‘Karpatlar’ın Kasabı’ Çavuşesku’nun koltuğunda...
Bükreş, Avrupa’nın en büyük tiyatrosu, şapkayı andıran mimari biçimi ve içindeki sergi salonlarıyla dikkat çekiyor. Parklar ve heykeller de, yenilenmiş zarif yapılarla birlikte beton yığınlarının kasvetini azaltıyor. Romanya’nın başkentinde, bir zamanlar Karpatlar’ın Kasabı olarak anılan Çavuşesku’nun koltuğuna oturdum, memleketin en güzel operalarından birini seyrettim.
Bükreş, Osmanlı’yı dize getiren (Hep ötekini dize getiren biz olacak değiliz) Valah Prensi Mircea tarafından XIV. yüzyılda kurulmuş, ‘başkent’ payesini de, bizim Kazıklı Voyvoda Romanyalıların ‘Vlad Tepeş’ diye bildikleri, onbinlerce insanı kazığa oturtan, Osmanlı elçilerinin bile, çıkarmadılar diye kavuklarını başlarına çivileten zalim prens zamanında hak etmiş. O günden bu yana da, savaşlar, yıkımlar, yangınlar ve depremler de dahil, başına gelmeyen kalmamış. Burada Bükreş’in tarihini ayrıntılarıyla anlatacak değilim ama bu kentte benim başıma gelen ilginç bir olaydan söz etmeden önce sizlerle izlenimlerimi paylaşmak istiyorum. Sözcük anlamı ‘Neşeli Kent’ anlamına gelen Bükreş’in çok da fazla neşeli olduğu söylenemez, ne var ki komünizm dönemine göre insanlar daha güler yüzlü. Öte yandan genç kadınlar çok alımlı, gece hayatı yalnızca ‘striptiz’ ve ‘erotik masaj’ salonlarıyla sınırlı değil.
Avrupa’nın en büyük tiyatrosu, şapkayı andıran mimari biçimi ve içindeki sergi salonlarıyla dikkat çekiyor. Parklar ve heykeller de, yenilenmiş zarif yapılarla birlikte beton yığınlarının kasvetini azaltıyor. Romanya’nın başkentinin eski sosyalist başkentlerle modern bir Avrupa kentinin bileşiminden oluştuğunu söyleyebiliriz. Bükreş’in ‘Eski Kent’ diye adlandırılan ama o kadar da eski olmayan mahallesi çok canlı. Kahvelerle lokantaların yanı sıra eğlence mekânlarını, ‘sex shop’ları da burada görmek mümkün. Eski kiliselerle, Paris’in Haussman döneminde yapılan binaların taklitlerini de. Bu binaların arasına sıkışıp kalmış Stavropoleos Manastırı sessiz bir vaha gibi.
Nasılsa Çavuşesku’nun hışmından kurtulabilmiş kilisesi, kuytu avlusu, duvarlarındaki rengârenk freskleriyle çok etkileyici. Valah Prensi Nicolas Mavrocordato devrinde, 1724’te yapılmış. Değerli elyazmalarının bulunduğu zengin bir kütüphanesi ve hâlâ manastırda yaşayan, karalara bürünmüş, dışarıya çıktıklarında ‘sex shop’ların önünden geçmek zorunda kalan rahibeleri var.
Bükreş, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce bahçe içindeki malikâneleri, Paris’in mimari dokusunu andıran taş yapıları, yeşil alanları ve dar sokaklarıyla güzel bir kentmiş. Hatta bu nedenle ‘Küçük Paris’ olarak anılırmış. Savaştan sonra komünist rejimin kentsel dönüşüm planları sonucu, kırsal kesimden gelen halk kitlelerinin iç içe yaşadıkları toplu konutların inşasıyla birlikte çirkinleşmeye başlamış. Giderek, biraz abartarak itiraf etmeliyim ki, bir ‘ucube’ye dönüşmüş. Bu sürecin en belirgin örneklerini, dökülen sıvaları, gri cepheleri, üst üste yığılan katlarıyla birçok yapıda görmek mümkün. Yine komünizm döneminde dikilen, Moskova’nın ‘piramitler’ine benzer Basın Sarayı da, tüm yayın organlarını kontrol altında tutmak isteyen yönetimin bir buluşu olarak, gazeteci milletini aynı mekânda toplayan özelliğiyle dikkat çekiyor.
