GeriSeyahat Kuzey Kıbrıs sizi bekliyor
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Kuzey Kıbrıs sizi bekliyor

Kuzey Kıbrıs sizi bekliyor

Türklerin pasaportsuz gidip aynı dili konuştuğu tek tatil cenneti olan KKTC, muhteşem denizine, zengin tarihine, Akdeniz’in en güzel otellerine, lezzetli yemeklerine ve uygun fiyatına rağmen nedense hep göz ardı edilmiştir. Ben son gezimi, Akdeniz’in incisi, uygarlıkların paylaşamadığı Kıbrıs’ın kuzeyine yaptım. Kentlerinde tarihe doğru yürüdüm, koylarında Akdeniz’le kucaklaştım, lokantalarında lezzetli yemeklerin tadına baktım...

LEFKOŞA

Beraber yolculuk edeceğimiz görüntü yönetmeni Faruk Solmaz, Atatürk Havalimanı’nda pasaportunu yanına almadığını söylediğinde, bir kazan kaynar suyun tepemden aşağıya döküldüğünü zannettim. Randevular alınmış, rezervasyonlar yapılmış, tüm program hazırlanmıştı. Çaresizlik içinde yönetmen Emrah Bakkaloğlu’na dönüp, “İkimiz bu işi kıvırabilir miyiz” diye sordum. Umutsuz bir ifadeyle beceremeyeceğimizi söyleyince telaşım bir kat daha arttı. Geziyi iptal etmekten başka seçeneğimiz yoktu. Yüzü al al olmuş Faruk yanımızdan uzaklaştı. Ben, öfkemden kaçtığını sandım. Ama biraz sonra yanımıza döndüğünde suratına gülücükler oturmuştu. “Geliyorum” dedi. Meğer KKTC’ye girmek için pasaporta gerek yokmuş, nüfus kağıdı yeterli oluyormuş.
Uçuş bir saat 10 dakika sürdü. Yani İstanbul trafiğinde bir yerden bir yere gitme süresinde, kendimizi KKTC’nin Ercan Havalimanı’nda bulduk. Bizi sıcak bir hava, ardından da köpekler karşıladı. İki narkotik köpeği, bagajlarını bekleyenleri koklayıp duruyordu. İşlerini ciddiyetle yapıyor, sevgi gösterisinde bulunanlara hiç yüz vermiyorlardı. Sonra uzun bir pasaport kuyruğu çıktı karşımıza. Yavaş yavaş ilerleyen, insanı bıktıran bir kuyruktu bu. Oysa ülkeyle ilk tanışma daha sempatik olmalıydı. Bir hafta önce gittiğim Venedik’te, kuyruk buradakinden uzundu ama daha hızlı ilerliyordu. Görevliler yolcularla şakalaşıyor, sayfaları uzun uzun karıştırmak yerine vizeye bakıp, giriş damgasını vuruyordu.

TARİH KOKAN SOKAKLAR

Bizi, Kıbrıs Türk Turizm ve Seyahat Acentaları Birliği’nden (KITSAB) Fırat Oktar karşıladı. Sıcaktan yakınınca, gerçek sıcakların henüz başlamadığını belirterek bizi teselliye çalıştı. Ağustosta, otomobilin içinde 62 dereceyi gördüğünü söyledi. Aslında ağustosta Kıbrıs civarında bulunmamak gerekiyordu.

Kalacağımız Lefkoşa Merit Otel’in resepsiyonunda, klimadan yayılan serin hava, sıcaktan karıncalaşmaya başlayan beynimi kendine getirdi. Hele ikram edilen buz gibi limonata, tam bir doping etkisi yaptı. Terim kuruyunca soluğu, Lefkoşa’nın tarih kokan sokaklarında aldım.

Bu kent, 11. yüzyıldan beri Ada’nın başkentiydi. Etrafı, Venedikliler zamanında yapılan sağlam bir kale duvarıyla çepeçevre sarılmıştı. Kalenin içindeki dar sokaklar, tarihe doğru uzanan labirenti andırıyordu. Kiliselerin, kiliseden bozma camilerin, eski evlerin gölgesine sığınarak sokak sokak dolaşıyordum. Ama güneşin altında ısınan taşlardan yansıyan sıcak beni gölgede de bulup, bunaltıyordu.

