Mehmet YAŞİN / myasin@hurriyet.com.tr
Son Güncelleme:
Husky’lerin çektiği kızağımız karların içinde adeta uçuyordu
Geçen hafta Finlandiya’nın en kuzeyine, beyaz örtülerin altına saklanmış Laponya’ya gittim. Dondurucu havada, yaşamımdaki birçok ilki gerçekleştirdim. Uçsuz bucaksız karlı kayın ormanlarında kızak kullandım, buzdan odalarda kaldım, bilmediğim lezzetlerle tanıştım, kuzey ışıklarını görebilmek için günlerce gözlerimi gökyüzünden ayırmadım. Bu haftadan itibaren bu soğuk yolculuğu sizlerle paylaşacağım.
Seyahat acentası sahibi eski arkadaşım Fikret Atalay, yılda birkaç kez “Dünyanın Renkleri” temalı geziler düzenler. Bu geziler alışılmadık rotaları izler. Bazen Uganda’da gorillerin, bazen Fransa’da lezzetli yemeklerin, bazen Güney Amerika’daki yağmur ormanlarında vahşi yaşamın peşine düşer. Bu rotaları oluşturmadan önce yaptığı “öncü” gezilerden bazılarına beni de davet eder. Son daveti, dünyanın tepesine, Finlandiya’nın en kuzeyine, Laponya’ya idi. Yani dostum kışın ortasında beni dondurucu soğuklara götürmek istiyordu. Rotayı duyunca içim titredi. Bu titreme üşümekten değil de heyecandan kaynaklanıyordu.
Daha bir ay önce dünyanın en güneyine inip, yaz sıcağının keyfini çıkarmıştım. Şimdi de en kuzeyde kutup soğuğunu ciğerlerime çekecektim. Programı aldıktan sonra hemen haritamı açıp rotamı inceledim. Önce Helsinki, sonra kuzeyde, Rus sınırına yakın İvalo, oradan daha kuzeydeki İnari, sonra tekrar Helsinki’ye dönüş... Rotadaki diğer yerler haritada yer almıyordu ama vahşi doğanın tam ortasında olduğunu biliyordum.
Yolculuğun ilk etabı üç saat sürdü. Uçak Helsinki’ye doğru alçalırken pencereye başımı dayayıp manzarayı seyrettim. Her yer bembeyazdı. Kar sadece dev sedir ağaçlarının tepelerini açıkta bırakmıştı. Damlar, yollar, göller, nehirler karın altında görünmez olmuştu. Görüntü bile insanın içini titretiyordu. Bu gezide baskın renk beyaz olacaktı anlaşılan.
BUZLU YOLLARDA
Havaalanında bir süre bekledikten sonra bizi daha da kuzeye götürecek ikinci uçağa bindik. Uçak pist başına gelmeden önce, kanatlarına buzlanmaya karşı özel sıvılar sıkıldı. Bizde çok dondurucu havalarda uygulanan bir işlem olduğu için dışarıdaki soğuğu tahmin edebiliyordum. Karanlık erken çöktüğü için pencereden güneşin battığı yerdeki ince kırmızı çizgiden başka bir şey görünmüyordu. İkinci yolculuk bir saat 40 dakika sürdü.
Uçağın merdivenlerinden inerken soğuğun ilk tokadını yedim. Önce gözlüğümün camları dondu, ardından bıyık ve sakalım, sonra da burnumun içi. Terminalin kapısındaki termometre eksi 28 dereceyi gösteriyordu. Yıllardan beri böylesine bir soğuk yaşamamıştım.
Terminalin sıcağından yüzümdeki tüm buzlar eriyince birden sırılsıklam oldum. Bu donma ve erime işlemi gezi boyunca sürüp gidecekti. Bavulları yüklenen minibüs bir karış buz tutmuş yolda oldukça hızlı gidiyordu. Tedirgin olduğumu gören rehber, sürücülerin bu yollara alışık olduğunu söyledi. Kış günleri yola tuz dökmek, tekerleklere zincir takmak Finlandiya’da yasaktı. Kar lastikleri yeterli oluyordu. Rehber bunları anlatırken aklıma İstanbul’un kışı geldi. Biraz kar atıştırınca yollara dökülen tonlarca tuz, zinciri olmadığı için trafikten men edilen araçlar, iki parmak karda oluşan kazalar...
