Kaliforniya’nın en sıcak sahilleri, en hareketli gece mekanları
Önceki hafta Türkiye’den çok uzaklardaydım. 14 saatlik uçuşta Avrupa’yı, Atlas Okyanusu’nu, kuzeyden güneye ABD’yi aşıp Kaliforniya Eyaleti’ne kondum. Şöhretlerin şehri Los Angeles’ı turladım. Sonra bir otomobil kiralayıp 190 kilometre ilerideki Meksika sınırına kadar uzandım. Bu geziden hafızamda uçsuz bucaksız okyanus manzaraları, Sunset Bulvarı ve Glaslamp’tan gece hayatı görüntüleri, damağımda ise Temecula Vadisi şaraplarının müthiş tadı kaldı...
Dünya seyahatinden sonra, “bir daha böyle uzun uçuş” yapmam demiştim kendi kendime. Meğerse kendimi kandırmışım, yalan söylemişim. Aradan bir yıl bile geçmeden tekrar aynı uçaktayım. Geçen sefer, ilk kez bu kadar uzun uçacağım için heyecanlıydım. Şimdi ise bir bıkkınlık var içimde.
Yolculuğun, kesintisiz tam 14 saat süreceğini biliyorum. Bu uçuş da diğerleri gibi başlıyor. Uçak pistte koşturuyor. Sonra burnunu kaldırıp, gökyüzüne doğru tırmanmaya başlıyor. Pencereden İstanbul’a bakarken, yine aynı düşünceler beynime üşüşüyor. Bu koca gövde, bu kadar yükle nasıl uçuyor? Bunca yıldır uçak kalkarken hep aynı soruyu soruyorum kendime ama yanıtını bilmiyorum. Bunu açıklayan fizik kanunlarına nedense inanasım gelmiyor.
Hava bulutsuz olduğu için İstanbul uzun süre görüntüden gitmiyor. Kentin gökyüzünden görüntüsü beni ürkütüyor. O kadar büyük ki! Vücudu ve kolları durmadan büyüyen bir ahtapota benzetiyorum onu. Vantuzuyla içine çektiklerini bir daha salıvermeyen dev bir ahtapot.
Sonunda hostes sabırsızlıkla beklediğim soruyu soruyor: “Ne içmek istersiniz” Cevabım, tüm uçak yolculuklarında hep aynı oluyor: “Kırmızı şarap lütfen.” Geçen yolculuğumda seçenekler çok kötüydü, bu kez düzelmiştir diye umuyorum ama nafile. Yine aynıları.
Şarabımı yudumlarken küçük pencereden bakıyorum, bulut kümelerinden başka bir şey görmüyorum. Sadece uçsuz bucaksız bir beyazlık. İki saatten fazla yerimden hiç kalkmıyorum. Uyuşan ayaklarımın açılması için koridorda bir aşağı bir yukarı yürüyorum.
Sonra yerime oturup, tekrar pencereden aşağıya bakıyorum. Yer yer karlı toprakları görüyorum. Yılan gibi kıvrıla kıvrıla akan nehirlerin, bir önceki uçuşumda donmuş olduğunu hatırlıyorum. Şimdi gümüş gümüş akıp gidiyorlar.
Yolcuların çoğu uyuyor. Kitap okur gibi yapıyorum. Sonra benim de gözlerim kapanıyor.
Uyandığımda batmayan güneşin tekrar doğduğunu görüyorum. Önce kızıl bir çizgi, ardından bir yangın yeri gibi kızıl gökyüzü.
GECEYİ ATLAYIP GÜNÜ İKİ KEZ YAŞADIM
Kanada’nın kuzeyindeki karlı topraklar görününce, Avrupa kıtasını, Atlas Okyanusu’nu geride bıraktığımızı düşünüp, biraz rahatlıyorum. Ama önümüzde koca bir Amerika Kıtası daha var. Yeni doğan güneş, aşağıdaki soğuk denizi erguvan rengine boyuyor. Önümdeki ekrandan Los Angeles’e altı saat kaldığını okuyorum.
