İhtiyar bilgenin yanında 35 gün
Slowfood, Slowcity gibi “yavaş gezginlik” kavramının da tartışmaya açılmasını, akıma dönüşmesini arzu ediyor yazar Gündüz Vassaf. “Kısa zamanda çok yer görme hırsından vaz geçip, gittiğimiz yeri derinlemesine yaşamalı, hatta orada yeni bir insana dönüşmeliyiz. Ancak bu yolla seyahat bize gerçek fayda sağlar” diyor. Geçen kasımda Bosna Hersek’in Mostar kentine giden, “ihtiyar bilge” lakaplı tarihi taş köprünün başında 37 gün geçiren Vassaf, gözlemlerini anlattı.
STARI MOST
Önce taşın dokusu çarptı beni, sonra çağrışımlar
Mostar’da yaşayan kuzenimin çağrısıyla gitmiştim Bosna Hersek’e. Ekim sonuydu. Köprünün adını ilk kez 1993’te, savaştaki bombardımanda yıkıldığında duymuştum. Hafızamda pek yer etmemişti. Hatta Vietnam Savaşı’nın haber görüntüleri kadar uzak bir imgeydi. Vardığımın ertesi günü tarihi bölgede yürüyüşe çıktım. Stari Most’a geldiğimde dondum kaldım. İlk bakışta aşk gibiydi. Önce taş dokusuna hayran olmuştum. Sonra çevresindeki renklere, insanlara odaklandım.
Evliya Çelebi’nin “16 imparatorluk dolaştım, böyle köprü görmedim” dediği Stari Most, iki yüksek tepenin arasındaki bir boğazda, Neretva’nın üstüne kurulmuştu. Dinar Alpleri’den doğan 230 kilometrelik Neretva Nehri, bu boğazdan geçip güneye akıyor ve Adriyatik’te denize dökülüyordu. Beni öncelikle çarpan nehrin ilk kez gördüğüm tondaki yeşiliydi. Neretva yeşili adını taktığım bu tonu daha sonra Mostarlıların gözlerinde gördüm. Gözlere baktığımda nehri, nehre baktığımda gözleri görüyordum sanki. Su çok berraktı. Debisi yüksek olmakla birlikte sakin akıyor, yağmurda coşup kükremeye başlıyordu. Su sanki tarihti, köprünün altından geçip gidiyordu: Çoğunlukla kentin doğası gibi huzur verici, Ortaçağ İslam coğrafyasındaki gibi asude, Sevdalinka şarkısındaki gibi mutlu... Kimi zaman ise savaş dönemlerindeki gibi yıkıcı, gürültülü...
HER KAYANIN İSMİ, ÖYKÜSÜ VAR
Nehirdeki büyük kayaların her birinin bir ismi, öyküsü vardı. Hatta haritaları çıkarılmıştı. Köprü 1993’teki Hırvat bombardımanında yıkılmış, 2004’te bir Türk firmasınca, bazı taşları nehirden çıkarılarak, kalanları aynı ocaklardan getirtilerek yapılmıştı. Eski köprüden bazı taşlar da ayaklarının altında sergileniyordu. İlginç olan Mostarlıların, savaşı ve köprünün yıkımını sergilemekten kaçınmasıydı. 500 yıl boyunca huzur içinde birlikte yaşamanın simgesi olan köprünün, tarihin cinnet dönemindeki yıkımla hatırlanmasını istemiyorlardı. Sadece bir taşın üstüne İngilizce “Unutma” yazılmıştı.
