GeriSeyahat Libya bombalanırken Beyrut TV’de maç seyrediyordu
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Libya bombalanırken Beyrut TV’de maç seyrediyordu

Libya bombalanırken Beyrut TV’de maç seyrediyordu

Cumartesi gecesi Beyrut’a indiğimde, Libya bombardımanı yeni başlamıştı. Haberi İstanbul’da, uçağın kapısında almış, arkadaşlarımla çıktığım 30 saatlik keşif turunu iptal edememiştim. Gösterilerin, çatışmaların ortasına düşeceğimi düşünüp yol boyunca kendimi kahrettim.

Şehir merkezindeki ilk gecemde hiç beklemediğim bir manzarayla karşılaştım: Kafelerde, restoranlarda, barlarda dev erkanların başına toplanmıştı Beyrutlular. Hep birlikte Barselona - Real Madrid maçını seyrediyorlardı. Caddelerde rastladığım şık giyimli gençler, neredeyse hepsi mini etekli zarif kızlar dans mekanlarına koşturuyordu. Beyrut “Ortadoğu’nun Paris’i” değil, gerçek bir Akdeniz kentiydi. Tıpkı İspanya, İtalya kıyısındakiler gibi...

NEJMEH MEYDANI
Kehribar rengi şıklık


Nejmeh Meydanı ve çevresinden ışın gibi açılan dört caddeye sıralanan binalar kentin Osmanlı dönemindeki merkeziydi. İki savaşta büyük yıkım atlatan semt, son 10 yılda restore edildi. Bugün parlamentonun yanı sıra kehribar renkli, sütunlu binaları, şık butikleri, kafe ve restoranlarıyla kentin turistik merkezi. Gidiş - dönüş 180 TL’lik uçak biletinin cazibesine kapılıp, üç arkadaş 30 saatliğine geldiğimiz şehirdeki ilk gecemizde Al Maarad Caddesi’ndeki bir kafede, saat 24.00’ü gösterirken yemeğe oturduk. Ortada pek turist yoktu, kent Beyrutlulara kalmış gibiydi. Restoranın kapalı bölümünde bir genç kız, çoğunluğu kızlardan oluşan arkadaş grubuyla doğumgünü kutlaması yapılıyordu. Dışarıdaki masalarda ise orta yaşlıların ağırlıkta olduğu arkadaş grupları yemek sonrası sohbetteydi. Beyrutluların en büyük keyfi nargile (şişa) içmek. Yemek sırasında, sonrasında tömbekiler fokurduyordu. Kadınlar Lübnan’da hiç değilse nargile içmek konusunda eşitlik sağlamayı başarmıştı. Hatta bazı çiftlerin masasında sadece kadınlar nargile tüttürüyor, erkek seyrediyordu. Çevremizdekilerin hiçbiri Ortadoğulu görünümlü değildi. Gözümü kapatıp Beyrut’a getirmiş olsalar, Barselona ya da Napoli’de olduğumu düşünebilirdim. Otelimizin bulunduğu Hamra’dan buraya gelirken yol boyunca restoranlarda, barlarda olduğu gibi, Nejmeh’in kafelerinde de dev TV ekranlarından o akşam oynanan Real Madrid - Barselona maçı izleniyordu. Libya’daki savaş kimsenin umrunda değildi.
Nejmeh’ten çıkıp, 500 metre ilerideki gece hayatının merkezi Gemmayze’ye giderken yolda lüks araçların, özellikle ciplerin çokluğu dikkatimi çekti. 1920’lerden kalma antika Rolls Rolce ve Mercedes’e bile rastladım. Komşu Arap ülkelerinin zenginleri eğlenmek için Beyrut’a geliyor, çevreye servet saçıyordu. Gouraud Sokağı boyunca sıralanmış kafeler, barları gençler tıklım tıklım doldurmuştu. Genç kızların çoğu dekolte giyinmişti. Yalnız ya da küçük gruplar halinde sokakta yürürken bile rahatsız eden çıkmıyordu. İstanbul’dan sonra şaşırtan bir uygarlık hakimdi şehre. Gece güvenlik önlemleri de rahatsız etmeyecek düzeydeydi. Saat 02.30’da otele dönerken rastladığım üç Hummer dolusu asker, şehirde gördüğüm yegane büyük güvenlik grubuydu.
Nejmeh’in ne kadar güzel bir semt olduğunu ertesi gün, ikindi vakti ikinci gidişimde fark ettim. Kehribar renkli binalarla süslü sokaklardan yürümeye başladığımda, Beyrutlular nargilelerini fokurdatıyordu. Bir kafede illüzyonist çocukları çevresine toplamış, hayret verici gösteriler yapıyor, sokakta çocukların sevinç çığlıkları çınlıyordu. Amr Assaf Camii’nin önündeki fosforlu sarı çiçeğe kesmiş pavlonya ağaçlarını geçip, Abdel Malek Caddesi’ndeki kafelerden birinde oturdum. Naneli çay eşliğinde çevredeki Nişantaşı atmosferini seyrettim. Sokağın ortasına Javier Veilhan’ın metalden dev köpekbalığı heykeli yerleştirilmişti. Yine şık kadınlar nargile tüttürüyordu. Şehirdeki yedi büyük üniversitenin öğrencileri sokaklara enerji taşıyordu. Şehit Meydanı’na gitmek üzere kafeden kalktığımda sokaktaki binaların girişindeki tarihleri gördüm. Çoğu 1920’lerin ikinci yarısında yapılmıştı. Meydandaki Özgürlük Heykeli’ne vardığımda gözlerime inanamadım. Savaş sırasında heykeli bile delik deşik etmişti bazı barbarlar. Dört insan figürünün üstünde sayısız mermi izi vardı. Hemen ardındaki Al Amin Camii, çevresindeki diğer dini yapılara meydan okurcasına yükseliyordu. Önündeki alana serayı andıran prefabrike bir yapı yapılmıştı. Dışarıdan bakıldığında fotoğraf sergisini andıran yapı, beş yıl önce suikasta giden Refik Hariri’nin mezarıydı. Gecenin geç saatinde bile mezar başında dua okuyan ziyaretçileri görmek mümkündü.