Uzun bir süre sonra, kimsesiz toprakların ortasından ip gibi uzanan yolları görüyorum. Bir önceki uçuşum aklıma geliyor yine. Yolun kıyısında küçük köyleri, köyde yaşayanların yalnızlıklarını, oralardaki yaşantıları düşlediğimi hatırlıyorum.
Aşağıda bu kez derin kanyonlar, zirvedeki küçük göller, uçsuz bucaksız ormanlar görüntüye giriyor. Dağların beni çağırdığını duyuyorum sanki. Birden, orada olmak için can attığımı hissediyorum. Bu vahşi doğada kaybolmanın hayalini kuruyorum.
Uçak nihayet alçalmaya başlıyor. Bir süre sonra Los Angeles’in banliyöleri görünüyor. Gözlerini açmakta zorlanıyorum. Türkiye’de olsam neredeyse uyanıp, bir sonraki güne başlayacaktım. Halbuki şimdi bir önceki günün öğleden sonrasını yaşıyorum.
Nihayet uçak piste değiyor. Önümdeki ekrana baktığımda, yolculuğun 14 saat 02 dakika sürdüğünü görüyorum.
Pasaport kuyruğunda uzun süre bekledikten sonra, bavulumu kapıp kendimi sokağa atıyorum. Kapının önü dumanlı, gökyüzü sigara kokuyor. Nikotin krizine girenler, yaktıkları sigarayı derin derin soluyorlar. Sigaralı günlerimi hatırlıyorum.
Hava sıcak ve nemli. Saat öğleden sonra üçü gösteriyor. Zaman 10 saat gerileşmiş. Yani son 10 saati yeniden yaşayacağım.
LOS ANGELES
Meleklerin kraliçesi gece ışıklar yanınca güzelleşiyor
Los Angeles’e üçüncü gelişim. Arabanın penceresinden akıp giden manzaralara bakınca, bu kentin hiç değişmediğine karar veriyorum. Bizdeki gibi binalar yıkılıp yıkılıp yeniden yapılmıyor. Heykellere öfkelenmedikleri için, onlar da yerli yerinde duruyor.
Burası Amerika’nın, belki de dünyanın bu en çok bilinen kenti. Daha önceki gelişlerimde tuttuğum notlara bakıyorum. 1781 yılının 4 Eylül günü küçük bir köy olan Los Angeles’in nüfusunun, Meksika’dan gelen 12 erkek, 11 kadın ve 21 çocuktan oluştuğunu yazmışım ve altını çizmişim. Sayfaları karıştırdığımda, kentin asıl adının ne kadar uzun olduğunu anımsıyorum: El Pueblo de Nuestra Senora la Reina de Los Angeles de Porciuncula (Porciuncula Melekler Kraliçesinin Kenti).
Bu kez kentin merkezinde bir otelde kalacağım. Havaalanını Los Angeles’e bağlayan altı şeritli yolda trafik yine adım adım ilerliyor. İlk gelişimde bu trafiğe şaşırmıştım, ikinci gelişimde sabırsızlandım, şimdi ise içime bir sıkıntı çöküyor. İlk geldiğimde günde 8 milyon aracın yollara döküldüğü söylemişlerdi, şimdi bu sayı 10 milyon olmuştur sanırım.
İki saat sonra nihayet otele varıyorum. Yorgunluk bataklık gibi, kımıldadıkça içine çekiyor beni. Onun için odada fazla oyalanmıyorum. Şöyle bir uzanayım desem, sabaha kadar sızıp kalırım.
ABD’NİN EN REZİL YAZARINA SELAM
Dışarı çıkıyorum ama ayaklarım yürümemek için direniyor. Yakındaki bir parkta bir banka oturup çevreyi izliyorum. Herkes koşuyor. Yalnız, beraber, köpekle ya da kaykayla... Onca yemekten sonra, günah çıkartıyorlar sanki. İlgimi en çok bikinileriyle koşan kızlar çekiyor. Hepsi sırım gibi. Los Angeles’teki film stüdyolarında çekilen filmlerin, TV dizilerinin başrol oyuncuları sanki. Onları izlerken uykum geliyor. Göz kapaklarıma hakim olamıyorum. Üstlerinde sanki tonlarca ağırlık var. Ama bir süre daha uyanık kalmalıyım.