Köprünün geçit bölgesindeki taşlar cilalanmış gibi kaygan. Bosnalılar tümseklere basarak sendelemeden yürüyor. Turistler ise araya basıp, adımlarını ayarlayamayınca sendeliyor. Her sabah erkenden kalkıp sevgilime koşar gibi köprünün başına gidiyor, neredeyse tüm günümü oradaki kafede geçiriyordum. Sadece öğle, akşam yemekleri için ayrılıyor, gece üşüyünceye kadar kalıyordum. Defterime sürekli not alıyordum. Kalem, defter bittikçe Bosnalı dostlarım yenilerini getiriyordu. Köprüden uzaklaştığımda, örneğin odama gidip pencerenin önüne oturduğumda yazma arzum da kayboluyordu. Döndüğümde ise kelimeler yağmur gibi dökülüyordu. Köprü başında durmam birkaç hafta sonra halkın dikkatini çekti. Yakındaki dükkanın sahibine sormuşlar burada ne yaptığımı. “O köprüye aşık” cevabını vermiş... Öylesine bağlanmıştım ki köprüye, üstündeki deliklerde söndürülen, taşın görünümünü bozan sigara izmaritlerini toplamaya başladım. Çevrede çöp tenekesi olmadığı için eve kadar taşıyordum. Taşa kazınmış isimler, çevredeki tentelerde göze çarpan ve köprüyü kişiliksizleştiren markalar beni üzüyordu.
YILDIZLARA BAĞLANIYOR
Stari Most, gece ışıklandırıldığında farklı bir karaktere bürünüyordu. Bir gece, penceremden aydınlatılmış bölümünü seyrederken, gökteki yıldızların parlaklığını fark ettim. Karanlıktaki doğu kanadı sanki gökyüzündeki yıldızlara bağlanıyordu. Aydınlatılmış batı tarafı da Hamlet’i bekleyen boş bir sahne gibiydi...
Yağmurda insanlar ortadan kayboluyor, kristal berraklığında su taşlardan süzülüyordu. Sanki köprüyü aydınlatıyor, şevkatli bir anne gibi yıkıyordu. Farklı renkteki taşlar üzerinden akan suyun yolculuğunu izlemek başlıbaşına bir maceraydı.
Yıllar önce Boğaziçi Köprüsü’nden ilk geçtiğimde, sadece bedenimin yer değiştirdiğini, ruhumun geride kaldığını hissetmiştim. Stari Most’u herkes birkaç adımda kolayca geçiyor ve geride kalanı unutuveriyordu. Belki buna tepki olarak hiç üstünden geçmedim. Bir sonraki köprüyü kullandım. Doğu ve batı ayaklarında eşit zaman geçirip, eşit oranda gözlem biriktirdim. Sadece bir gece, dostlarım beni kucaklayıp köprüden geçirdi. Ayaklarım yere pek basmadığı için hâlâ geçmiş saymıyorum kendimi...
DALICILAR
İsimleri efsane, fotoğrafları pullarda
Mostar’da köprüden atlamak çocuklar için ergenliğe geçiş, aşık erkekler sevgilisine aşk ispatı. Dalıcılık aynı zamanda milli spor, kahramanlık. Pulların üstünde güreşçi, futbolcu yerine dalıcı fotoğrafı var. Dünyanın dört bir yanından belgeselciler geliyor, aynı görüntülerle dalıcıların öyküsünü defalarca filmleştiriyor. Güneşe aşık olan, balmumu kanatları eriyince düşüp ölen antik çağın efsane kahramanı dalıcılara isim olmuş: İkarus, diyorlar onlara. Köprünün başında bir kulüpleri var. Gidip oturdum, sohbet ettim, albümlerini gösterdiler. Burada ustalar gençleri yetiştiriyor, çocuklara öğretiyor. Evliya Çelebi’nin şehre geldiği günlerde pek çok farklı stilde köprüden atlıyorlarmış. Bugün kırlangıç ya da çoğunlukla çivileme atlıyorlar. Çivilemede hedef en fazla suyu çıkarmak. Yaklaşık 450 yıldır, temmuzda Dalgıçlar Festivali yapılıyor. 10 bin kişinin izlediği festivale yurtdışından atlayıcılar da geliyor. 20 metre yüksekten, 5 metre derinliğindeki suya atlıyorlar. Su sıcaklığı yazın bile 10 derece. Akıntılı suya atlamak zor iş. Bir Avustralyalı’nın burada parçalandığı söyleniyor. Mostarlı dalgıçlar 25 Euro bahşişle atlıyor. Öncesinde vücutlarını suya alıştırmak için, petlerdeki sularla soğuk duş yapıyorlar. Kimileri turistlerin gönlünü çalacak kadar yakışıklı. Örneğin benim dost olduğum Ermin’in sevgilisi İspanyoldu. Maria onun için Mostar’a yerleşmişti. Bosna savaşı sırasında pek çok dalıcının hayatını kaybettiğini anlattılar. Bu köprüde, keskin nişancılar tarafından vurulan dalıcının anısı hâlâ yaşatılıyor. İlk kez pulların üstünde fotoğrafını gördüğüm Emir Baliç (74), kentin efsanevi dalıcısı. En son 1993’te yıkılan köprü yerine yapılan geçici köprüden atlamış nehre. 64 yaşında... Bir gün köprüde yanımdan geçti. Onu görünce, adada Lefter’le karşılaşmışcasına heyecanlandım...