Yarım saat sonra bölgenin en büyük kasabalarından Saariselka’ya vardık. Buranın nüfusu 300 kişiydi ve oldukça kalabalık sayılıyordu. Çünkü Laponya’da kilometrekareye düşen insan sayısı biri geçmiyordu. Tek katlı bir dağ otelinde kalacaktım. Odamda bavulumu açıp en kalın kazaklarımı çıkardım. Üst üste giyinip soluğu restoranda aldım. Biraz Ren geyiği eti, yanına kremalı patates ve sebze pürelerinden yapılmış kroket alıp, isyan bayrağını açmış midemin gönlünü aldım.
GECE YÜRÜYÜŞÜ
Yemekten sonra sarılıp sarmalanıp dışarı çıktım. Otelin termometresi eksi 32 dereceyi gösteriyordu. Çoktan akşam olmuştu ama etrafta beyaz bir aydınlık vardı. Kar, dolunayın ışığını yansıtıyor, karanlığa izin vermiyordu. Etrafta çıt çıkmıyordu. Sadece karı ezen ayak seslerimi duyuyordum. Otelin biraz ötesindeki bara uğradım. Oturmadan kat kat soyundum. Laponya’da insan giyinmekten ve soyunmaktan yoruluyordu.
Müşterilerin çoğu kadındı ve vestiyerin duvarına dayanan kayaklardan anladığıma göre buraya kros yapmaya gelmişlerdi. Hepsinin yanaklarından kan damlıyordu adeta. Meşhur Fin votkasından iki tek atınca birden kanım ısındı. Birkaç kadeh sonra da bakışlarım!.. Geceyi adaleli bir Fin kızıyla yaptığım romantik dansla bitirdim. Otele doğru yürürken votkanın tüm etkisi uçup gitmişti. Ayaz iliklerimi donduruyordu. Acaba “ilik donması” sözü burada mı doğmuştu?
Ertesi sabah güneşli bir güne uyandım. Güneşli ama daha soğuk bir gündü. Yine kat kat giyinmiştim. Ayaklarımda bu yolculuk için aldığım kar botları vardı. Ellerimi kürklü eldivenlerimin içine saklamıştım. Başıma ise sadece gözlerimi açıkta bırakan yünlü bir başlık takmıştım. Bu kadar sıkı giyinmemin sebebi, bugün köpeklerin çektiği kızakla uzun bir tur yapacak olmamdı. Tur rehberi beni görüp “böyle olmaz, bu giysilerle donarsın” deyince şaşırıp kaldım. Daha kalın nasıl giyinebilirdim ki? Beni bir binaya götürüp çoraptan, eldivene, bottan bereye yeni giysiler verdi. Onları giydiğimde uzayda yürümeye çalışan astronotlara dönmüştüm.
KIZAK MACERASI
Kulübelerinin önünde bekleşen kızak köpekleri bizi görünce deliye döndü. Kızağa koşulacaklarını anlamışlardı. Bir an önce bu yolculuğa çıkmak için yeri göğü inletiyorlardı. Rehber içlerinden altısını seçip getirdi. Teker teker kızağı çekecek ipe bağladı. Birbirleriyle kavga etmesinler diye aynı cinsleri yan yana bağlamıyordu. Yola çıkmak için sabırsızlanan köpekleri görünce Türkiye’deki Husky’ler aklıma düştü. Dondurucu soğukta koşmaktan hoşlanan bu köpekler Türkiye’nin sıcağında, evlerde adeta işkence çekiyorlardı.
Hayatımda ilk kez kızak kullanacaktım. Rehber nasıl fren yapacağımı, köpeklere nasıl emir vereceğimi, virajlarda ne yana yatacağımı, kızak devrilirse ne yapacağımı anlatıp dizginleri elime tutuşturdu. Arkadaşım Fikret Atalay kızağa oturup, battaniyesini üstüne çekti. Ben de arkadaki yerimi aldım. Laponya’nın en büyük parklarından biri olan Urho Kekkonen Ulusal Parkı’ndaki zorlu yolculuk beş saat kadar sürecek ve bu süre içinde ben kızağın arkasında sürücü olarak ayakta yolculuk edecektim.