İşte bu bunalma anlarımdan birinde Büyük Han’ı keşfettim. Avlusuna girince burayı Bursa’daki İpek Han’a ve Urfa’daki Gümrük Han’a benzettim. Tamamıyla taştan inşa edilmişti, 68 oda ve 10 dükkandan oluşuyordu. Üst katta çepeçevre sıralanmış dükkanlarda hediyelik eşya satılıyordu. Hanın tam ortasında küçük bir mescit vardı. Kahveler kemerlerin gölgesine sığınmıştı. Koca pervaneler fırıl fırıl dönüp duruyor, sıcak havayı serinletmek için var güçleriyle çalışıyordu. Esintinin ulaştığı masalardan birine oturup, bol buzlu bir limonata söyledim. Gezim boyunca, susadığım zaman hep bu içeceğe sarıldım. Çünkü böylesine lezzetlisini hiçbir yerde içmemiştim.

İKİ ÜLKELİ KENT

Enerjimi topladığımda tekrar sokakları arşınlamaya başlıyordum. Lefkoşa, Bizanslılar döneminde başkent olmuş ve asırlar boyu bu unvanını hiç kaybetmemişti. Venedikliler de, gizemli Tapınak Şövalyeleri de, Kudüs Kralı Guy de Lusıngan da, Osmanlılar da, İngilizler de, Türk ve Rumlar da bu kenti hep başkent olarak tanımışlardı.

Lefkoşa’da en büyük yapısal değişimi Osmanlılar gerçekleştirmişti. Başta St. Sophia Katedrali olmak üzere bir çok kilise camiye çevrilmişti. Venedik konaklarına cumba ilave edip, kendi üsluplarına benzetmeye çalışmışlardı. Ayrıca avlulu, iki katlı büyük konaklar da inşa etmeyi ihmal etmemişlerdi. İngiliz döneminde ise yaşam surların dışına taşmaya başlamıştı.

Surların içindeki gezimi, Yiğitler Burcu parkında, bir ağaç gölgesinde bitirdim. Kenti ikiye bölen sınırın yanı başındaydım. Yeşil Hat, evleri, kiliseleri, sokakları, insanları ve yaşamları da bölmüştü. Parkta karşı tarafı seyrederken, Berlin Duvarı aklıma geldi. O da bir zamanlar bir kenti ikiye bölerek yaşamları alt üst etmişti. Yıkılınca, dünya üstünde bir tek Lefkoşa, iki ülkeli kent unvanıyla anılmaya başlanmıştı.

Lefkoşa’da görülecek yerler, tüm güzellikler surların içindeydi: Venedik Sütunu, Arabahmet Camii, Selimiye Camii, Kumarcılar Hanı, Derviş Paşa Konağı, Büyük Hamam, Mevlevi Tekke... Dışarıda ise betonarme ormanı vardı. Güzelim konaklar, tek katlı bahçeli evler yıkılarak yerlerine anlamsız binalar kondurulmuştu. Onun için surların dışındaki Lefkoşa ile pek ilgilenmedim.
Lefkoşa Merit Oteli’nin terasında güneşi batırdım. Karanlık çökünce kentin ışıkları yandı. Oturduğum yerden kentin iki bölümünü de görebiliyordum. Nedense güneydeki ışıklar, kuzeyden daha çok parlıyordu. Bu parlaklık farkı neyin göstergesiydi acaba?
Ertesi sabah asırlık başkentle vedalaşıp, denize doğru yol almaya başladım.

ZİRVEDEKİ KALE

Lefkoşa’dan ayrıldıktan bir süre sonra Fırat Oktar, direksiyonu St. Hilarion Kalesi’ne doğru kırdı. Bizans kalesi dağın zirvesindeydi. Üstünde yükseldiği kayalarla öylesine bütünleşmişti ki, uzaktan onu fark etmek zordu. Kaleden Girne ve Kıbrıs’ın tüm kuzey sahilleri görülüyordu. İnsan burada kendini kartal gibi hissediyordu. Her şeye yukarıdan bakan bir kartal gözü, demek böyle görüyordu Girne’yi. Kale adını, Kudüs’ten kaçarak gelen ve ölene dek dağın tepesindeki bir mağarada yaşayan bir azizden almıştı. Saklanmak için seçtiği yere bakılırsa, Hilarion yaşama tutkun bir azizdi.