Ayaklarımın isyanına rağmen yürüyorum. Yabancım olmayan görüntüler. Ayaklarımın beni Sunset Bulvarı’na sürüklediğini biliyorum. Karşı koymuyorum. Batı Hollywood’un bu ünlü caddesini seviyorum. 1920’lerden beri gece hayatının merkezi. Görmüş, geçirmiş bir yol. Kaldırımlarında yürümeyen ünlü kalmamış. İşte The Argyle binası. Clark Gable, Erol Flynn, Jean Harlow gibi efsaneler burada yaşamış. Önünden geçip gidiyorum. Canım bir barda mola vermek istiyor. Ama bu sefer, Amerika’nın en rezil ve en iyi yazarı Charles Bukowski’nin şerefine kadeh kaldırmayacağım. Onun yaşam öykülerinden, Sunset barlarında akla hayale gelmedik rezillikler yaptığını biliyorum. Geçen gelişlerimde onu çok anmıştım.
ŞÖHRET KALDIRIMINDAKİ BURUN, EL, AYAK İZLERİ
Niyetim, Modrian Oteli’ndeki SkyBar’a gitmek. Kentin en gözde barlarından biri. Henüz yükünü tutmamış. Yüksek iskemlelerden birine tüneyip, Tekila Sunrise istiyorum. Müzik, kalabalıkların uğultusu, jetlag, yorgunluk ve tekilanın acımasız yumrukları!..
Gece daha çok genç ama ben oteli ve odamı zor buluyorum.
Sökülerek kalkıyorum. Bana kalsa akşama kadar yataktan çıkmam ama bana kalmıyor, lobide bekleyenler var. Çoğu ilk kez geliyor. Programdaki her yeri görsem de oyun bozanlık yapmak istemiyorum.
Kural değişmiyor. Rehber, grubu önce Hollywood Bulvarı’na götürüyor. Onlar Hollywood Walk of Fame’de, kaldırımın üstüne işlenmiş ünlülerin yıldızlarını izlerken, ben Çin Tiyatrosu’nun önündeki bir banka oturup gelip geçeni seyrediyorum. Turistlerle fotoğraf çektiren garip giysili figüranları daha önceden tanıyorum. Hep aynı davranışı sergiliyorlar.
Gruptakilere tiyatronun önündeki izleri işaret ediyorum. Ünlülerin burun, el, ayak izleri bunlar. Binanın ilk yapıldığı yıllarda, aktris Norma Talmadge, avluya dökülen ıslak çimentoya yanlışlıkla basınca bu iz bırakma modası başlamış. Hollywood böylesine tesadüfler semti. Ünlü sanatçıların tesadüfen keşfedilmesi gibi.
TANIDIĞIM TÜM ÜNLÜLER BU SOSİSTEN TATMIŞ
Grup sonra, 40 bin yıllık fosillerin bulunduğu La Brea Tar Pits’e gidiyor. Ben de peşlerine takılıyorum. Önceki gezilerimde burayı atlamışım. Buradaki büyük çukur petrol tortusuyla dolu. İçinde ve kenarında, gerçek boyutlarda yapılmış fillerin atası mostodon modelleri duruyor.
Grup Paramount Stüdyosu’nun yolunu tutarken ben karnımı doyurmaya gidiyorum. Adresim belli: LaBrea Bulvarı’ndaki “Pink’s Hot Dogs.” Daha önceki gelişimde hamburgerin tadı damağımda kalmıştı. Vakit erken olmasına rağmen önünde yine uzun bir kuyruk var. Bekliyorum. Kokular ağzımı sulandırıyor. Sıram geldiğinde Chili Dogs ve kola ısmarlıyorum. Geçen sefer de aynısını yemiştim. Acı ve sıcak hava terletiyor. Burası, Los Angeles’in en önemli lezzet duraklarından. 1939’dan beri aynı yerde sosis satıyor. Duvarlarda ünlülerin imzalı fotoğraflarına yine bakıyorum. Dizilerden, sinemadan, televizyondan tanıdığım bütün ünlüler burada sosisli sandviç yemiş.
