Nilgün KANIBİR yazdı
Son Güncelleme:
Kokular ve renkler, geçmiş ve gelecek, kızıl ve mavi, baharat ve nane çayı FAS
Ingrid Bergman ve Humprey Bogart’ın başrolllerini paylaştığı, o ünlü filme konu olan şehir Casablanca’dan, Kızıl Şehir Marakeş’e. Buram buram Magrip kültürü kokan Algeciras’tan Atlantik güzeli Suveyra’ya, her akşam bir karnavalın yaşadığı "Cami-ül Fena" meydanından kültürel başkent Fes’e, baharat kokulu leziz yemeklerden bir kaosu andıran trafiğine Fas’tayız bu kez.
Madrid, Chamartin Tren İstasyonu’ndan, Algeciras yönüne giden trenimiz, tam vaktinde, gece 11.00’de hareket etti. Andalucia Bölgesi’nin bu deniz kenarındaki şehrine, yaklaşık 700 kilometrelik bir yolculuk sonrası, sabah 10.00 civarı ulaştık. Fas’a feribot geçişleri, iki noktadan. Biri Algeciras, diğeri ise 30 kilometre uzaklıktaki Tarifa. Karşı kıyıda ya Tanger’e (Fas) ya da Ceuta’ya (İspanya) geçiliyor. Feribot İskelesi, tren istasyonuna yürüme mesafesi olarak, beş dakika uzaklıkta. Ancak o da ne? Gidenler geri dönüyorlar. Anlıyoruz ki, hava seferler için elverişli değil. Çaresiz, konaklamak zorundayız.
Algeciras, buram buram Magrip kültürü kokan bir yer. Özellikle, sahile yakın yerlerde bunu yakından gözlemliyoruz. Geceyi geçirdiğimiz pansiyon da Fas göçmeni bir ailenin. Kısa bir şehir turu yapıp, Ceuta biletimizi de alıyoruz.
Kalkar mı kalkmaz mı sanrıları içinde geçirilen bir gecenin ardından, ertesi gün; Euro Ferrys Şirketi’ne ait, Avustralya yapımı, dev "Pacifico" adlı feribottayız. Bir an, bavul ticareti için İstanbul’a gelip giden Rusların arasındaymışız gibi bir duyguya kapılıyoruz. Zira, her Faslı’nın en az üç adet, büyükçe bavul ya da siyah-siyah poşeti var beraberinde. Yaklaşık bir saatte, Cebelitarık-Septa-Boğazı’nı geçiyoruz. Afrika kıtasında olmamıza rağmen; bizi İspanyol ve Avrupa Birliği bayrakları karşılıyor. Zira Ceuta kıtadaki iki özerk İspanyol bölgesinden biri. Diğeri ise, biraz daha Cezayir yönündeki Melilla.
TETUAN - TANGER YOLCULUĞU
Ceuta şehir merkezinden Fas sınırı üç kilometre. Beş dakikada bir de otobüs kalkıyor. Yaklaşık iki saatlik sancılı bir bekleyişten sonra, nihayet Fas’a geçebiliyoruz. Sınır, her günkü yoğunluğunda. Zira, çok sayıda Faslı, çalışmak için günübirlik Tetuan’dan Ceuta’ya geçiyor.
En az 40 yıllık bir Mercedes dolmuşla, yarım saatlik bir yolculuk sonrası, Tetuan’a ulaşıyoruz. Amacımız, biraz dolaştıktan sonra, Tanger’e, oradan da gece otobüsüyle güneye, Casablanca’ya gitmek.
Aynı gün iki farklı kültürü yaşıyoruz... Biraz Arap; biraz da Fransız etkisi göze çarpıyor. İlk çarpıcı örnek; şehirlerarası otobüs terminalleri, otobüsler... Biri geleneksel, şark tipi. Diğeri ise, modern, batılı tarzda. "CTM" otobüs terminalleri ve otobüsleri ikinci gruba ait. Fas turumuzda biz, hep CTM’i tercih ediyoruz. Bir sonraki gideceğimiz yerin biletini, hep bir önceki şehirden, "on-line" alıyoruz.
