Le Mont Saint-Michel: Yapım doğa ve insan, yönetmen Tanrı
Okyanusun ortasında, sular çekildiğinde kıyıyla bağlantı kuran, yükseldiğinde adaya dönüşen, üç ırmağın neredeyse üzerine döküldüğü bir kaya parçası düşünün. Düşünmek de yetmez. Öyle bir yer hayal edin ki, doğayla insanoğlu el ele verip benzersiz bir mekân, Robenson’unkinden çok daha farklı, küçük ama dik yamaçlı, granitten ibaret bir ada oluştursunlar. Le Mont Saint-Michel böyle bir mekân işte. Konumunu, ilk karşılaşmada insanı etkileyen, alıp götüren, çekimini tarif etmek pek kolay değil.
Okyanusun gelgitiyle dibe çöken kumsalın çepeçevre sardığı, sivri çan kulesi ve yüksek duvarlarıyla, surları, burçları, mazgal delikleriyle ortaçağdan kalma bir kaleyi andıran Le Mont Saint-Michel, Fransa’nın Normandiya bölgesinde, Manş Denizi kıyısında, benzerine bugüne dek hiç rastlamadığım bir yer.
Bir ada ama her zaman değil. Kıyıyla bağlantısı okyanusun gelgitiyle gün boyu değişiyor. Eski evleri, arduvaz çatıları, taşın içinden fışkıran bitki örtüsü ve gotik manastırıyla insanı ilk bakışta büyülüyor. Yılda üç milyon ziyaretçisi var. Paris’teki Eyfel Kulesi’nden sonra Fransa’nın en fazla turist çeken anıtı.
Anıt diyorum, çünkü Le Mont Saint-Michel, adından da anlaşılacağı gibi çok dik bir tepe ama aynı zamanda bir ortaçağ kenti. Kilise ve manastırı ona tarihsel bir kimlik de kazandırmış. Dolayısıyla kitle turizminin olumsuz etkileriyle baş etmek durumunda.
Taş merdivenli, dar sokaklar karınca yuvası gibi turist kaynıyor; otellerden, dükkânlardan, incik boncuktan yerel ürünlere hemen her şeyin satıldığı tezgâhlardan geçilmiyor. Ama yosunlu, dik merdivenlerden tepedeki manastıra dek çıkmayı göze alırsanız, ‘Yeni Kudüs’ tarikatına bağlı rahibelerle keşişlerin yaşadığı dar hücrelerin, taş avluların, pazar ayininde bile pek kimsenin uğramadığı kilisenin ıssızlığında bulabilirsiniz kendinizi. Ve dörtnala koşan bir atın hızıyla yükselen okyanusu, balçıkta iz bırakan ırmakların derin yataklarını, keşişlerin her gün özenle suladığı, taş sütunların ortasında gövermiş bir bahçeden seyredebilirsiniz.
KANLA SULANAN TARİH
Bu denli etkileyici bir mekânın elbette bir kuruluş efsanesi olmalı. Şöyle rivayet ederler ki: Avranches kentinin piskoposu Aubert bir gece düşünde Mikhail’i gördü. Melek dev kanatlarını çarparak uyandırdı piskoposu, üç kez tutup bıraktı ve okyanus kıyısındaki görkemli kayanın tepesine bir manastır yaptırmasını buyurdu. Ne var ki Aubert pek oralı olmadı. Halâ düş gördüğünü sanıyor, Tanrı elçisi Mikhail’in yeryüzüne inip onun gibi bir ölümlüye görünebileceğine pek ihtimal vermiyordu. Bunun üzerine melek işaret parmağıyla kafatasını deldi, piskoposun ve kayanın tepesindeki antikçağdan kalma kanatlı boğa kabartmasının bulunduğu yere, kendi adına bir manastır yaptırmasını söyledi. Tarihçiler piskoposun kafasına kakılan bu olayın MS. 708 yılında vuku bulduğunu kayda geçmişler. O g ünden bu yana Mikhail elinde kılıç, ayaklarının dibinde kıvranan ejderhaya ölümcül darbeyi vurmaya hazırlanıyor. İngiltere’yle Fransa arasında Yüz Yıl Savaşları’nın sürüp gittiği dönemde olduğu gibi, bugün de, Normandiya’yı düşmandan, ya da İngilizlere sorarsanız asıl sahiplerinden koruyor.