Grupla, ünlü alışveriş caddesi Rodeo Bulvarı’nda buluşuyorum. Alışverişsiz bir gezi düşünülebilinir mi? Dünyanın en ünlü mağazalarının sıralandığı bu caddeyi pek sevmiyorum. Yine bir banka oturup geleni geçeni seyrediyorum. Akşam olsun diye sabırsızlanıyorum. Çünkü bu kentte gündüzlerin hiç tadı yok. Hayat ışıklar yanınca başlıyor.
Ve ışıklar yanınca bir kez Los Angeles gecelerinin akıntısına kendimi bırakıyorum.
SAN DİEGO
Amerika’nın bittiği yer
Los Angeles’tan otomobil kiralayıp güneye doğru direksiyonu kırdım. Nereye gideceğime sonra karar verecektim!.. Altı şeritli yolda, sabahın köründe benden başka kimse yoktu. Ama yine de gaza basmıyordum. 100 kilometreyi geçince, kırmızı-mavi ışıklı bir polis arabasının hemen arkama takılacağından emindim. Polisi düşünürken, yol tabelasını gördüm ve gideceğim yeri buldum: San Diego. Bu kentin adı daha önce aklımın ucundan bile geçmemişti. Tek bildiğim şey Amerika San Diego’da bitiyor, daha sonra Meksika başlıyordu.
Ülkelerin bittiği noktalar, oldum olası ilgimi çekmiştir. Bir adım ötedeki değişik kültürleri, bir adım geriden seyretmekten tuhaf bir haz alıyordum. Metrelerle ölçülebilecek yakınlıklara rağmen, kültürler ve zenginlikler arasındaki farklar beni hep şaşırtıyordu. Şimdi de dünyanın en zengin ülkesinden, bir adım ötedeki fakir Meksika’yı seyredecektim.
Ne bir macera ne de heyecan... Çok can sıkıcı bir yoldu. Pazar sabahı olduğu için radyo istasyonlarında hep, “doğru yola çağıran” vaazlar duyuluyordu. “Boşuna çene yoruyorlar” diye söylendim. “Cumartesi günahkarları hâlâ ayılmadı. Onlar doğru yolun ne tarafta olduğunu asla öğrenemeyecek. Çünkü, hiçbir pazar günü öğleden önce yataktan kalkıp, radyodan vaaz dinlemediler...” Keşke sıkı bir yol müziği olsaydı, diye içimden geçirdim. Mesela “Hotel California” veya Kenny Rogers’tan bir şey. I-Pod’uma bir sürü yol şarkısı indirmiştim ama onları dinlemek içimden gelmiyordu.
ŞİPŞAK PAZAR KAHVALTISI
Bir süre sonra otoyolu terk ettim. Araçların dışında, başka yaşam belirtileri görmek istiyordum. Önüme gelen ilk kasabada, bir fast food dükkanında durdum. Sıkı bir kahvaltı yapmak niyetindeydim. Kapının önündeki tabelada yazılı mönüye bakılırsa, doğru adrese gelmiştim.
Tam önümde, iki zenci kadın konuşuyordu. Kulak verdim ama anlamadım. Kelimeleri çiklet gibi çiğniyorlardı. Giydikleri streç pantalon, değirmen taşına benzeyen kalçalarını ve bacaklarındaki yağ kıvrımlarını, tüm haşmeti ve detayıyla gözler önüne seriyordu. “Hiç aynaya bakmıyorlar mı” diye düşündüm. Ben “iki gram” göbeğimi saklayabilmek için ne cambazlıklar yapıyordum.