16.45 otobüsüyle, yaklaşık bir saatlik bir yolculuk sonrası, Tanger’e ulaşıyoruz. Tipik bir Akdeniz kıyı şehri; kahvehaneleri de bildik... Uzun uzadıya bir kordon... Hafif bir yağmur eşliğinde, adımlıyoruz ıslak kaldırımları. Biraz ileride, çay molası vermenin tam zamanı. Fas usulü, bol kokulu, çok şekerli, nane çayı. Bu arada, Casablanca biletimizi de alıyoruz. Hareket 23.45’te; yaklaşık beş saatlik bir güzergah.
CASABLANCA YA DA TEKRAR ÇAL SAM
Bu kez; Ingrid Bergman ve Humprey Bogart’ın başrolllerini paylaştığı, o ünlü filme konu olan şehirde, Casablanca’dayız. Henüz gün ağarmış değil. Biraz puslu ve de yağmurlu... Gün ağarır ağarmaz, kısa bir şehir gezintisine çıkıyoruz, yalnız sokaklarda. Limana doğru yöneliyoruz. Kimi henüz gelmemiş seferden, kimi de ağlarını toplamakla meşgul. Adını bilmediğimiz küçüklü büyüklü okyanus balıkları yanında; mezgit, karides, sardalye bildiklerimiz. Henüz sabah saatleri olmasına rağmen, seyyar balık tezgahlarından birine biz de ilişiyoruz. Birer porsiyon Fas usulü yumurtalı karides; arkasından, yine nane çayı.
Sonrasında, oldukça sıradan görüntüler... Büyük bulvarlar, yoğun bir trafik, gündelik koşuşturmaca. Biz de planımızı değiştirip, günboyu kalmaya karar veriyoruz. Ne yazık ki, Rick’in barına uğrayıp; tekrar çalması umuduyla, "Sam"e "merhaba" diyemiyoruz.
Yeni rotamız, daha ilginç olabileceğini düşündüğümüz, biraz daha güneydeki Suveyra. Gün dönmeden varmak istiyoruz oraya. Sadece, beş saatlik bir yol.
SUVEYRA YA DA ATLANTİK GÜZELİ
Gözümüzü Atlas Okyanusu’nun o birbirini döven, ardı arkası kesilmeyen dalgalarına açıyoruz. Oldukça otantik döşenmiş tripleks bir "riyad"ın terasındayız. Geceyarısı geldiğimiz Suveyra’nın, "Medina" adı verilen, surlar içindeki eski şehir bölgesindeyiz.
Zaman sanki "aheste" burada. Surların okyanusa koşut, çepeçevre sarmaladığı bu bölgede, kimsenin zamanla bir sorunu yok gibi. Biz de ortama uyuyoruz; limana bakan "Orson Welles" adlı meydandaki küçük bir Kafede, günlerin yorgunluğunu atıyoruz. Hemen karşımızda, yanyana dizilmiş balık lokantaları; bitişik plaj bölgesi ise otellerle dolu. Sıra geldi, 3 saat ötedeki Marakeş’e.
MARAKEŞ YA DA KIZIL ŞEHİR
Akşamın ilk saatleri... Her tarafı kızıla boyalı, dillere destan Marakeş’te, "Cami-ül Fena" adlı meydandayız. Muhteşem mimarisi ve ışıklandırmasıyla Kutubiye Camii’ne çok yakınız. Seyyar ızgaracılar, lokantacılar çoktan yerlerini almışlar, işe koyulmuşlar bile. Her taraf bir sis bulutu içinde. Aslında Marakeş’in, yarı Fas demek olduğunu, bulunduğumuz meydanda yaşananlardan kolaylıkla anlamak mümkün. Sanki, her akşam bir karnaval yaşanıyor; tarifi neredeyse imkansız.
