İtalya'nın İsviçre sınırında bir cennet: Como Gölü
Bu cennete tekrar gidebilmek için hangi sevapları işlemem gerekir, bilen var mı?
Geçen hafta, İtalya’nın İsviçre sınırındaki Como Gölü’ne gittim. Üç bacaklı gölün etrafını büyülü dağlar sarmıştı. Masmavi bir su, insanın düşlerini zorlayan birbirinden lüks villalar, küçük köyler, zirvede kartal yuvası gibi evlerle Como insanı sarıp sarmalıyor, kendine âşık ediyordu.
Haritamda bir kırmızı nokta daha olacak. Her gittiğim yerin üstüne kırmızı bir nokta koyduğumu, sonra o noktalara bakıp düş yolculuklarına çıktığımı belki biliyorsunuzdur. Haritamın bir bölümü gelincik tarlası gibi oldu. Bunca yıldan beri yollardayım, haritanın üstünde hâlâ gelincik bitmeyen boşluklar var. Dünya ne kadar büyükmüş meğer!
Como Gölü’ne gidiyorum. İtalya’nın İsviçre sınırındaki üç bacaklı göle. Fotoğraflarına bakılırsa, yeryüzündeki cennetlerden biri. Milano Menpaza Havaalanı’ndan, kalacağım otelin minibüsüyle gidiyorum. Şoför yolun 1.5 saat süreceğini söylüyor. 70 kilometre nasıl bu kadar sürer ki! Halbuki yöreyi anlatan broşürde, hızlı trenin yarım saatte Como’ya vardığı belirtiliyordu. Demek Como ile otelimin bulunduğu Bellagio kasabası arasında epey mesafe var.
Hava kapalı. Dahası, bulutlar, vapur bacasından çıkan duman kadar siyah. Bir süre sonra tüm sularını tam üstümüze boşaltıyorlar. Önümüzde su perdesi oluşuyorlar. Zavallı silecekler! Sağa sola gidip geliyor ama yetişemiyor. Camın önünden bir şelale akıyor sanki. Kırkikindi yağmurları bu kadar şiddetli yağar mıydı? Güneşli bir yolculuk düşlemiştim, yağmurlu bir başlangıç oldu.
Camlar buğulanıyor. Zaten su perdesinden etrafta bir şey seçilmiyor. Kafamı cama yaslayıp uyumaya çalışıyorum. Nafile bir gayret. Biliyorum ama inatla gözlerimi kapatıyorum.
SİHİRLİ GÖRÜNTÜLER
Sonunda yağmur insafa geliyor. Bulutlar hâlâ koyu gri ama yağmur diniyor. Bir süre sonra da Como Gölü görünüyor. Minibüsüncamına sihirli görüntüler yansıyor. Zirvesi sivri dağların tam ortasında beyaz bulutlar uzanıyor. Aşağıda kırmızı damlı evler, kilise kuleleri seçiliyor. Koyu gri bu göle hiç yakışmamış. Yol daracık ve virajlı. Bir yanda dağ öte yanda göl var. İki araba yan yana zor geçiyor. Şoför her virajda klaksona basıyor.
Dağlar, masallardaki dağlara benziyor. Bulutlarla sarmaş dolaş, ıslak.
Döne dolaşa sonunda Bellagio kasabasına geliyoruz. Dar sokaklardan ilerlerken şoför bana bakmadan, “Burası Como’nun incisidir” diyor. Sesinde gururlu bir tonlama var. Buralı mı acaba? Ve otel; Grand Hotel Villa Serbelloni. Como Gölü’nün üç bacağının birleştiği yerdeki bu kirli sarı bina oldukça yaşlı. Geçmişi 1873’e dayanıyor. Lobiye girince kendimi sarayın kabul salonunda sanıyorum. Tavan neredeyse beş metre yükseklikte. Etrafı altın varaklarla süslenmiş dev bir ayna salonu süslüyor. Bej, vişneçürüğü, koyu sarı kumaşlarla kaplı berjer koltuklar çok davetkâr. İnsan o rahatlığın içine gömülmek istiyor. Yerler, gri damarlı beyaz mermerlerle kaplanmış. Tavandan sarkan koca kristal avize pırıl pırıl yanıyor.