Üstüne yumurta kırılıp, peynir serpildikten sonra fırına sürülmüş bir hashbrown (rendelenmiş patates), ızgara sosis, cottage cheese (yoğurt benzeri taze peynir), üstüne özel şurup dökülmüş pancake alıp masama oturdum. Kahve istemedim. Çünkü köpük bardaklarda bir türlü soğumak bilmeyen kahveyi, ne zaman içsem ağzım yangın yerine dönüyordu. Aldığım yiyeceklere bakınca, biraz önceki zenci kadınların kalçalarını hatırladım ve ürktüm. Ama yine de afiyetle yedim.
San Diego’ya varmakta nedense acele etmiyordum. Bir bara gidip, bilardo oynayanları seyrettim. Daha sonra TV’deki Amerikan futboluna takıldım. Çirkin bir kadının, beraber bira içme önerisini geri çevirdim. Epey bir vakit geçirdikten sonra tekrar otoyola çıktım.
Bir süre gittikten sonra, “Oceanside” yazılı tabelayı gördüm. O an kasabanın ismi öylesine hoşuma gitti ki, tekrar otoyoldan çıkıp deniz kıyısına doğru ilerledim. Yanılmamışım, ağaçlar, çiçekler arasında çok güzel bir kasabaydı. Yolun sonunda, dünyanın en büyük su kütlesi olan Pasifik Okyanusu karşıma çıktı. Otomobili park edip, denize tepeden bakan bir parkta palmiyelerin altına oturdum. Aşağıda dev dalgaların üstünde kayan sörfçüleri seyrettim. Sonra defterime şu notları düştüm:
“Dünyanın neredeyse yarısını kaplayan büyük deniz selam sana. İlk kez Şili’de, Hornitos plajlarında karşılaşmıştık. Çölden geliyordum. Seni görünce dayanamayıp, dalgalarının içine atılmıştım. Öylesine soğuktun ki, girmemle çıkmam bir olmuştu. İşte şimdi yine karşı karşıyayız. Bu kez seni sadece seyredeceğim.”
PASİFİK’TE GÜN BATIMI ÖMRE BEDEL
Herşey öylesine büyüleyiciydi ki, güneşin batışını buradan seyretmeye karar verdim. Dünyanın çeşitli yörelerinde günbatımı fotoğrafı çekmeyi alışkanlık edindim. Nil Nehri, Bahama, Jamaika, Vietnam, Alaska, Londra, Ihlara Vadisi ve diğer yerlerde çektiklerime bir yenisini eklemek istiyordum. Makinemin ayarlarını yaptım. Ön plana palmiyeleri koyacaktım. Her şey o kadar çok hoşuma gitmişti ki... Çantamdan mataramı çıkarıp, içindeki viskiden büyükçe bir yudum aldım. Alkollü araç kullanmanın cezasının ağır olduğunu biliyordum, ama böylesine bir keyfi yaşamak için bu riski göze aldım.
Biraz sonra alevden koca top, yavaş yavaş sulara gömülmeye başladı. Ufuk sanki yangın yerine döndü. Çevresindeki kırmızı hare genişledikçe sarardı, morardı, turuncu oldu, lilaya döndü. Gökyüzü turkuvaz, yeşil, yükseklerde mavi, tepede laciverte boyandı.
San Diego’da, deniz kıyısındaki bir otelin önünde durdum. Resepsiyondaki kız son odayı bana verdiğini söyledi. Bavulu bırakıp, otelden çıktığımda vakit geceyarısını gösteriyordu. Sahilde kısa bir yürüyüş yaptım. ABD Deniz Kuvvetleri’nin ünlü “Pasifik Filosu”, biraz ilerideki limanda sessizce demir alacağı günü bekliyordu. Kıyıda benden başka birkaç aşık, birkaç sarhoş vardı. Dönüp yattım.
