanan kuraklık nedeniyle iyice kuruyan ve atımın her adımında çatırdayan kahverengi toprak, sanki beni bir kovboy filminin içine sokuyor. Kendimi çocukken hayran olduğum Red Kit gibi hissediyorum.
YILDIZLARINDA ALTINDA AKŞAM YEMEĞİ
Üç saat boyunca şahane manzaralardan gözümüzü alamadığımız bir at yolculuğu sonrasında geceyi geçireceğimiz köy olan Libibing’e varıyoruz. Hemen çevremizi çocuklar sarıyor. Onlarla biraz gülüştükten sonra yemek için bir eve giriyoruz. Yemekte tavuk ve çeşitli sebzeler var. Yemek sonrasıysa hava almak için dışarı çıktığımızda büyüleniyoruz. Elektrik olmayan köyde hava kararmış ve tüm yıldızlar önümüze serilmiş durumda. Bir süre yıldızları izledikten sonra günün yorgunluğu ile uyumak için bize tahsis edilmiş köy evine gidiyoruz.
Sabah gün doğumuyla uyanıyorum. Ekibin kalanı uyuyor. Kendimi evden dışarı atıyorum. Rehberimiz Sebo’yla karşılaşıyorum. Yürüyüşe çıkıyoruz. Köyün yamacına kurulduğu tepeye tırmanıyoruz. Tepeden köye bakınca sabah hareketliliği göze çarpıyor. Çeşmelerden su dolduran kadınlar, oynayan çocuklar, hayvanları otlatmaya götüren çobanlar. Tüm köy daha sabah yedi olmadan harekete geçmiş bile. Bir süre daha yürüyüp kahvaltı için köye dönüyoruz. Basit bir kahvaltı sonrası tekrar atlara binip dönüş yoluna düşüyoruz. Bu sefer kullandığımız yol daha farklı. Derin vadi yamaçlarında kenarları uçurum olan yollardan gidiyoruz. Neyse ki atlarımız yollar konusunda tecrübeli. Üç buçuk saatlik bir yolculuk sonrası tekrar Rafolatsane köyündeyiz. Biraz dinlendikten sonra yine 4x4'ümüze atlayıp sınıra doğru ilerliyoruz. Arkamızdaysa Gökyüzündeki Krallık Lesotho ve konuksever dağ köylerini bırakıyoruz.