Issız Adada Tek Başına (Issız Ada Sendromu)
Hiç tek başına ıssız bir adada kaldığınızı düşündüğünüz oldu mu? Çocukluğumuzda hepimiz en az bir kez, en azından Daniel Defoe’nun eşsiz klasiği Robinson Crusoe’ini okurken bunu düşünmüşüzdür. Ya da büyüdüğümüzde Cast Away’de (Yeni Hayat) ıssız bir adaya düşen Chuck Noland’ı (Tom Hanks’i) izlerken... Bir de Fransızların klasik sorusu olan, ıssız bir adaya düşseniz yanınızda ne almak isterdiniz sorusuna muhatap olurken.
Issız bir ada. Yanımıza alacağımız 3 şey? Bilmem. Herkesin fantezileri çok değişik.
Bir düşünsenize.
Yıllık izinlerinizde bile cep telefonunu yanında ayırmayan GSM loverı iseniz, ıssız adada cep telefonu bir numaralı tercihiniz olurdu. İyi de, cep telefonunuz var, ama arayacağınız kimse yok. Adada cep telefonunun ne olduğunu anlayan hiç kimse yok. Sizde de dünyanın en pahalı cep telefonu var. Aman ne komik. Telefonu şarj edecek elektrik yok. Sizi aradığınız aboneye ulaştıracak, baz istasyonu yok. Elinizde pahalı cebinizle, çektiğiniz iri balık resimlerini (en azından şarjı bitene kadar) adadaki ayılara gösterir ve böylesine muhteşem bir telefona sahip olma zevkinizi tatmin edersiniz, artık.
Bir de, radyoyu bedenin ruhu gibi gören FM kuşağı var. Yanınızda ruhunuzu serinleten canınız radyonuz var. Issız adada radyonuz var ama radyo vericisi olmadığı için dinleyeceğiniz bir bant yok. Best FM çekmiyor. Power FM yok. 24 saat canlı canlı yayınlar yapan NTV radyo da yok. Eeee? En güzelinden, en minisinden, en kalitelisinden radyonuz var. Onu da portatif yastık olarak kullanırsınız artık.
Elleri, beyni ve şeyi televizyon kumandası şeklini almış TV kuşağı var bir de. Issız adada yanlarına aldıkları ilk ve tek şey; TV. TV olsun yeter. İyi de, ıssız adada televizyonunuz var ama TV anteni olmadığı için izleyebileceğiniz bir kanal yok. TV’nin fişini takacağınız bir priz yok. Hem priz olsa bile, başta söylemiştim, bu adada elektrik yok...
Çakmağınız var sigaranız yok, el feneriniz var piliniz yok, cüzdanınız var paranız yok gibi bir şey. Örnekleri çoğaltabilirsiniz.
Sonuçta ister fiziksel ister ruhsal, bütün her şey insan için. Ama insanın tek başına kendisi için değil. Arkadaşları, dostları, komşuları, akrabaları ve ailesiyle beraber olan insanın her şeyi için.
Bu sözü biraz abartılı bulanlarınız olabilir.
21. yüzyılın küresel dünyasında, bir küçücük köy haline gelen dünyada, eş dost, hısım akraba ziyaretlerini kesenleriniz olabilir. Sandra Bullock’un ‘The Net’ filminde canlandırdığı tamamen sanal alemde yaşayan bilgisayarcı kız Angela Bennett gibi yaşayanlarınız olabilir. Yiyeceği pizzayı bile internet üzerinden veren, çalıştığı şirkete işleri e-mail olarak yollayan Angela’nın başına gelenleri biliyorsunuz. FBI’ın değiştirdiği daha doğrusu sildiği kimlik bilgileri yüzünden, Angela olduğunu isbat edecek Alzheimer hastası annesinden başka kimse kalmamıştı. Gerçi annesi de onu tanıyamadı ya, neyse. Bunun gibi, dostluğu, komşuluğu ve akrabalığı kendisi için fazla lüks gören, yalnız kovboylar olabilir.