DÜNYANIN EN BÜYÜK HAYVANAT BAHÇESİNDE
Ertesi gün erkenden çıkıp, gazeteciden kent rehberi aldım. San Diego’nun Amerika’nın yedinci büyük kenti olduğunu, o kitapçıktan öğrendim. Sonra önerilen yerleri gezmeye başladım. İlk durağımda Old Town vardı. Adından da anlaşılacağı gibi, bu bölge kentin ilk kurulduğu yerdi. Restore edilen binaların çoğunda, hediyelik eşya satılıyordu.
Daha sonra yakınlardaki hayvanat bahçesine geçtim. Kapıdaki yazıya göre, dünyanın en büyük hayvanat bahçesindeydim. Öylesine büyüktü ki, tümünü gezmek için birkaç gün gerekirdi. Vaktim azdı, önce ilginç hayvanların olduğu bölümlere gittim. Sörf meraklılarının cenneti Ocean Beach’e geldiğimde gün bitmek üzereydi. Koşturmaktan yorulmuştum. Newport Caddesi’nde sörf malzemesi satan dükkanların, antikacıların, lokantaların önünden geçip bir bara oturdum.
Çevrede yanık tenli, biçimli vücutlu güzel insanlardan oluşan bir kalabalık vardı. Esmer tenlerine, siyah saçlarına bakılırsa, bunların çoğu Meksika asıllıydı. Ne içeceğimi soran garson kıza, “tekila sunrise” dedim. Kız öylesine güzeldi ki, arkasından uzun süre bakakaldım.
Akşam yemeği için yüksek tavanlı, uzun masalarıyla okul yemekhanelerini andıran bir Meksika lokantasına gittim. Acılı yemekler ısmarladım. Yanına bir şişe kırmızı şarap istedim. Şarap garsonu şişeyi açarken, Temecula Vadisi’nden söz etti. Bu bölgenin, Kaliforniya’nın şaraplarıyla ünlü Napa Vadisi ile yarıştığını söyledi. Callaway ve Cilurzo üzüm bağlarından elde edilen şarapların tadına doyum olmayacağını iddia etti. Bu uzun açıklamadan sonra şarabı tattım ve garsona canı yürekten hak verdim.
GLASLAMP BARLARINDA CUMA GECESİ ATEŞİ
Yemekten sonra garsonun verdiği adrese gittim. Öğrendiğime göre gecenin nabzı, Broadway Bulvarı üstündeki Glaslamp Guarter bölgesinde atıyormuş. Gerçekten de bölge “cuma gecesi ateşi”le yanıyordu. Diskoteklerin önlerinde uzun kuyruklar vardı. Barların kalabalığı dışarı taşmıştı. Yalnız yürüyenler, sevgilisiyle sarmaş dolaş gezenler, etrafa laf atanlar, dans edenler, kıvırtanlar, yalpayanlar... Özetle her cinsten insanı görmek mümkündü. Ağırlıklı dil İspanyolcaydı ve havada Latin ezgileri uçuşuyordu. Ben de bir bar iskemlesine tüneyip, kendimi gecenin sıcağına terk ettim.
Ertesi gün, tekiladan miras kalan baş ağrısıyla uyandım. Önce Meksika sınırına gittim. Sınıra yaklaştıkça görüntüler birden yoksullaşıyordu. Sınır boyu, bizdeki gecekondular misali derme çatma evlerle kaplıydı. Amerika’nın zenginliği sanki San Diego kentinde tükenmiş, buralara bir şey kalmamıştı. Tozlu sokaklardan ilerleyip sınır kapısına geldim. Görevliye karşıya geçmek istediğimi söyledim. Vizem olmadığı için sınırı geçemedim.
Karşıdaki Tijuana kentinin fakir varoşlarını seyretmekle yetindim. Bir ülkeden diğer bir ülkeye bakmanın şaşkınlığını yaşadıktan sonra, gerisin geriye San Diego’ya döndüm. Kente girmeden önce uğradığım Lomo Burnu’nda, boşu boşuna gümüş renkli balinaların geçişini bekledim. Park görevlisi, göç mevsimi olmadığı için balinaları göremeyeceğimi hatırlattı.
İki koca ve sıcak gün, bu kent için yetti. Ve yine, “ben gidiyorum” dedim.