Koskoca bir alanda, kimler yok ki? En dışta, meyve suyu sıkan, kuruyemiş satan, yerleri sabit satıcılar; ortada sadece akşam üzeri gelip tezgah açan, yan yana, iç içe sıralanmış, her birinden ayrı lezzet kokuları gelen, portatif masa ve sandalyeli seyyar satıcılar. Bol baharat ve duman eşliğinde size davetiye çıkarıyorlar. Bir köşede, yerel bir müzik grubu, ellerinde sazlar, tefler, kendilerince fasıl geçiyorlar. Hemen yanlarında, her türlü fal bakıcıları, kınayla elinizi bir tabloya dönüştüren kadınlar. Bir başka yerde, yılan oynatıcıları. Tabii, yoğun bir kalabalık.
Hemen meydanın bir köşesindeki otelimize eşyalarımızı bırakıp, biz de bu curcunaya katılıyoruz. Önümüze gelen ilk seyyar satıcının dumanları arasına karışıyoruz. Artık, gelsin ızgaralar, gitsin "tajin"ler (sebzeli güveç), yanında kuskus. Her milletten insanı yan yana, bir masanın etrafında görmek olası. Parti (!), geç saatlere kadar sürüyor. Sabah uyandığınızda ise bu tablodan hiç eser kalmıyor. Meydan, adeta sessiz, cansız, terk edilmiş bir hal alıyor. Ne zaman toplanıyorlar, ne zaman her şey, tekrar eski halini alıyor, anlamak güç.
Bugün; Marakeş’in o büklüm büklüm sokaklarında, Medina’da, Souk’ta (Mısır Çarşısı benzeri) kaybolmaya karar veriyoruz. Ancak biliyoruz ki burada kaybolmak mümkün değil. 67 metre yüksekliğindeki El Kutubiye’nin zarif minaresi, her bir yandan görülüyor, yönünüzü ona çevirmeniz yeterli. Otomobil, at arabası, motosiklet, bisiklet ve insan, hepsi aynı yolda, aynı koşuşturmaca içindeler... Çoğu, bitmeye yüz tutan kimi el sanatlarını icra ediyor, oldukça ilkel koşullarda. Öğleden sonra, Marakeş’in nispeten modern yüzüne açılan caddeleri arşınlıyoruz. Sanki anlaşmışcasına, her yer kızıla boyalı. Uyum, harmoni oldukça etkileyici. Bir başka masalsı, büyüleyici yer de, Jardin Majorelle. Dünyanın çeşitli bölgelerinden getirilerek oluşturulmuş bir bahçe, vaha. Ünlü modacı, Yves Saint Laurent’e ait.
Başkent Fes ve Meknes
Atlas Dağları’nın neredeyse 100 metre bile gitmeden, bir sağa bir sola kıvrılan yollarını tüm gece boyu katederek, sabah saatlerinde başkent Fes’e geldik. Sırt çantalarımızı bırakıp hiç vakit kaybetmeden, bir saat uzaklıktaki Meknes’e gittik, akşam tekrar dönmek üzere.
Meknes, ovaya kurulmuş, etrafı yeşil, ancak oldukça küçük bir yer. Şehri boydan boya yürüyüp solumak, can damarı niteliğindeki eski şehir bölgesi "medina"ya ulaşmak, sadece yarım saatimizi aldı. Daracık sokaklar, yük taşıyan hayvanlar, o insan kalabalığı içinde malını satmaya çalışan satıcılar. Tam bir karmaşa...
Üç milyon nüfuslu kültürel başkent Fes, geniş bir alana yayılı, modern bir şehir. "Medina"sı da diğerlerinden daha büyük ve daha canlı. Çok sayıda medrese göze çarpıyor. Birbirini dikine kesen, uzunca sokaklarda yön bulmak oldukça güç oldu. Yeni şehir bölümünde ise geniş bulvarlar hakim.