TURİSTLER
En gürültücüler Türkler
Köprünün başına otobüsle getirilip, kısa bir bilgilendirmeden sonra 1,5 saatliğine şehri keşfetmek için serbest bırakılan turistler koşarak köprüyü geçip, bu tarihi eseri adeta kişiliksizleştiriyor. Kimileri bastığı yeri hiç incelemeden, poz verip fotoğraf çektiriyor. “Ben ordaydım” mesajı, öğrenme, bilgilenme arzusunu adeta silip süpürüyor. Rehberler köprünün en gürültücüleri. Turistler arasında da Türkler ve öğrenci grupları... Özellikle Türkler birkaç kez beni köprüyü terk etme noktasına getirdi. Haşarı çocuklar gibiler, tur rehberleri bile onları dizginleyemiyor. Oysa köprünün özelliği sessizliği. Sadece su sesi duyuluyor. Bir de dalıcıların suyla teması, alkışlar...
Çoğu Türk, Osmanlı İmparatorluğu’nun temsilcisi edasıyla, yukarıdan bakıyor şehre, köprüye. İlk defa Türkiye’deki siyasi kutuplaşmayı çok net gördüm: Sadece başörtülüler ve sadece başı açıklardan oluşan gruplar geliyordu. Karma gruplar yoktu. İkisinin de davranış biçimi aynıydı: Gürültücü, erkek egemen, alışveriş ve pazarlık meraklısı. Türbanlı kızlar slip mayolu, yakışıklı dalıcıların fotoğraflarını çekiyordu heyecanla... Türkler, müzelere girişte bile pazarlık yapıp kent halkının yaka silkmesine neden olmuşlardı. Buna karşın İngilizler mimariye, Almanlar tarihe odaklanıyordu. Oscar Wilde’ın deyişiyle “Her şeyin fiyatını bilen, kıymet bilmeyen” Amerikalıların tek derdi, ucuz seyahatti. Japonlar ise telsizli kulaklıklarıyla en sessiz gruplardı. Beni en etkileyen olay, Amerikalı turist grubuna objektif bir bakış açısıyla köprüyü, kenti, savaşı, cinayetleri anlatan Bosnalı genç bir rehberin son sözüydü: “İstemeden önyargılı bir yorum yaptıysam özür dilerim.”
MOSTARLILAR VE KÖPRÜ
Yıkılması Bosnanıları ölümlerden ve göçlerden çok üzmüştü
Şehir ismini bu köprüden alıyor. Osmanlı’nın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’yla sınır noktasıymış bir zamanlar. Kentin giriş, çıkışında önemli bir yeri varmış. Mimar Hayreddin’in yaptığı bu köprü farklı dinlerin, etnik grupların, kültürlerin huzur içinde bir arada yaşamasının, birleşmenin, kavuşmanın simgesi. Pek çok türküye, şiire, söylenceye konu olmuş. Osmanlılardan sonra uzun yıllar Romalılar’a mal edilse, Römerbrucke ismi verilse de önemini korumuş. Bugün tarihi şehirle birlikte, kentin bir kıyısında kalmış. Üstünden geçenlerin sayısı pek fazla değil. Çoğunlukla yazın canlanıyor köprü bölgesi, turist kalabalıklarıyla doluyor. Kent akşam erkenden uykuya çekildiğinden, günbatımından sonra iyice ıssızlaşıyor. Yine de Mostarlılar için çok önemli. Ona bilge adam, ihtiyar adam anlamında Stari Most diyorlar. Gönülden sevmekle birlikte milliyetçi bir propagandanın parçası haline getirmemişler. Fotoğraflarını, resimlerini satıyorlar her yerde. Turistik bir objeye dönüşmüş kısmen. Yine de köprülerine yabancılaşmamışlar. Bosnalı romancı Slavenka Drakuliç’in sorusu hâlâ kulaklarımda: “Savaşta pek çok Mostarlı öldü. Çok acı çektik. Pek çok kişi evini bırakıp göç etmek zorunda kaldı. Bunca acı dururken biz bir köprünün yıkılmasına neden bu kadar çok üzüldük?” Daha sonra cevabı kendisi vermişti: “Çünkü ebediyen hepimizindi...”