Nihayet odamdayım. Huzurlu bir görüntü var. Yeşilliklere bakıyor. Camları açıp, kuş seslerini içeri davet ediyorum.
Gece yağmur, duruyor, yağıyor, duruyor, yağıyor. Palmiyelerin bel kırmasına bakılırsa rüzgar hâlâ öfkeli. Göl yanı başımda ama göremiyorum. Gözlerim karanlığı delemiyor. İlk kadehten sonra yağmur, rüzgâr, karanlık güzelleşmeye başlıyor. Hüznümü gören garson, kulağıma havanın yarın güneşli olacağını fısıldıyor. İnternetten öğrenmiş.
NAPOLYON’UN VİLLASI
Ertesi gün. Dünkü karanlık gri gün, pırıl pırıl güneşli güne bırakmış yerini. Havanın güzel olduğu, kuşların seslerinin neşesinden belli. Como Gölü’nün gerçek yüzünü kahvaltı masasında görüyorum. Boncuk mavisi suların üstünde minik dalgalar oynaşıyor. Karşıdaki zirvesi sivri dağlar meğerse yemyeşilmiş. Evler kıyıya kümelenmiş. Tepelerdeki yalnız evler çok çekici. Onlardan birisinde oturmak isterdim. Zirvede küçük bir kilise var. Bir kayanın tam ucunda. Papaz, acaba bu muhteşem manzaranın tadını çıkarıyor mudur?
Gölün güney ucundaki Como kentine gidebilmek için vapura biniyorum. Ortasında bacası olan eski bir vapur. Hiç acelesi yok. Bir kıyı senin bir kıyı benim köylere uğraya uğraya gidiyor. Tam bana göre bir yolculuk. Gölü, kasabaları, dağları, villaları seyrede seyrede gideceğim. Amerikalı turistler ağırlıkta. Çoluk çocuk gelmişler. Gürültüleri gölün romantizmine çizikler atıyor.
Gökyüzünde, kaymak gibi lüle lüle bulutlar var. Güneşli ama gölgesi üşüten bir gün. Evler sahile sıralanmış. Tepeler ormanlık. Amerikalı turistlerin rehberinden bilgi çalıyorum. Karşıdaki büyük beyaz Villa Melzi d’Eril’de Napolyon bir süre yaşamış. Kim bilir ne şampanyalar patlatmıştır göle karşı. İngiliz ve Fransız bahçeleri birbirleriyle yarışıyor sanki. Evlerin damını örten kıpkırmızı Marsilya kiremitleri, gölün mavisine, dağın yeşiline çok yakışmış.
Tremezo kasabasına yaklaşırken, Amerikalı turistler birden geminin sağına doğru yöneliyor. Rehbere kulak veriyorum. Önünden geçtiğimiz muhteşem villada George Clooney oturuyormuş. Binlerce kare fotoğraf çekiliyor. Ben de çekiyorum. Adam kalabalıklardan kaçmak için bu cennete sığınmış ama nafile.
Herkesin gözü üstünde. Bu nedenle geçen yıl satışa çıkarmış!
COMO’DA ADIM ADIM
Villaların çoğunun kepenkleri kapalı. Como Gölü’nde henüz mevsim başlamamış anlaşılan. Yine de yelken açanları görüyorum. Kuğu gibi süzülüyorlar. Deniz taksileri vızır vızır. İki yaka arasında müşteri taşıyor. Seyretme ve öğrenme telaşından sıyrılıp, etrafa boş boş bakınca tüm güzellikleri görüyorum. Evet, burası yeryüzü cennetlerinden biri. Bu cenneti hak edebilmek için ne gibi sevap işlemem gerek acaba?