Bunları unutmayın
Öncelikle Fas’a, İspanya’dan geçmek oldukça kolay. Bunun için ya Algeciras’a ya da Tarifa’ya gitmek gerekiyor. Madrid-Algeciras tren (www.renfe.es), 60 Euro. Otobüs (www.daibus.es) ise 50 Euro civarı. Yol, 11 saat sürüyor.
Feribot yaklaşık 50-60 Euro. Sık sık sefer var. Yol bir saat sürüyor.
(www.euroferries.com); (www.buquebus.es); (www.trasmediterranea.es)
Fas’ın para birimi dirhem. 1 Euro, 10 dirhem.
Fas’ta kara yolculuğu için CTM (www.ctm.ma) otobüs firması tercih edilebilir. Hem önceden "on-line" bilet alma ayrıcalığından yararlanılabilir, hem de "bagaj emaneti"nden.
Genelde fiyatlar, Avrupa’ya nazaran ucuz. Türkiye ile hemen hemen aynı. Konaklama ücreti, 10-20 Euro arasında.
Yeme içme hatta davranış alışkanlıkları bize çok benziyor. Temizlik konusuna gelince, en lüks yerde bile peçete bulmakta zorlandık. Lokantalarda el temizliği için ince kağıtlar veriyorlar. Tuvaletlerde sabun ve tuvalet kağıdı yok ya da ücret karşılığı.
Halk fakir olduğundan her şeyden mutlaka bir avanta çıkarmaya çalışıyor, yani selamı bile "dirhem" karşılığı veriyor.
Çok lüks olanlar haricinde, otel olarak karşılaştıklarımız eskinin "han"ı. En lüks yerde bile, hijyen maddeleri yok. Dahili telefon lüks, sıcak su ücret karşılığı ve her zaman yok.
Taksiler pazarlığa tabi. Aslında her şey. Bir dirhem, çok şey ifade ediyor.
Ana ya da tali caddedeki bir bankanın önüne otomobilinizi, motosikletinizi rahatlıkla park edebilirsiniz. Tabii, çıkışta merdivenlerin dibinde oturana bir dirhem vermek şartıyla.
Caddelerde otobüs, otomobil, motosiklet, bisiklet, katır, eşek, insan hepsi bir arada seyrediyor. Trafik, tam bir kaos.
Bunların yanında; bir iyi yönü, kafe kültürünün gelişmiş olması. O da, uzun yıllar Fransızların sömürgesi olmalarından kaynaklanıyor. Her köşebaşında bir kafeye rastlamak mümkün. Ayrıca, herkes az ya da çok Fransızca konuşuyor.
Algeciras, buram buram Magrip kültürü kokan bir yer. Özellikle, sahile yakın yerlerde bunu yakından gözlemliyoruz. Geceyi geçirdiğimiz pansiyon da Fas göçmeni bir ailenin. Kısa bir şehir turu yapıp, Ceuta biletimizi de alıyoruz.
Kalkar mı kalkmaz mı sanrıları içinde geçirilen bir gecenin ardından, ertesi gün; Euro Ferrys Şirketi’ne ait, Avustralya yapımı, dev "Pacifico" adlı feribottayız. Bir an, bavul ticareti için İstanbul’a gelip giden Rusların arasındaymışız gibi bir duyguya kapılıyoruz. Zira, her Faslı’nın en az üç adet, büyükçe bavul ya da siyah-siyah poşeti var beraberinde. Yaklaşık bir saatte, Cebelitarık-Septa-Boğazı’nı geçiyoruz. Afrika kıtasında olmamıza rağmen; bizi İspanyol ve Avrupa Birliği bayrakları karşılıyor. Zira Ceuta kıtadaki iki özerk İspanyol bölgesinden biri. Diğeri ise, biraz daha Cezayir yönündeki Melilla.