ŞEHRİN PROTESTOCULARI
Macide Hanım oğullarını istiyor


Halil Cibran Parkı, UNESCO ve BM’nin şehir merkezindeki görkemli binasının yanı başında. İç içe geçmiş dairelerden oluşan, pembe çiçekli pavlonya ağaçlarının süslediği parkın en yüksek noktasında Cibran’ın büstü yükseliyor. Tam karşı köşesine küçük bir çadır kurulmuş. Çevresindeki panolarda yüzlerce vesikalık fotoğraftan oluşan posterler asılı. Çadıra yanaştığımda, tek başına oturan Macide Beşasa hareketleniyor. El işaretleriyle iki oğlunun 1982’deki savaşta Suriye’ye esir düştüğünü, bir daha dönmediklerini anlatıyor. Verdiği İngilizce broşürden, kayıp yakınlarının kurduğu SOLIDE’nin tam beş yıldır bu çadırda kampanya yürüttüğünü öğreniyorum. Suriye hapistekileri reddediyor, buna rağmen son 10 yılda 150 kişi gizlice serbest bırakılmış. Beşasa, bir bardak ikram ediyor, sonra da bağış fişi uzatıyor...
Cibran Parkı’na yaklaşık 100 metre mesafedeki Riad El Solh Meydanı’nda, bir başka protesto çadırı kurulmuş. Lübnan Barışçı Gençlik Hareketi’nden (CHAML) kızlı erkekli beş üniversiteli nöbette. Caddenin karşısındaki ünlü Budha Bar’ın müşterilerine, meydandan geçenlere sabırla amaçlarını anlatıyorlar. Lübnan’ın medeni hukuka kavuşturulması, laik sisteme geçilmesi, kadınların dini baskıdan kurtarılması için üç gün önce ulusal bir kampanya başlatılmış. Nejmeh Meydanı’na kurulan çadır sökülünce, başbakanlığın karşısındaki meydana yerleşmiş. “Şu anda Beyrut’ta iki protesto çadırımız var. En kısa zamanda yurtçapında bin çadıra ulaşmak istiyoruz” diyorlar.