Genç bir çift öpüşüyor. Umurlarında mı Como! Bu, dünyanın en romantik gölünün ortasında yapılabilecek en doğru eylem.
İki saat sonra Como kentine ayak basıyorum. Öbek öbek turistler. Rehber nereyi işaret ederse başlar o yöne dönüyor. Meydanda pilin mucidi Alles Sandro Volta’nın heykeli, gururla turistleri seyrediyor. Gururunda haklı. Pili bulmasaydı, kimse bu güzelliklerin fotoğrafını çekemeyecekti.
Sokaklar, tüm İtalyan sokakları gibi; Daracık ve gölgeli. Mağazalar marka marka. Vitrinler çok albenili. Karşıma oyukları, kabartmaları, dikey kütleleri ve sütunlarıyla tüm katedrallere benzeyen bir katedral çıkıyor. Rehberler, her detayı anlatarak turist kümelerine işkence ettiklerinin farkında. Meydanlar da tüm İtalyan meydanları gibi; çevrelerinde kahveler, lokantalar sıralanmış.
Sokak sokak dolaşıyorum, yoruluyorum ve acıkıyorum. Kendime mantarlı, taze makarna ziyafeti çekeceğim. Aklımda fikrimde hep bu var. Defterimdeki adresi bulup, meydana doğru oturuyorum. Buz gibi bir pembe şarap içince tüm yorgunluğumdan soyunuyorum.
GÖLÜN GECESİ
Dönüşte hızlı vapuru tercih ediyorum. Gördüğüm manzaraların önünden yeniden geçiyorum. Geriye sarılan film gibi. Bildik kareler hızla başa sarılıyor.
Aklımda, otelin terasından güneşin batışını seyretmek var. Beyaz şarap düşkünlerine mahsus çakır gözleri olan yaşlı garson, yanıma gelip kırk yıllık dostmuşuz gibi hal hatır soruyor. İngilizcesi, İtalyanca gibi Akdenizli. Bir kadeh kırmızı şarap istiyorum.
Gece, gölden yükselip, tüm dağları sarıyor. Batıdaki dağların arkası hâlâ aydınlık. Batan güneş bulutları pembeye boyayıp onları şeker helvasına benzetiyor. Dağların üstüne mor renkli bir pus iniyor. Yıldızlar, mavi kadife üstündeki gümüş pullar gibi parıldıyor. Como Gölü’nde muhteşem bir gün bitimi.
Otelin havuz kenarındaki Terrazza adlı restoranına geçiyorum. Michelin yıldızlı şef Ettore Bocchia, tadımlık tabakları ardı ardına sıralıyor. Kendisi İtalyan moleküler mutfağının babası sayılıyor. Ama bu akşam yemeklerle pek oynamamış. Güzel bir günü, damak çatlatan bir yemekle noktalıyorum.
İTALYAN KAŞİFİN VİLLASINDA
Bir sonraki gün. Gölün üstünde pırıl pırıl bir sıcaklık var. Bir kahvede güne hazırlanıyorum. Esinti, dalgın parmaklarıyla kitabımın sayfalarını karıştırıyor. Aldırmıyorum, canım hiç okumak istemiyor. Seyretmek daha ilginç. Bindiğim deniz taksisi, gölün mavisini beyaz beyaz köpürterek, beni gölün en ünlü villasına götürüyor. Villa del Balbianello. Tarihi, güzel, büyük bir villa.
Yokuşu tırmanıyorum. Etrafta ilk kez gördüğüm, tanımadığım ama çok beğendiğim onlarca bitki ve çiçek var. Adlarını bilmediğim için hiç telaşlanmıyorum. En çok şemsiye gibi budanmış koca ağaçlar hoşuma gidiyor. Gölgeleri püfür püfür serin.