Totaliter yapı: Halk Sarayı
Bükreş’in bir başka devasa sarayı daha var. Yapımına Çavuşesku’nun girişimiyle başlanan ama diktatörün ihtirası ve öngörüden uzak inadı yüzünden bir türlü bitirilemeyen, tarihsel yapılarla küçük, yuvarlak kuleli Ortodoks kiliseleri bertaraf eden Halk Sarayı. Bu saray parlamento binası olarak kullanılıyor bugün ve akıl dışı, megaloman bir totaliter zihniyetin mimaride vücut bulmuş ezici, ama asla görkemli olmayan debdebeli tarzını simgeliyor. Günümüzde hüküm süren bazı diktatörlerin aksine, sarayında oturmak nasip olmamış Çavuşesku’ya. Onun, devrimden sonra (Eğer komünizmi hâlâ savunuyorsanız buna ‘karşıdevrim’ de diyebilirsiniz) ayaküstü yargılanıp eşi Elena Ceauşescu’yla birlikte kurşuna dizilişini ibret ve dehşetle izlemiştim televizyonda.
1989’da Noel gecesiydi yanlış anımsamıyorsam. Hayata kunduracı çırağı olarak atılan diktatörün, ‘Tuna’nın Büyük Filozofu’ sıfatıyla iktidarda 25 yıl kaldıktan sonra, ‘Karpatlar’ın Kasabı’ olarak kimsesizler mezarlığına gömülmesinden alınması gereken dersler olduğunu düşünüyorum. Günün birinde, bu saray ya da hükümet binasında olmasa bile, diktatörün operadaki koltuğuna oturacağım, 40 yıl hayalini kursam, aklımın ucundan geçmezdi.
Bükreş’e ilk kez birkaç yıl önce, Romence yayımlanan ‘Allah’ın Kızları’ romanımın tanıtımı için, kitap fuarı bağlamında gelmiştim. Gelir gelmez de, yayıncım Nemira’nın cömertliği sayesinde kentin en lüks oteline postu sermiştim. Bu kez, Avrupa Balkan Akademisi’nin kurucu üyesi sıfatıyla yine aynı otelde kaldım. Akademinin amaç ve çalışmalarını bir başka yazıda tanıtacağım ama başkan İon Caramitru’dan söz edeyim kısaca. Çünkü onun sayesinde oturdum Çavuşesku’nun koltuğuna. Ömür boyu değil elbette, bir opera seyri süresince.
Caramitru, Romanya’nın en ünlü tiyatro yönetmenlerinden. Bir dönem kültür bakanlığı da yapmış. Son olarak Puşkin’in ‘Yevgeni Onegin’ adlı ünlü yapıtından hareketle Çaykovski’nin bestelediği operayı sahneye koymuş. Onu, ilk toplantımızda, kurucu üyeler olarak, Avrupa Balkan Akademisi’ne başkan seçtik. O da bizi ‘Evgeni Onegin’in prömiyerine davet etti. Ve rastlantı bu ya, şeref locasına ilk adım atan ben olduğum için de, bir zamanlar Çavuşesku’nun oturduğu koltuğa kuruldum. Operayı gönül rahatlığı içinde ve keyifle izleyebilirdim artık.
Puşkin’in düzyazı ve şiir karışımından oluşan ve Rus edebiyatının ilk gerçekçi ‘manzum romanı’ olarak tanımlanan ‘Yevgeni Onegin’ karşılık görmeyen bir aşkın öyküsü değildi aslında, aşkın özne değiştirdiği bir sürecin, deyim yerindeyse sevgililerin karşılıklı ‘külahlarını değiştirdikleri’ bir ilişkinin öyküsüydü. Tanya’nın Onegin’e aşkı, sona yaklaşıldığında, Onegin’in Tatyana’ya olan umutsuz ve tutkulu aşkına dönüştüğünde, anlayana gerçek bir ders niteliğindeydi. Tatyana kocasına aitti artık, gençliğinde ona yüz vermeyen Onegin’e dönemezdi, onu hâlâ sevse bile. Her şeyin bir bedeli vardı anlayacağınız, Çavuşesku da özgürlükleri yasaklamanın, insan haklarını hiçe saymanın, halka ve aydınlara uyguladığı baskının bedelini çok ağır ödememiş miydi?