37 GÜNDEN ÇIKAN DERS
Haddini bilmeyi öğretiyor
Çevreye hep soru soran gözlerle, vect halinde baktım. Köprüyle bütünleştiğimi hissettim. Ocakta çevre ıssızlaşınca, algılamamın iyice derinleştiğini hissettim. Ağaçlara her bakışımda farklılıklar keşfettim. Bulutlar, nehir sürekli değişiyordu.
Köprüye baktıkça yeryüzünde ne kadar geçici olduğumu hissettim. Benden önce de pek çok kişi buradan geçmişti, bakmıştı. Onlar kaybolup gitmişti, ama köprü yerinde duruyordu. Günün birinde yeryüzü de yok olup gidecekti. Aslında köprüde geçiciydi. Geçiciliği algılamak insana haddini bilmeyi de öğretiyor.
İstanbul’da büyükbir ışık kirliliği var. Şenir insanı gökyüzünü, ufuk duygusunu yitirmiş. Yıldızları, evreni görmek “ben kimim, nereden geliyorum, nereye gidiyorum” sorusunu gündeme getirir. Mostar’da gökyüzü öylesine berrak ki, gökyüzünü görüp, dünyalı olduğunuzu hissediyorsunuz. Bu size dağların ardında başka şehirlerin, hayatların olduğunu düşündürüyor. Yolların devamını hissediyorsunuz. Oysa dev metropollerde insan, düşüncesi, algıları çok küçülüyor. Doğru olmayan kavramlar abartılıyor.
Seyahatlerden dönüşte dostlarımı arar, yemek düzenler, izlenimlerimi anlatırım. Mostar dönüşünde havaalanından taksiye bindiğimde gözlerimi kapattım, eve gelinceye kadar açmadım. Mostar imgelerinin hafızamdan kaybolmasından endişe ediyordum. Gergin yüzler, telaş ve kaosa sokmadım anılarımı. Dostlarıma aktarmadım. İlk kez geziden sonra uzun süre inzivaya çekildim.
İstanbul’un kaosunda, gürültüyü artırıcı unsur olarak gördüğüm ezan, Stari Most’un üstünde farklı bir anlam kazanmıştı. Kente Ortaçağ İslamı’nı yaşatıyordu sanki. Camilerde birbiri ardına ezan başlıyordu. Keyifle dinliyordum. Hatta içinden birisi vecd halinde, çok özel okuyordu. Koşup, minarenin dibinde dinliyordum.
Çağımızda internet, kitap, belgesellerle odadan çıkmadan gezginlik yapmak mümkün. Seyahatlere para ve zaman harcıyorsak herkesin yaşadığı deneyimin ötesinde fayda elde etmeli, dünyamızı zenginleştirmeli, tüketmek yerine kendimizi yeniden üretmeliyiz. Mostar’da köprü bekçiliği bana şunu öğretti: Bildiklerimle, kişiliğimle bir yere gidip, hızla keşfedip dönmek yerine, farklı bir yerde kendimden soyunup, başka bir kişiye dönüşebilirsem, kendime dışardan bakabilirsem bu geziler bana kazanç olabilir. Aksi her kesin yaşadığı deneyimin tekrarı olur. Slowfood, Slowcity gibi yavaş gezginliğin de zamanı gelmiştir...
(Söyleşi: Serhan Yedig)