Villa, 18. yüzyılda, Kardinal Angelo Maria Durini için yapılmış. Keyfine düşkün bir din adamıymış Sinyor Durini. Villa, daha sonra bir çok kez el değiştirmiş. Son sahibi ise İtalyan kâşif ve işadamı Guido Monzino olmuş.
Geziye en üstteki binadan başlıyorum. Odanın biri kütüphane, diğeri ise harita odası. Alt binada, Monzino’nun Himalaya tırmanışı, Kutup gezisi fotoğraflarıyla süslenmiş. Bir salonda ise tüm dünyadan topladığı objeler sergileniyor. Eşi benzeri olmayan asırlar öncesinden kalma küçük heykelcikler çoğunluğu. Bu ilginç villa ayrıca Yıldız Savaşları, Casino Royal, Ocean’s Twelve gibi filmlere de mekân olmuş.
Bu yakışıklı ve zengin kâşif ölünce, hiçbir mirasçısı olmadığı için villa devlete kalmış. Guido Monzino’nun öyküsünden aslında nefes kesen bir roman çıkabilir. Burada verdiğim birkaç satır bilgiyi sizin düşlerinize emanet ediyorum.
Taksi ile Dongo köyüne doğru giderken, Como’ya doyamadığımı hissediyorum. Biliyorum ki bundan sonraki günlerimi, bu yeryüzü cennetine gönderilmek için işlemem gereken sevapların peşinde koşturarak geçireceğim.
(Bu seyahat Setur Turizm’in sporsorluğuyla yapılmıştır.)
COMO’DA ÖLÜM
Dongo köyüne gitmekteki amacım, güzelliklerle yüz yüze gelmek değildi. Geçmişteki bir intikamın kalmayan izlerine bakacaktım. Bu cennet mekânda, İtalyan tarihinin en önemli sayfalarının yazıldığını biliyordum. Olayın kahramanı, İtalya’nın faşist lideri Benito Mussolini’ydi.
Olayın geçtiği yere yakın bir kahveye oturup, o günü düşlemeye çalıştım; tarih 28 Nisan 1945’ti. Alman subay üniforması giymiş bir adam ve bir kadın, Alman plakalı bir otomobilden inip, etrafı yüksek taş duvarlarla çevrili bir eve giriyor. Telaşlı bir halleri var. Terastaki koltuğa yıkılırcasına oturan adam Mussolini’den başkası değil. Yanında ayakta duran kadın ise sevgilisi Clara Petacci. Mussolini’nin sinirli bir ses tonuyla konuştuğu duyuluyor: “Hitler bu işin yağdan kıl çeker gibi kolay olacağını söylemişti. Allah kahretsin ki yine sınırı geçemedik. Artık yoruldum...” Clara elini sevgilisinin omzuna koyup, onu teskin etmeye çalışıyor: “Yarın bu kaçışı başaracağımıza inanıyorum. Şimdi şu muhteşem manzaranın tadını çıkar...” İkisi de susup, bakışlarını Como Gölü’nün mavi sularına saplıyor. Biraz sonra silah sesleri duyuluyor. Villayı basanlar, 52’nci Garibaldi grubuna bağlı direnişçiler. Önce korumalar etkisiz hale getiriliyor. Sonra terasta eli tabancalı bir kadın direnişçi görünüyor. İlk kurşunu Clara’ya sıkıp, onu cansız yere seriyor. Sonra korku dolu gözlerle kendisine bakan diktatöre dönüyor ve üst üste beş kurşun sıkıyor. Kadın daha sonra, Mussolini tarafından öldürülen beş oğlunun her biri için bir kurşun sıktığını söyleyecektir. Cesetler bir araca atılıp götürülüyor. Ertesi gün Milano’nun bir meydanında bu iki ceset, ayaklarından asılı olarak teşhir ediliyor.
Kahveden kalkıp, Dongo’nun daracık sokaklarında dolaşırken, Mussolini’yi daha fazla hatırlamak istemiyordum. Mussolini’nin kanlı ruhu Como’yu kirletiyor.