İpek Yolu durağı Dunhuang
Çin’in Dunhuang şehri, çölün ortasında bir renk ve ışık vahası.Duvar resimleriyle süslü mağaraları, masalsı gölü, rüzgârın uğuldadığı kum tepeleriyle gezginleri kendine çeken Dunhuang, geçmişte İpek Yolu’nun duraklarından biriydi. Okurumuz Mehpare Sözener izlenimlerini yazdı.
İpek Yolu duraklarından Dunhuang şehri geceleri ışıl ışıl. Cadde boyunca sıralanan ağaçlardaki süslü toplar, meydanlardaki deve ve melek figürleri ışıklandırılmış. Zaten şehrin adı ‘Parlak Fener’ anlamına geliyor, çünkü Çin Seddi üzerindeki son haberleşme feneri buradaymış.
Kasım 2012’de İstanbul’da Tophane-i Amire’deki “Dunhuang’ın Renkleri-İpek Yolu’na Açılan Büyülü Kapı” sergisine gitmiştim. Sergide gördüğüm fresklerin replikalarının gerçeklerini görme vakti geldi işte. Zamanında sayıları bini aşan Magao Mağaraları’ndan bugüne sadece 492’si kalmış, onun da sadece 30’unu ziyaret edebiliyorsunuz. 45 kilometrekare duvar resmi olduğunu söylesem ne dersiniz?
Bu mağaralar neden yapılmış? Le Zun adında Budist bir rahip burada yiyecek dilenirken Buda şeklinde altın renginde güneş ışıkları görmüş ve buranın kutsal bir yer olduğunu anlamış. İyi bir Budist olduğunu kanıtlamak için burada Buda heykelleri yapmaya karar vermiş. Dilendiği paralarla sanatçılar tutup işe girişmiş ve ilk mağarayı yapmış, ardından gelen bir diğer Budist ikinci mağarayı yapmış. Diğerleri onu izlemiş, prensler, tüccarlar, devlet adamları derken bu mağaralar zinciri oluşmuş. Bazı mağaraları yaptıran kişinin resmi Buda’nın resminin yanına yapılmış ki, Buda’nın gözü sürekli üzerinde olsun.
ZARİF DETAYLAR
Mağaranın kütüphanesinde 50 bin metin bulunmuş. Bu metinler sadece Budizm’le sınırlı değil, taoizm, astronomi, politika, ekonomi, askerlik, müzik, tıp, botanik, dans gibi diğer konuları da içeriyor. 11. yüzyılda saldırılardan korumak için kütüphanenin önünü bir duvarla örmüşler ki içerde ne olduğu anlaşılmasın. Mağaraların duvarlarındaki yüz kadar Buda’nın hepsi birbirinden farklı. Her Buda’ya ayrı bir ad vererek herkesin Buda olabileceğini simgelemişler. 7. yüzyılda yapılan resimlerde perspektif oldukça belirgin oysa aynı dönem Avrupa resimlerinde daha perspektif oturmamıştı. Yatan Buda heykelini yaparken önce mağarayı oymuşlar ardından içine heykeli.
İpek Yolu’nu kullanan hacılar, sanatçılar, rahipler burada konaklayıp kutsal metinler üzerinde çalışmışlar. Tüccarlar da güvenli bir yolculuk dilemek için buraya uğramışlar. İpek Yolu’nun üzerinde olduğundan buradaki sanatçıların gördüğü malların zenginliğine, çeşitliliğine diyecek yoktu herhalde. Bunu fresklerde görmek mümkün. Ziyaret ederken detayları sakın kaçırmayın. Elbiselerin desenlerinin, püsküllerinin, kemerlerinin, kıvrımlarının güzelliğini, renklerinin canlılığını aklınıza nakşedin. Bu kadar mı zarif olunur?
UĞULDAYAN KUMULLAR
Taklamakan Çölü’nde sıcaklık -40 ile 50 derece arasında değişiyor. Taklamakan Çölü’nün bir parçası olan şehrin biraz dışındaki ‘Uğuldayan Kumullara’ gidiyorum. Rüzgârın kum tepelerinde çıkardığı sesten dolayı bu adı almış bu tepeler. Kumullara tırmanmak için ipten bir merdiven yapmışlar. Kumların çok ince taneli olduğu, o yüzden de kıyafetlerimize yapışacağı konusunda bizi uyarıyorlar, bu yüzden portakal rengindeki tozluklardan alıp pantolonumun üzerine geçiriyorum. Develer üzerinde çölde safari yapıyorum kısa süreli de olsa.
Efsaneye göre günlerden bir gün büyük bir kuraklık yaşanır ve insanlar periden yardım isterler. Perinin gözyaşlarından Uğuldayan Kumullar’ın yanı başında bir göl oluşur. Gökgürültüsü tanrısı kızar ve kumulları göle doğru iter. Peri de Ay Tanrıçası’ndan yardım ister, o anda hilal olduğundan gölün üzerine düşen hilal kadar bir alan korunabilir ve geri kalan sular kumların altında kalır. Bugün hâlâ bu göl yerinde duruyor ama dendiğine göre artık tabanı betonla kaplanmış. Göl, etrafındaki ağaçlarla çölde bir vaha gibi.
İpek Yolu tüccarları nasıl başardılar
Çölde yok olmakla var olmanın ince bir çizgiyle birbirinden ayrıldığını hissediyorum. Sabahın erken saatinde oradayım, hava çok sıcak değil daha, görüntü muhteşem, büyüleniyorum. Saatlerce seyredebilirim, rüzgârın şekil verdiği kum tepelerini, tepelerin üzerindeki mavi gökyüzünü, bin bir şekildeki bulutları, deve sürülerini, kumlara bata çıka tepeye tırmanan insanları... O kum tepesinin ardında ne var acaba? Sonsuzluk mu?
Bir saat sonra güneş tüm acımasızlığıyla ortaya çıkınca, “Buna ne kadar dayanabilir ki insan?” diye düşünmeye başlıyorum. Ya bu kumullarda yolculuk etmek zorunda olsaydım, ya kum fırtınası çıksaydı, ağzım burnum kumla dolsaydı, bastığım yere gömülseydim, nereye sığınabilirdim? Üstelik yanımdaki su ne kadar yeterdi? İpek Yolu tüccarları nasıl başardılar acaba?