Olabilir biraz fazla. Olur. Vardır. Var.
Yanında gezdirecek bir dostu olmadığı için araba sürmeyi, E-5 kenarından fahişe toplamak olarak gören magandalar yok mu?
Ya da yanına insan gibi birini almadığı için, yolun bir bölümünde yanındaki yareninle sohbet edemediği için, içindeki canavarı durduramayıp, Bağdat Caddesi canavarına dönüşen kepazeler yok mu? Önü çamur birikintisi ile dolu otobüs durakları önünde lastik sörfü yapıp, etrafına çamur sıçratmayı araba kullanmak olarak algılayan reziller yok mu? Arkasından edilen sülale boyu küfürleri, günün madalyası olarak boynuna takan sünepeler yok mu?
Issız Ada Sendromu. Bunların hepsi Issız Ada Sendromuna yakalanmış zavallılardır. Öyle olmayıp, yanlarında eş dost, hısım akraba, birileri olsa, hiç yaparlar mı? Bu zavallılar, kendilerini yapayalnız hissettikleri için, kendilerince ve kıt akıllarınca yalnızlığın keyfini çıkartıyorlar. Onların bu yalnızlığı yaşamaları için Robinson Crusoe’in adasına gitmelerine gerek yok. Yapayalnız yaşadıkları şu kalabalık dekorda, tek kişilik oyunlarını oynamaya devam edecekler ne de olsa.
Örnekler o kadar çok ki.
Tek başına geldikleri lüks restoranları, otelleri, barları, kız tavlama mekanı olarak algılayan zavallılar var. Neyse, en azından tek kişilik oyunlarına zaman zaman, çok kısa süreli de olsa ikinci bir kişiyi dahil etmeyi başarıyorlar. Bazıları bunu da yapamıyor. Ya da bunu yapacak kadar bile cesur değil. Issız Ada Sendromuna o kadar çok kaptırmışlar ki kendilerini. İkinci bir kişi girdiği anda, hayatları zehir oluyor. Tıpkı ışığa duyarlı ‘emphosis’ hastalığına yakalanan hastaların, aslında bir yaşam kaynağı olan ışığı gördükleri anda vücutlarının şişmesi, kabarması ve ölümcül yaralara maruz kalmaları gibi. Bu tekil yaşamlarında ikinci bir şans yok asla onlara. İkinci kişi şans yerine ölüm getiriyor onlara. Zavallı ipek böcekleri olarak, kendi kozalarını örüp, haşlanacakları günü bekliyorlar. Sularının ısındığını bir türlü bilmedikleri için de haşlanmaları kaçınılmaz oluyor. Gerçi ipek böcekleri en azından o harika saf ipeğe dönüşüp, başka kişilerin hayatlarına renk katıyor. Bunlarda o da yok. Yaşa ve öl. Halbuki araya bir de ‘yaşat’ ibaresini ekleyebilsek. Yaşa, yaşat ve öl. Daha iyi olmaz mı?
Yapayalnız. Öylesine yapayalnızlar ki. En cazdıraklısından cep telefonu almış. Masaya kendi yerleÅŸmeden önce, itina ile cep telefonunu yerleÅŸtiriyor. Bari biri arasa gam yemem.ÂSofrada geviÅŸ getirdiÄŸi 2 saat boyunca, ikide bir eline alıp oynaması dışında cep telefonunda bir hareket yok. Allah bilir, her gece ÅŸarjdan çıkartmıyordur bir de. Evladım senin arkadaşın yok ki. Ev telefonunun ahizesi zaten örümcek evi olmuÅŸ. Cep telefonu senin neyine ki? Bu tipler, psikolojik olarak yolda giderken, karşı tarafta kimse olmasa da, sürekli ceple konuÅŸuyormuÅŸ imajı vermek için, hayaletlerle konuÅŸurlar. KeÅŸke hayaletlerle konuÅŸsalar. En azından medyum filan deriz. Bunlar resmen sapık. Telefon kapalı. Bunlar tek kiÅŸilik oyunlarında, bulamadıkları ikinci bir hayatı sanal olarak canlandırıyorlar. Kendilerini, kiÅŸiliklerini ve yeteneklerini öldürdüklerini bilemeden...