İngilizler XV. yüzyılın başlarında Fransa’yı işgal ettiklerinde, Lorraine’li bakire Jeanne d’Arc’a da görünmüş, genç kadın onun himayesinde zırh ve kılıç kuşanıp İngilizleri bozguna uğratmıştı.
Diyeceğim, Le Mont Saint Michel’in adıyla uyumlu çok eski bir tarihi var.
Normandiya Dükalığı’nın İngiliz egemenliğinde kaldığı dönemle özdeşleşen, Fransa Krallığı’nın topraklarına katılmadan önceki çalkantılı zamanları kapsayan, kanla sulanmış bir tarih bu. Ama günümüzde manastır Hıristiyanlığın kutsal mekânları arasında yer alıyor. Ve rahibelerle keşişler, aşağıdaki lokantalarla kahveleri, dükkânları dolduran turist kalabalığından, dünyanın hay-ı huyundan uzak, İsa’ya adanmış bir ömür sürüyorlar.
İSA’YA ADANMIŞ ÖMÜRLER
Bu eşsiz manzaraya, taş duvarların koruyuculuğuna, gökyüzüne yakın bahçede açan baygın kokulu güllere rağmen onların yerinde olmak istemezdim doğrusu. Aralarından biriyle (oldukça kıdemli bir keşişle) sohbet etme fırsatım oldu. Manastır hayatı hakkında çok şey öğrendim kendisinden. Yazmamak kaydıyla bana yalnızca kendi serüvenini değil, manastırda olan bitenleri de anlattı.
Belki bir öykümde dile getiririm keşişin sırlarını. Şimdilik manastırın mahzenlerinde yıllanmış leziz şarapların, kitaplığında çok değerli elyazmalarının bulunduğunu, rahibelerle keşişlerin birlikte dua edip ayrı hücrelerde kaldıklarını, ama haftada bir gün aşağıya, insanların dünyasına inerek aralarına karıştıklarını belirtmekle yetineyim.
Le Mont Saint-Michel yalnızca turistleri değil hacıları da ağırlıyor. Hıristiyanlığın kutsal mekânları arasında ama Kudüs’ten de, Lourdes’den de çok farklı. Lautréamont Maldoror’un şarkılarında “Selam sana yaşlı okyanus! Kendine eşitsin her zaman” diye sesleniyordu alıp başını giden sulara.
Bu gelgitin çevreye etkisi göründüğünden çok daha derinde. Derler ki okyanus, yüzyıllar önce Le Mont Saint-Michel’in civarındaki ormanı kaplamış. Ağaçlar zaman içinde balçığa bırakmış yerini. Ve sular çekildiğinde yemyeşil bir çayır, ipek bir halı gibi kat kat açılıp yayılmış. Şimdi koyunlar otluyor göz alabildiğine uzayıp giden bu çayırda. Ve tuzlu suda büyüyen otlarla beslenen koyunların tadına doyum olmuyor . Bir kadeh kırmızı şarap eşliğinde elbette. Kadehleri peş peşe de yuvarlayabilirsiniz buraya yolunuz düşerse. Çünkü hava öylesine temiz, rüzgâr o kadar serin ki, sarhoş olmanın mümkünü yok. Hem çarmıha gerilmeden önce ‘Son Yemek’te ne demişti havarilerine İsa? “İşte benim gövdem, yiyin!” mi demişti ekmeği gösterip, şarap kadehini sunup “İşte benim kanım, için!” mi buyurmuştu? Manastırda izlediğim pazar ayininde rahibelerle keşişler bir lokma bisküviyi yerken ve bir yudum şarabı içerken huşu içindeydiler. İsa’ya adanmış bir ömür sürmenin mutluluğu vardı yüzlerinde. Oysa dışarıda hava güneşli, okyanus az sonra kaplayacağı çayır gibi zümrüt yeşiliydi. Öbür dünyayı bilmem ama hayat bu ölümlü dünyada akıp gidiyor, sular bir alçalıp bir yükseldikçe şeytan dürtüyor, kadehler bir dolup bir boşalıyordu. Derken akşam oldu. Ama Haşim’in şiirindeki gibi sular kararmadı. Önce kızıla, sonra şarap rengine kesti ortalık. Le Mont Saint-Michel engine yelken açtı.