Rehber ipleri salınca köpekler hızla ileri atıldı. Kızak karların içinde adeta uçmaya başladı. Halbuki ben ve Fikret, köpekler için alışılmadık kilolardaydık. Ama bu fazlalık onlara vız geliyordu. Önce panikledim ama bir süre sonra usta bir kızakçı olup çıktım. Sadece lüzumsuz anlarda frene basmam ve Türkçe komutlar vermem köpekleri şaşırtıyordu. Onun için arada bir dönüp, “ne diyorsun be adam” dercesine yüzüme bakıyorlardı.
Yolculuğun devamı haftaya kaldı. Karlı kayın ormanları, kar motosikleti ile yolculuk, sauna, camdan iglolar...
(Bu gezi Koptur Seyahat ‘in sponsorluğunda yapılmıştır)
Ren geyiğinden bonfile
Finlandiya mutfağı, yıllarca boyunduruğu altında yaşadığı İsveç ve Rus mutfaklarından oldukça etkilenmiş. Kuzeyin en şişman insanlarının yaşadığı Finlandiya’da, mutfağın baş köşesinde hamur işleri ve ekmek oturuyor. Çavdar ekmeğinin içine, balık ve domuz eti doldurarak yapılan Kalakukko, en sevilen ve en çok tüketilen yemeklerin başında geliyor. Ekşi mayayla yapılan çavdar ekmeği ise sofraların vazgeçilmez gıdası. Finlandiya’da ekmeğin tatlısından tuzlusuna onlarca çeşidini bulmak mümkün. Yine çavdar ekmeğinin içine, sütlaca benzer bir pirinç muhallebisi doldurularak yapılan karjalanpiirakka, ülkenin en sevilen tatlılarının başında yer alıyor. Bu tatlıdan iki çatal yedikten sonra, Finlandiyalıların karanlık ve soğuk kış günleriyle nasıl baş ettiklerini daha iyi anladım.
Finlandiya mutfağının diğer bir aktörü de balıklar. Somon, Ringa, mezgit benzeri Whitefish, göllerin buzlu sularında yetişen alabalıklar, turna balığı, levrek gibi balıklar, genellikle salamura ve füme olarak tüketiliyor. Ama Kuzeyin soğuk sularında yakalanan somon balığının, mangal üstünde ızgarası da en favori yemeklerin arasında yer alıyor. Balıkların yanında mutlaka haşlanmış veya kremalı patates yeniyor. Tabii balıklara ülkenin ünlü votkası da eşlik ediyor. Kırmızı pancar turşusu, haşlanmış makarna, pirinç, havuç ve çeşitli reçeller, özellikle et yemeklerinin yanında garnitür olarak sunuluyor.
Ben ekmek çeşitlerinin, balıkların yanı sıra ayı bifteğini, ayı etinden yapılmış sucuğu, Ren geyiği bonfilesini, geyik salam ve sosisini de denedim. Böylelikle damağımı kuzeyin değişik tatlarıyla tanıştırmış oldum. Dünyaca ünlü Fin votkasına bir iki kadeh dışında pek yüz vermedim. Biraz pahalı olmakla birlikte yemeklerde şarap içmeyi tercih ettim. Mönülere bakınca dünyadaki bütün ünlü şarap üreticilerinin, Finlandiya pazarında kıran kırana bir yarışa girdiklerini gördüm.
Daha bir ay önce dünyanın en güneyine inip, yaz sıcağının keyfini çıkarmıştım. Şimdi de en kuzeyde kutup soğuğunu ciğerlerime çekecektim. Programı aldıktan sonra hemen haritamı açıp rotamı inceledim. Önce Helsinki, sonra kuzeyde, Rus sınırına yakın İvalo, oradan daha kuzeydeki İnari, sonra tekrar Helsinki’ye dönüş... Rotadaki diğer yerler haritada yer almıyordu ama vahşi doğanın tam ortasında olduğunu biliyordum.
Yolculuğun ilk etabı üç saat sürdü. Uçak Helsinki’ye doğru alçalırken pencereye başımı dayayıp manzarayı seyrettim. Her yer bembeyazdı. Kar sadece dev sedir ağaçlarının tepelerini açıkta bırakmıştı. Damlar, yollar, göller, nehirler karın altında görünmez olmuştu. Görüntü bile insanın içini titretiyordu. Bu gezide baskın renk beyaz olacaktı anlaşılan.
