Lezzet durakları
Mehmet YAŞİN
İsviçre köylerini aratmayacak güzellikteki Çeltik Deresi, Bolu'nun ünlü pazarında hormonsuz ve saf gıdalar ve bir gurmenin lokantasında yemek şöleni... Tekmili birden bu yazıda.
İç Batı Karadeniz gezimin son durağında Bolu vardı. Bolu'ya Seben üstünden gittim. Derin bir kanyonun kıyısından tırmanan virajlı yol, ürpertici ve ilginç manzaralarla doluydu. En çok ilgimi çeken de, neredeyse bir duvar kadar dik olan yamaçlarda ot arayan keçi sürüleriydi. Beni hayrete düşüren manzara ise keçilerin peşinde koşturan çoban oldu... Onun o dik yamaçta nasıl ayakta durduğuna akıl erdiremedim...
Bolu yoluna koyulmadan önce, ünlü Kıbrıscık pirincinden edinebilmek için, Seben'e 25 kilometre uzaklıktaki Çeltik Deresi Köyü'ne uğradım. Nispeten düzgün olan yol, bir dere-nehir karışımının kıyısından gidiyordu. Suyun iki yanı elma ağaçları, çeltik tarlaları ile kaplıydı. Karşı yakaya geçit veren derme çatma köprülerde, köylüler balık tutuyorlardı. Görüntü öylesine tahrik ediciydi ki, buraya bir daha gelip, tahta köprüler üstünde balık tutmaya karar verdim.
Çeltik Deresi'ne geldiğimde yağmur hızını artırmıştı. O nedenle köyün üst kısmındaki, ‘Gavur Evleri’ denen yere çıkamadım. Pirinç üreticisi Muhammet'in anlattığına göre, orada çok eski bir yerleşim yeri ve yıkık kiliseler varmış.
Çeltik Deresi Köyü'nün bir İsviçre Köyü'nden hiç farkı yoktu. Muhammet'in, altı ahır, üstü yaşam alanı olan taş evinde bir-iki bardak çay içip, yağmurun dinmesini bekledim. Muhammet, yaşamından şikayet etmeyen, çevresindeki güzelliklerin farkında olan bir köylüydü. Anlattığı şeyler biz kentlileri kıskandıracak gibiydi. Nehrin suyunu öve öve bitiremiyordu. Onun kıyısında yetişen elmanın lezzetini, pirincin kalitesini, üzümün şırasını, pekmezini anlatırken yüzüne mutlu bir gülümseme yayılıyordu.
Bir de balıkları nasıl yakaladığını tarif ederken, usta oyunculara taş çıkartacak hareketler sergiliyordu. Bir çoğunun aksine, Muhammet köyünden, köylülüğünden ve bu yaşamı sürdürmekten çok memnundu. Kent özlemi yoktu. Değirmenden yeni gelmiş pirinç torbasını arabaya yüklerken bir daha buraya geleceğime, balık tutmaya, bağdan üzüm toplamaya, ağaçtan elma koparmaya, hatta çeltik tarlasında suların içinde hasat yapmaya söz verdim.
Bolu'ya vardığımda yağmur dinmişti. Soluğu her pazartesi stadyumun hemen arkasında kurulan pazarda aldım. Çevredeki köylerden gelen yüzlerce köylü kadını, kendi ürettikleri ürünleri pazarlıyorlardı: Bembeyaz manda kaymağı ve tereyağı, koyun yoğurdu, krema tadında çökelek, çift sarılı yumurta, çeşitli otlar, taze soğan kalınlığında pırasa, kaynamış sütten yapılmış çeşit çeşit taze peynir, lor, keş, taze ceviz içi, ev tarhanaları, evde açılmış yufka, yumurtalı erişte ve hala sıcak sıcak duran kocaman köy ekmekleri.
Yine kendimi tutamadım. Arabanın bagajı köylü pazarına döndü. İstanbul'a doğru yola çıktığımda öğlen olmuştu. Bolu'yu beş kilometre geçince, sağda aradığım adresi buldum. Bolu’nun ünlü aşçılarından Haşim Usta'nın oğlu, ‘yemek profesörü’ Yurdaer Kalaycı'nın yeni yerini arıyordum. Kent merkezindeki eski lokanta depremden sonra kapanmıştı. Yurdaer bey sanatını şimdi, yol üstündeki ‘Otel Yurdaer’de sürdürüyordu. Dev ağaç kökleri ve ağaç heykellerin süslediği girişte asılı olan tabelada, ‘Mutfak Sanat Merkezi- Mutfak ve güzel sanatları sevenler için’ yazılıydı.
TAHRİK EDİCİ MÖNÜ
Mönüyü incelediğimde, ne sipariş edeceğimi şaşırdım... Öylesine lezzetli yemek isimleri alt alta sıralanmıştı ki!.. Garson imdadıma yetişti. Tadımlık porsiyonlar halinde getireceğini söyledi. Soğukdemirhindi şerbetini içip midemi bu şölen için hazırladım. Önden taze fasulye çorbası geldi. Ardından kayısılı gerdan yahnisi, soğan dolması, tiritli yahni, keşli-cevizli mantı. Söylediğim gibi, yemekler küçük porsiyonlar halinde geldiği için hepsinin tadına bakabildim. Bu muhteşem yemeği, üstünde manda kaymağı bulunan iki dilim saray baklavası ve Türk kahvesi ile sonlandırdım. Karnım doyunca çevredeki detayları incelemeye başladım. Örneğin, lokantanın duvarlarında asılı olan tabloların, Yurdaer Bey tarafından yapıldığını öğrendim. Sergiyi gezince, onun yemek kadar resimde de iddialı olduğunu gördüm.
Yemekten sonra yanıma gelen Yurdaer Kayalı, bana hem otelin arka bahçesinde oluşturduğu güzellikleri gösterdi, hem de yaptıkları ile ilgili bilgiler verdi. Anlattığına göre, elinde Osmanlı ve Türk yemeklerinden oluşan 3 bin reçete varmış. Her hafta 10-15 tanesini aşçılarıyla birlikte deneyip, lezzeti tutanları mönüye koyuyormuş. Yurdaer bey ayrıca bahçedeki resim atölyesini de gösterdi ve buranın otele gelecek sanatçılara açık olduğunu belirtti.
Yurdaer Kalaycı da yemeğin, sanatın yanı sıra konuşulacak bir de ‘Bolu için özel projeler’ konusu vardı. Kendisi, ‘bu çok uzun bir konudur, bir başlarsam bir daha susturamazsın, bir dahaki gelişinde de bunu konuşuruz’ dedi. Yolcu etmeden önce bir bardak buz gibi ‘kiraz sapı şerbeti’ ikram etti.
Batı Karadeniz gezimde, hem gözüm hem de midem bayram etmişti. İster Ankara'da ister İstanbul'da veya Kocaeli ve Adapazarı'nda oturun. Bütün bu anlattığım güzellikler size sadece birkaç saat uzaklıkta. Bir hafta sonunuzu bu yöreye ayırırsanız pişman olmazsınız. Özellikle bir pazartesi günü, Bolu Pazarı'na uğramanızı ve Mutfak Sanat Merkezi'nde yemek yemenizi hararetle öneriyorum.
Yol boyunca uzanan derenin üstündeki derme çatma tahta köprüler görüntüye bir başka çekicilik katıyordu.
Yamaçlarda, ağaçların, yeşilliklerin arasında yer alan şirin köylerin görüntüsü bile insana huzur veriyordu.