TETUAN - TANGER YOLCULUĞU
Ceuta şehir merkezinden Fas sınırı üç kilometre. Beş dakikada bir de otobüs kalkıyor. Yaklaşık iki saatlik sancılı bir bekleyişten sonra, nihayet Fas’a geçebiliyoruz. Sınır, her günkü yoğunluğunda. Zira, çok sayıda Faslı, çalışmak için günübirlik Tetuan’dan Ceuta’ya geçiyor.
En az 40 yıllık bir Mercedes dolmuşla, yarım saatlik bir yolculuk sonrası, Tetuan’a ulaşıyoruz. Amacımız, biraz dolaştıktan sonra, Tanger’e, oradan da gece otobüsüyle güneye, Casablanca’ya gitmek.
Aynı gün iki farklı kültürü yaşıyoruz... Biraz Arap; biraz da Fransız etkisi göze çarpıyor. İlk çarpıcı örnek; şehirlerarası otobüs terminalleri, otobüsler... Biri geleneksel, şark tipi. Diğeri ise, modern, batılı tarzda. "CTM" otobüs terminalleri ve otobüsleri ikinci gruba ait. Fas turumuzda biz, hep CTM’i tercih ediyoruz. Bir sonraki gideceğimiz yerin biletini, hep bir önceki şehirden, "on-line" alıyoruz.
16.45 otobüsüyle, yaklaşık bir saatlik bir yolculuk sonrası, Tanger’e ulaşıyoruz. Tipik bir Akdeniz kıyı şehri; kahvehaneleri de bildik... Uzun uzadıya bir kordon... Hafif bir yağmur eşliğinde, adımlıyoruz ıslak kaldırımları. Biraz ileride, çay molası vermenin tam zamanı. Fas usulü, bol kokulu, çok şekerli, nane çayı. Bu arada, Casablanca biletimizi de alıyoruz. Hareket 23.45’te; yaklaşık beş saatlik bir güzergah.
CASABLANCA YA DA TEKRAR ÇAL SAM
Bu kez; Ingrid Bergman ve Humprey Bogart’ın başrolllerini paylaştığı, o ünlü filme konu olan şehirde, Casablanca’dayız. Henüz gün ağarmış değil. Biraz puslu ve de yağmurlu... Gün ağarır ağarmaz, kısa bir şehir gezintisine çıkıyoruz, yalnız sokaklarda. Limana doğru yöneliyoruz. Kimi henüz gelmemiş seferden, kimi de ağlarını toplamakla meşgul. Adını bilmediğimiz küçüklü büyüklü okyanus balıkları yanında; mezgit, karides, sardalye bildiklerimiz. Henüz sabah saatleri olmasına rağmen, seyyar balık tezgahlarından birine biz de ilişiyoruz. Birer porsiyon Fas usulü yumurtalı karides; arkasından, yine nane çayı.
Sonrasında, oldukça sıradan görüntüler... Büyük bulvarlar, yoğun bir trafik, gündelik koşuşturmaca. Biz de planımızı değiştirip, günboyu kalmaya karar veriyoruz. Ne yazık ki, Rick’in barına uğrayıp; tekrar çalması umuduyla, "Sam"e "merhaba" diyemiyoruz.
Yeni rotamız, daha ilginç olabileceğini düşündüğümüz, biraz daha güneydeki Suveyra. Gün dönmeden varmak istiyoruz oraya. Sadece, beş saatlik bir yol.
SUVEYRA YA DA ATLANTİK GÜZELİ
Gözümüzü Atlas Okyanusu’nun o birbirini döven, ardı arkası kesilmeyen dalgalarına açıyoruz. Oldukça otantik döşenmiş tripleks bir "riyad"ın terasındayız. Geceyarısı geldiğimiz Suveyra’nın, "Medina" adı verilen, surlar içindeki eski şehir bölgesindeyiz.