BUZLU YOLLARDA
Havaalanında bir süre bekledikten sonra bizi daha da kuzeye götürecek ikinci uçağa bindik. Uçak pist başına gelmeden önce, kanatlarına buzlanmaya karşı özel sıvılar sıkıldı. Bizde çok dondurucu havalarda uygulanan bir işlem olduğu için dışarıdaki soğuğu tahmin edebiliyordum. Karanlık erken çöktüğü için pencereden güneşin battığı yerdeki ince kırmızı çizgiden başka bir şey görünmüyordu. İkinci yolculuk bir saat 40 dakika sürdü.
Uçağın merdivenlerinden inerken soğuğun ilk tokadını yedim. Önce gözlüğümün camları dondu, ardından bıyık ve sakalım, sonra da burnumun içi. Terminalin kapısındaki termometre eksi 28 dereceyi gösteriyordu. Yıllardan beri böylesine bir soğuk yaşamamıştım.
Terminalin sıcağından yüzümdeki tüm buzlar eriyince birden sırılsıklam oldum. Bu donma ve erime işlemi gezi boyunca sürüp gidecekti. Bavulları yüklenen minibüs bir karış buz tutmuş yolda oldukça hızlı gidiyordu. Tedirgin olduğumu gören rehber, sürücülerin bu yollara alışık olduğunu söyledi. Kış günleri yola tuz dökmek, tekerleklere zincir takmak Finlandiya’da yasaktı. Kar lastikleri yeterli oluyordu. Rehber bunları anlatırken aklıma İstanbul’un kışı geldi. Biraz kar atıştırınca yollara dökülen tonlarca tuz, zinciri olmadığı için trafikten men edilen araçlar, iki parmak karda oluşan kazalar...
Yarım saat sonra bölgenin en büyük kasabalarından Saariselka’ya vardık. Buranın nüfusu 300 kişiydi ve oldukça kalabalık sayılıyordu. Çünkü Laponya’da kilometrekareye düşen insan sayısı biri geçmiyordu. Tek katlı bir dağ otelinde kalacaktım. Odamda bavulumu açıp en kalın kazaklarımı çıkardım. Üst üste giyinip soluğu restoranda aldım. Biraz Ren geyiği eti, yanına kremalı patates ve sebze pürelerinden yapılmış kroket alıp, isyan bayrağını açmış midemin gönlünü aldım.
GECE YÜRÜYÜŞÜ
Yemekten sonra sarılıp sarmalanıp dışarı çıktım. Otelin termometresi eksi 32 dereceyi gösteriyordu. Çoktan akşam olmuştu ama etrafta beyaz bir aydınlık vardı. Kar, dolunayın ışığını yansıtıyor, karanlığa izin vermiyordu. Etrafta çıt çıkmıyordu. Sadece karı ezen ayak seslerimi duyuyordum. Otelin biraz ötesindeki bara uğradım. Oturmadan kat kat soyundum. Laponya’da insan giyinmekten ve soyunmaktan yoruluyordu.
Müşterilerin çoğu kadındı ve vestiyerin duvarına dayanan kayaklardan anladığıma göre buraya kros yapmaya gelmişlerdi. Hepsinin yanaklarından kan damlıyordu adeta. Meşhur Fin votkasından iki tek atınca birden kanım ısındı. Birkaç kadeh sonra da bakışlarım!.. Geceyi adaleli bir Fin kızıyla yaptığım romantik dansla bitirdim. Otele doğru yürürken votkanın tüm etkisi uçup gitmişti. Ayaz iliklerimi donduruyordu. Acaba “ilik donması” sözü burada mı doğmuştu?