GİRNE

Akdeniz’in güzel kızı


KKTC’de trafik, İngiltere’deki gibi sağdandı. Direksiyondaki rehberimiz Fırat Oktar’ın ters yola girdiği hissine kapılıp karşıdan gelen otomobilin üstümüze çıkacağını sanıyordum. Hele kavşaklarda işin içinden çıkamıyordum. Bunca yıldan beri alıştığım sapışlar tamamen tersine dönmüştü. Kapının sapını sıkıca kavrayıp, sağ ayağımla olmayan frene
/images/100/0x0/55eaae15f018fbb8f88fdbf5
sürekli basıyordum.
Araba Beşparmak Dağları’nı tırmanırken, Kıbrıslıların neden İngilizlerden kalma bu ters trafikte ısrarcı olduklarının yanıtını arıyordum. Oysa dağa tırmandıkça manzara değişiyor, Lefkoşa’daki hakim renk olan sarı yerini yeşile bırakıyordu. Hele uzaklardan Akdeniz görününce yeşil daha da belirginleşti, ağaçların boyları uzadı. KKTC’nin ikinci büyük kenti Girne’ye doğru gidiyordum. Uzun yıllar önce bir kez daha geldiğim bu kenti anımsamak için arada bir gözlerimi kapatıyordum ama, tarihi limandan başka hiçbir görüntü gözümün önüne gelmiyordu. Bir de Rauf Denktaş’la yediğim hellim peynirini hatırlıyordum. Bu kadar az anı nedeniyle Girne’ye ilk kez geliyor sayılabilirdim.

Tepelerden Girne’ye inerken villalar göründü. Saray yavrusunu andırıyorlardı. Yıllar önce geldiğimde yoktu hiçbiri. Bu kadar çok villaya ihtiyaç var mıydı acaba? Fırat, sorunun cevabını verdi: “Çoğu İngilizlerin. Çünkü burada fiyatlar güneydekilerin üçte biri. İkişer, üçer alıp devremülk gibi kiralıyorlar. Otel ve pansiyonların belini büküyorlar.” Uyanık İngilizler, diye geçirdim içimden.

DAHA GÜZEL VE SICAK

Girne’yi Begonviller kırmızıya, zakkumlar pembe ve beyaza boyamıştı. Palmiyelerin Girne’ye çok yakıştığını düşündüm. Her evin önünde begonvillerle sarılmış bir gölgelik vardı. Merit Crystal Cove oteline doğru ilerlerken, bu kenti ilk gelişimde çok sevdiğimi hatırladım. Geçmiş, parça parça hafızamdan dökülecekti anlaşılan.

Girne, başkenti Lefkoşa’dan daha güzel, yeşil, renkliydi ama aynı zamanda daha da sıcak ve nemliydi. Odamın balkonuna çıkmadan, camın ardından seyrettim Akdeniz’i. Deniz, bütün güzelliklerini sanki bu kıyılarda sergiliyordu. Uzaklarda lacivert, sonra mavi, bir yerde turkuvaz, bir yerde boncuk mavisi, başka bir köşede yeşilimsi... Serin odada Akdeniz’i seyretmek çok güzeldi ama çıkıp kenti tanımalıydım.

Önce Bellapais’e gittim. Gotik mimarinin eşsiz örneklerindendi, 12. yüzyılda yapılmıştı. Selvili katedrali görünce, yıllar önce yağmurlu bir günde geldiğimi ve buraya yerleşmeye karar verdiğimi hatırladım. Bellapais’in dar sokaklarında dolaşırken, kendimi birçok mekanda birden buldum: Bodrum’da, Alaçatı’da, Korsika’da, Girit’te, Sicilya’da...

Sonra limana indim. Çepeçevre lokantalarla çevrelenmiş bu tarihi limanda, dinlenmek için oturduğum koltukta, karşıdaki kaleyi seyrederken birden aklıma bu liman için, “karıncaların ayak sesleri duyuluyor” diye yazdığım geldi. O zamanki sessizliği hatırladım. Ama şimdi, avaz avaz bağıran müzikler birbirine girmişti. Etrafa baktım, her şeye rağmen, herkes, her şeyden çok memnun görünüyordu. Limanın güzelliği tüm olumsuzluğu silip süpürüyordu anlaşılan.

Nemli sıcak, sokaklarda dolaşmama pek izin vermedi. Otele dönüp, Akdeniz’le kucaklaştım. Kulaç atarken, maviye boyandığımı zannettim. Akşam yemeğinden sonra turistler akın akın kumarhaneye giderken ben odamın yolunu tuttum. Serin odamda güzel rüyalara dalmayı, para tıkırtısına tercih ettim.
Kıbrıs haftaya da devam edecek: Güzelyurt, Karpas, Mağusa, özgür eşekler ve Kıbrıs’ın lezzetli mutfağı.
False