Zaman sanki "aheste" burada. Surların okyanusa koşut, çepeçevre sarmaladığı bu bölgede, kimsenin zamanla bir sorunu yok gibi. Biz de ortama uyuyoruz; limana bakan "Orson Welles" adlı meydandaki küçük bir Kafede, günlerin yorgunluğunu atıyoruz. Hemen karşımızda, yanyana dizilmiş balık lokantaları; bitişik plaj bölgesi ise otellerle dolu. Sıra geldi, 3 saat ötedeki Marakeş’e.
MARAKEŞ YA DA KIZIL ŞEHİR
Akşamın ilk saatleri... Her tarafı kızıla boyalı, dillere destan Marakeş’te, "Cami-ül Fena" adlı meydandayız. Muhteşem mimarisi ve ışıklandırmasıyla Kutubiye Camii’ne çok yakınız. Seyyar ızgaracılar, lokantacılar çoktan yerlerini almışlar, işe koyulmuşlar bile. Her taraf bir sis bulutu içinde. Aslında Marakeş’in, yarı Fas demek olduğunu, bulunduğumuz meydanda yaşananlardan kolaylıkla anlamak mümkün. Sanki, her akşam bir karnaval yaşanıyor; tarifi neredeyse imkansız.
Koskoca bir alanda, kimler yok ki? En dışta, meyve suyu sıkan, kuruyemiş satan, yerleri sabit satıcılar; ortada sadece akşam üzeri gelip tezgah açan, yan yana, iç içe sıralanmış, her birinden ayrı lezzet kokuları gelen, portatif masa ve sandalyeli seyyar satıcılar. Bol baharat ve duman eşliğinde size davetiye çıkarıyorlar. Bir köşede, yerel bir müzik grubu, ellerinde sazlar, tefler, kendilerince fasıl geçiyorlar. Hemen yanlarında, her türlü fal bakıcıları, kınayla elinizi bir tabloya dönüştüren kadınlar. Bir başka yerde, yılan oynatıcıları. Tabii, yoğun bir kalabalık.
Hemen meydanın bir köşesindeki otelimize eşyalarımızı bırakıp, biz de bu curcunaya katılıyoruz. Önümüze gelen ilk seyyar satıcının dumanları arasına karışıyoruz. Artık, gelsin ızgaralar, gitsin "tajin"ler (sebzeli güveç), yanında kuskus. Her milletten insanı yan yana, bir masanın etrafında görmek olası. Parti (!), geç saatlere kadar sürüyor. Sabah uyandığınızda ise bu tablodan hiç eser kalmıyor. Meydan, adeta sessiz, cansız, terk edilmiş bir hal alıyor. Ne zaman toplanıyorlar, ne zaman her şey, tekrar eski halini alıyor, anlamak güç.
Bugün; Marakeş’in o büklüm büklüm sokaklarında, Medina’da, Souk’ta (Mısır Çarşısı benzeri) kaybolmaya karar veriyoruz. Ancak biliyoruz ki burada kaybolmak mümkün değil. 67 metre yüksekliğindeki El Kutubiye’nin zarif minaresi, her bir yandan görülüyor, yönünüzü ona çevirmeniz yeterli. Otomobil, at arabası, motosiklet, bisiklet ve insan, hepsi aynı yolda, aynı koşuşturmaca içindeler... Çoğu, bitmeye yüz tutan kimi el sanatlarını icra ediyor, oldukça ilkel koşullarda. Öğleden sonra, Marakeş’in nispeten modern yüzüne açılan caddeleri arşınlıyoruz. Sanki anlaşmışcasına, her yer kızıla boyalı. Uyum, harmoni oldukça etkileyici. Bir başka masalsı, büyüleyici yer de, Jardin Majorelle. Dünyanın çeşitli bölgelerinden getirilerek oluşturulmuş bir bahçe, vaha. Ünlü modacı, Yves Saint Laurent’e ait.