George Bernard Shaw ile İngilizlerin ünlü başbakanı Winston Churchill hiç geçinemez ve sık sık birbirlerini iğnelermiş. G. Bernard Shaw, bir oyununun ilk gecesine, Churchill'i davet etmiş ve davetiyeye de bir pusula iliştirmiş: - "Size iki kişilik davetiye gönderiyorum. Bir dostunuzu alıp gelebilirsiniz. Tabii dostunuz varsa." Churchill, hemen cevap göndermiş: - "Maalesef o gece başka bir yere söz verdiğim için oyununuzu seyretmeye gelemeyeceğim. İkinci gece gelebilirim, tabii oyununuz ikinci gece de oynarsa." İşte aynen böyle. Birisi tek kişilik oyunu, diğeri tek kişilik yaşam sürmeye mahkum kürekçiler gibi. Yaşar gibi yapıp, geçiyoruz hayatı.
Kıyafet, hayır hayır marka giyenler var bir de. Giyinmek için deÄŸil, tek kiÅŸilik yaÅŸamları ile gün geçtikçe deÄŸersizleÅŸtirdikleri kiÅŸiliklerini, marka ile daha donanımlı hale gelmek için giyinen acubeler. Marka düşkünü olmak suç deÄŸil. Ä°tirazım sonradan görmeliÄŸe. 1930 Chateau Petrus’un deÄŸerini (Bordo’nun Merlot üzümleri yerine) tarihi önemine baÄŸlayan bir zontanın içtiÄŸi ÅŸarap, ne tad verebilir?ÂYa da yediÄŸi Beluga havyarının tadını iri tanelerine baÄŸlayan bir zevksize ne demeli? Puronun Cohiba’sını, küpenin Bulgari’si, yüzüğün De Beers’i, parfümün Kanebo’sunu, saatin Rolex’ini ve mücevherin Tiffany’sini tercih etmek suç deÄŸil. Hele hele bunu bir yaÅŸam bilinci haline getirmiÅŸsen.
Ama Suşi ile kokareçi birbirinden ayıramayan yeni yetmelerin, üstlerine başlarına etiket yapıştırma merakına acayip gıcık oluyorum.
Kıyafet, bedeni örtmek için değil ki. Üstelik her tarafın giyinik çıplakken. Kıyafet, kendimize olduğu kadar eşe dosta da güzel görünmek için değil midir?
Eskiden bir yeni kıyafet alınınca, (daha henüz Fashion TV yokken) kıyafetleri büyük bir heyecanla giyip, odada büyüklerimizin önünde arzı endam eder, nasıl yakıştığına dair hayır dualarını alır ve yeni bir kıyafet giyme zevkine varırdık...
Fellik fellik, yeni alınan bayramlık iskarpinlerimizi, kolalı gömleklerimizi ve ütülü pantolonlarımızı gösterecek arkadaÅŸ arardık. O cicili bicili kıyafetlerimizi gösterecek arkadaÅŸlarımızı bulana kadar, ne aldığımız bayram harçlıklarının ne de giydiÄŸimiz bayramların tadına varamazdık. Çünkü eskiden yaÅŸam tek kiÅŸilik bir oyundan ibaret deÄŸildi. Bire bin verirdi sevinçler. Acılar binde bire inerdi. Çünkü dostlarım, eskiden dostlarla yaÅŸamak bir hüner, yalnızlık garabetti. Åžimdi ne yapmanız gerektiÄŸini bu sefer söylemeyeceÄŸim. Siz anlarsınız.Â
Sevgililer Günü’nüz kutlu, yüreğiniz mutlu ve yaşamınız umutla dolsun... Ve sizi bütün bunlara eriştirecek sevgili düşünceleriniz hep sizinle olsun. :)