JEITA / HARISSA
Cennet vadideki masal mağarası

Beyrut’u yürüyerek, toplu ulaşım araçlarıyla keşfe niyetlenmişken pazar sabahı saat 8.00’de karşıma Mozart Otel’in taksicisi Abdulkerim Katip çıktı. “Bana 100 dolar verin sizi Harisa’dan Jeita’ya her yere götüreyim” dedi. Atladık taksiye, Feyruz’un şarkıları eşliğinde düştük yola. İlk durağımız kent merkezine 18 kilometre uzaklıktaki Jeita Mağarası’ydı. Nahr Al-Kalp Nehri’ni izleyerek yukarılara çıktıkça kentin çoraklığından uzaklaşıp, makiler, sedirlerle kaplı tepelere ulaştık. Son 500 metreyi teleferikle çıkıp Dünyanın Yeni Yedinci Harikası adayı, 9 kilometre uzunluğundaki mağaraya girdik. Yeraltı gölünün bulunduğu alt mağara yağmurlar nedeniyle kapatılmıştı. Üst mağaranın yüksekliği 120 metreyi bulan galerilerinde, yer yer yan duvarlara asılı yoldan yürüyordu ziyaretçiler. Kireçtaşı binlerce yılda büyüleyici doğal heykeller yaratmıştı. Usta işi aydınlatmayla oluşumların görsel etkisi artırılmıştı. Mağaranın ortalarında, içine tünel oyulmuş kütle en görkemli doğal heykeldi. Dev denizanası görünümündeki kütlenin yan yüzeylerinde, rüzgarda dalgalanan bayrağı andıran müthiş oluşumlar vardı. Sadece bu mağarayı görmek için Beyrut’a gelmeye değerdi. Doğal heykelleri hayran hayran seyrederken yanıma gelen rehberin anlattıklarına kulak misafiri oldum. Oluşum sürecini anlatırken Pamukkale’yi örnek veriyordu.
Jeita’dan çıkıp, tekrar sahile indik. Bu kez hedefimiz 600 metrelik tepenin üstünde kartal yuvası gibi yükselen Lübnan’ın Kutsal Meryemi Kilisesi’ydi. Bindiğimiz teleferik apartmanların arasından, neredeyse balkonlarına sürünerek yükseldi. Hattın eğimi dağın eteğinde 45 dereceyi buldu ve asansörde çıkar gibi sedir ağaçlarının arasından yukarıya çıktık. Altımızdaki çayır siklamen bahçesi gibiydi. Arkamızda ise masmavi Akdeniz, yat limanları uzanıyordu.
Tepede finikülere binip, kiliseye ulaştık. Bahçesindeki dönen merdivenle çıkılan dev Meryem Heykeli’nin önünde uzun bir kuyruk vardı. Heykele ulaşanlar, Meryem’in ayaklarını öpüyordu. Bahçeden şehir manzarası harikaydı. Dağın şekline uyumlu olarak, sahilde kırılan dalgayı andırır şekilde yapılmış kiliseye yöneldiğimde, pazar ayini yeni başlamıştı. Şık giyimli Beyrutlular otomobillerini bahçeye park edip ayine giriyordu. Kapısız kilisenin konser salonu benzeri altarında rahip ihaliler okuyordu. Kuran’dan ayetleri çağrıştıran ilahilere, elektro org ve üç kişilik koro eşlik ediyordu. İbadete gelen aileler çocuklarını altarda, rahibin yanına bırakmıştı. Çocukların sessizce oyunu kimseyi rahatsız etmiyordu.

SABRA / ŞATİLLA
Kaosun ortasındaki ölüm sessizliği


Batı Beyrut’ta Filistinliler’in yaşadığı mahallenin merkezine pazar günleri bit pazarı kuruluyor. 30 yıl öncesinin İstanbul’unda Topkapı’yı andıran pazarda ne ararsanız var: Seyyar köfteciler, lokma tatlıcılar, avaz avaz kasetçiler, kitapçılar, giysi satanlar. Köfte dumanları ve kulak zarını zorlayan müziklerin arasından geçip yüksek duvarlarla çevrili yeşil alana girdik. Sabra - Şatilla Katliamı Anıtı’ydı bu alan. 1982 Eylülü’nde Beyrut’u işgal eden İsrail ordusunun teşvikiyle Hıristiyan Falanjist milisler göçmenlerin bulunduğu kampları basmış, bu alanda çocuklar dahil 3 bin kişiyi katletmişti. Okaliptüs ve şemsiye gibi açılan ficus benjamina ağaçlarının gölgesindeki parkta zaman durmuş gibiydi. Tüm görkemiyle patlamış bir gonca gülü koklamak için duvara doğru yöneldiğimde yerde, bir bez tavşancık gördüm. Duvarın arkasındaki çığlık çığlığa dünyadan kaçıp, buraya sığınmıştı sanki. Anıtın çevresindeki altı panoda katliam fotoğrafları sergileniyordu.