Başkent Fes ve Meknes
Atlas Dağları’nın neredeyse 100 metre bile gitmeden, bir sağa bir sola kıvrılan yollarını tüm gece boyu katederek, sabah saatlerinde başkent Fes’e geldik. Sırt çantalarımızı bırakıp hiç vakit kaybetmeden, bir saat uzaklıktaki Meknes’e gittik, akşam tekrar dönmek üzere.
Meknes, ovaya kurulmuş, etrafı yeşil, ancak oldukça küçük bir yer. Şehri boydan boya yürüyüp solumak, can damarı niteliğindeki eski şehir bölgesi "medina"ya ulaşmak, sadece yarım saatimizi aldı. Daracık sokaklar, yük taşıyan hayvanlar, o insan kalabalığı içinde malını satmaya çalışan satıcılar. Tam bir karmaşa...
Üç milyon nüfuslu kültürel başkent Fes, geniş bir alana yayılı, modern bir şehir. "Medina"sı da diğerlerinden daha büyük ve daha canlı. Çok sayıda medrese göze çarpıyor. Birbirini dikine kesen, uzunca sokaklarda yön bulmak oldukça güç oldu. Yeni şehir bölümünde ise geniş bulvarlar hakim.
Bunları unutmayın
Öncelikle Fas’a, İspanya’dan geçmek oldukça kolay. Bunun için ya Algeciras’a ya da Tarifa’ya gitmek gerekiyor. Madrid-Algeciras tren (www.renfe.es), 60 Euro. Otobüs (www.daibus.es) ise 50 Euro civarı. Yol, 11 saat sürüyor.
Feribot yaklaşık 50-60 Euro. Sık sık sefer var. Yol bir saat sürüyor.
(www.euroferries.com); (www.buquebus.es); (www.trasmediterranea.es)
Fas’ın para birimi dirhem. 1 Euro, 10 dirhem.
Fas’ta kara yolculuğu için CTM (www.ctm.ma) otobüs firması tercih edilebilir. Hem önceden "on-line" bilet alma ayrıcalığından yararlanılabilir, hem de "bagaj emaneti"nden.
Genelde fiyatlar, Avrupa’ya nazaran ucuz. Türkiye ile hemen hemen aynı. Konaklama ücreti, 10-20 Euro arasında.
Yeme içme hatta davranış alışkanlıkları bize çok benziyor. Temizlik konusuna gelince, en lüks yerde bile peçete bulmakta zorlandık. Lokantalarda el temizliği için ince kağıtlar veriyorlar. Tuvaletlerde sabun ve tuvalet kağıdı yok ya da ücret karşılığı.
Halk fakir olduğundan her şeyden mutlaka bir avanta çıkarmaya çalışıyor, yani selamı bile "dirhem" karşılığı veriyor.
Çok lüks olanlar haricinde, otel olarak karşılaştıklarımız eskinin "han"ı. En lüks yerde bile, hijyen maddeleri yok. Dahili telefon lüks, sıcak su ücret karşılığı ve her zaman yok.
Taksiler pazarlığa tabi. Aslında her şey. Bir dirhem, çok şey ifade ediyor.
Ana ya da tali caddedeki bir bankanın önüne otomobilinizi, motosikletinizi rahatlıkla park edebilirsiniz. Tabii, çıkışta merdivenlerin dibinde oturana bir dirhem vermek şartıyla.
Caddelerde otobüs, otomobil, motosiklet, bisiklet, katır, eşek, insan hepsi bir arada seyrediyor. Trafik, tam bir kaos.
Bunların yanında; bir iyi yönü, kafe kültürünün gelişmiş olması. O da, uzun yıllar Fransızların sömürgesi olmalarından kaynaklanıyor. Her köşebaşında bir kafeye rastlamak mümkün. Ayrıca, herkes az ya da çok Fransızca konuşuyor.