ABDEL WAHAB - AL BOHSALİ
İki lezzet vahası


Abdel Wahab, 1960’larda Arap dünyasının en ünlü şarkıcıları arasındaydı. Bugün ismi Beyrut’un en ünlü lezzet vahasına dönüşmüş. Şehitlik Meydanı’nın kuş uçumu bir kilometre uzağındaki restorana rezervasyonsuz girmek neredeyse imkansız. Pazar öğlen 12.00 sıralarında gittiğimizde, otoparkçısı boşuna zahmet etmememizi, rezervasyonsuz giremeyeceğimizi söyledi. Şef garsona “45 dakikada kalkacağız” sözü verip bir masaya oturduk. Mönünede gözümüze ilişen, en ilginç mezeleri söyledik. Masamıza zeytinli mini börekler, humus, ince dilimlenmiş koç yumurtası, çiğ et ve Lübnan rakısı arak getirildi. Mezeler arasında bence en lezizi tartar sosuyla pişirilmiş çiğ etti. Taratoru andıran, mayonezli sosla yeniyordu. Karışık ızgara ve pirzolalar ise çiğnemek için güçlü çene gerektirecek kadar sertti. Saat 13.00’e doğru restoranda neredeyse boş masa kalmamıştı. Dededen toruna üç kuşak aileler büyük masalarda İtalyan usulü pazar öğle yemeğindeydi. Müşterilerin fiziklerine, giyimlerine, tavırlarına bakıp Ortadoğulu olduklarını söylemek neredeyse imkansızdı. Lübnan’dan çok İspanya, İtalya’yı çağrıştırıyordu Abdel Wahab’ın atmosferi. Tek farkı kadınlı, erkekli içilen nargilelerdi. (Tel: 009611200550)
Budha Bar’ın bitişiğindeki Al Bohsali’ya pazar akşamı girdiğimizde güleryüzlü, misafirperver tatlıcı Munir Maraşlı karşıladı bizi. 1871’de kurulan müessesede 30 yıldır çalışıyordu. Heyecanla baklavaları, künefeleri tattırıyor, bilgi veriyordu. Ailesi Maraş göçmeniydi. Tatlılarda şerbet çok ölçülü kullanılmıştı. “Beş kiloluk bir tepsi baklavamızda bir kilodan fazla şeker olmaz” diyordu Maraşlı. Antep fıstığının yanı sıra çam fıstığı, kaşu (Hint fıstığı) karışımlı baklavaları çok popülerdi. Hepsinde tereyağ tadı belirgindi. Mersin’in meyan köküyle yapılan ünlü kerebiç tatlısını burada görmek beni çok şaşırttı. Beyaz köpüğü gül suyuyla lezzetlendirilince Mersin’deki Dondurmacı Halil’in tatlılarına fark atmıştı. Meyve, fıstık, pestil, un, tereyağla 40 çeşit tatlı üretiyordu Al Bohsali. En iddialı olduğu ürün künefeydi. Suriye’den getirilen ve Lübnan’da üretilen iki özel peynir karıştırılıyordu tatlıya, kadayıf malzemesi yerine irmik unu kullanılıyordu. (www.albohsali.com)

GÜVERCİN KAYALARI
Apo posterli nevruz kutlaması


Sahilden denize uzanan, dik açılı üçgene benzeyen bir alana kurulmuş Beyrut. Kıyı boyunca uzanan plajları, lüks otelleri, marinalarıyla tam bir sahil şehri. Kente havayoluyla gelenler, uçak alçalırken sahilin en canlı bölümünü boydan boya geçiyor ve denizin içinde başlayan piste iniyor. Kentin meşhur turistik mekanlarından Güvercin Kayaları (Rouche), güney batı sahilinde. Kıyısındaki General De Gaul bulvarına 20 katı bulan lüks binalar, oteller sıralanmış. Antalya’nın falezlerini andıran sahil dokusunu denizdeki biri delikli, diğeri çizme biçimli iki büyük kaya güzelleştiriyor. Pazar ikindisinde Rouche Koyu’na vardığımızda sahil şenlik yeri gibiydi. Kıyıdaki alana sahne kurulmuş, yaklaşık bin kişilik grup bayraklar sallayarak sahnedeki türkülere eşlik ediyordu. Caddeden kortej halinde geçen lüks ciplerde, minibüslerde bayraklar, sarı flamalar dalgalanıyordu. Bir araçta Abdullah Öcalan fotoğraflarını görünce, bunun nevruz kutlaması olduğunu anladım. Evet, 20 Mart’tı! Sahildeki Beyrutlular kutlamayla pek ilgili değildi. Çekirdek çitleyip, Güvercin Kayaları’nda hatıra fotoğrafı çektirerek huzurlu bir gün geçiriyordu. Sahildeki kayaların etrafında beş dakikada bir sürat tekneleri beliriyor, kıyıdaki dehlizlerden, büyük kayadaki geçitten hızla geçip gösterisini tamamladıktan sonra kayboluyordu. Bunlar tur tekneleriydi. Sahildekilerin dikkatini çekip müşterilerini artırmaya çalışıyorlardı.
False