Ertesi sabah güneşli bir güne uyandım. Güneşli ama daha soğuk bir gündü. Yine kat kat giyinmiştim. Ayaklarımda bu yolculuk için aldığım kar botları vardı. Ellerimi kürklü eldivenlerimin içine saklamıştım. Başıma ise sadece gözlerimi açıkta bırakan yünlü bir başlık takmıştım. Bu kadar sıkı giyinmemin sebebi, bugün köpeklerin çektiği kızakla uzun bir tur yapacak olmamdı. Tur rehberi beni görüp “böyle olmaz, bu giysilerle donarsın” deyince şaşırıp kaldım. Daha kalın nasıl giyinebilirdim ki? Beni bir binaya götürüp çoraptan, eldivene, bottan bereye yeni giysiler verdi. Onları giydiğimde uzayda yürümeye çalışan astronotlara dönmüştüm.
KIZAK MACERASI
Kulübelerinin önünde bekleşen kızak köpekleri bizi görünce deliye döndü. Kızağa koşulacaklarını anlamışlardı. Bir an önce bu yolculuğa çıkmak için yeri göğü inletiyorlardı. Rehber içlerinden altısını seçip getirdi. Teker teker kızağı çekecek ipe bağladı. Birbirleriyle kavga etmesinler diye aynı cinsleri yan yana bağlamıyordu. Yola çıkmak için sabırsızlanan köpekleri görünce Türkiye’deki Husky’ler aklıma düştü. Dondurucu soğukta koşmaktan hoşlanan bu köpekler Türkiye’nin sıcağında, evlerde adeta işkence çekiyorlardı.
Hayatımda ilk kez kızak kullanacaktım. Rehber nasıl fren yapacağımı, köpeklere nasıl emir vereceğimi, virajlarda ne yana yatacağımı, kızak devrilirse ne yapacağımı anlatıp dizginleri elime tutuşturdu. Arkadaşım Fikret Atalay kızağa oturup, battaniyesini üstüne çekti. Ben de arkadaki yerimi aldım. Laponya’nın en büyük parklarından biri olan Urho Kekkonen Ulusal Parkı’ndaki zorlu yolculuk beş saat kadar sürecek ve bu süre içinde ben kızağın arkasında sürücü olarak ayakta yolculuk edecektim.
Rehber ipleri salınca köpekler hızla ileri atıldı. Kızak karların içinde adeta uçmaya başladı. Halbuki ben ve Fikret, köpekler için alışılmadık kilolardaydık. Ama bu fazlalık onlara vız geliyordu. Önce panikledim ama bir süre sonra usta bir kızakçı olup çıktım. Sadece lüzumsuz anlarda frene basmam ve Türkçe komutlar vermem köpekleri şaşırtıyordu. Onun için arada bir dönüp, “ne diyorsun be adam” dercesine yüzüme bakıyorlardı.
Yolculuğun devamı haftaya kaldı. Karlı kayın ormanları, kar motosikleti ile yolculuk, sauna, camdan iglolar...
(Bu gezi Koptur Seyahat ‘in sponsorluğunda yapılmıştır)
Ren geyiğinden bonfile
Finlandiya mutfağı, yıllarca boyunduruğu altında yaşadığı İsveç ve Rus mutfaklarından oldukça etkilenmiş. Kuzeyin en şişman insanlarının yaşadığı Finlandiya’da, mutfağın baş köşesinde hamur işleri ve ekmek oturuyor. Çavdar ekmeğinin içine, balık ve domuz eti doldurarak yapılan Kalakukko, en sevilen ve en çok tüketilen yemeklerin başında geliyor. Ekşi mayayla yapılan çavdar ekmeği ise sofraların vazgeçilmez gıdası. Finlandiya’da ekmeğin tatlısından tuzlusuna onlarca çeşidini bulmak mümkün. Yine çavdar ekmeğinin içine, sütlaca benzer bir pirinç muhallebisi doldurularak yapılan karjalanpiirakka, ülkenin en sevilen tatlılarının başında yer alıyor. Bu tatlıdan iki çatal yedikten sonra, Finlandiyalıların karanlık ve soğuk kış günleriyle nasıl baş ettiklerini daha iyi anladım.
Finlandiya mutfağının diğer bir aktörü de balıklar. Somon, Ringa, mezgit benzeri Whitefish, göllerin buzlu sularında yetişen alabalıklar, turna balığı, levrek gibi balıklar, genellikle salamura ve füme olarak tüketiliyor. Ama Kuzeyin soğuk sularında yakalanan somon balığının, mangal üstünde ızgarası da en favori yemeklerin arasında yer alıyor. Balıkların yanında mutlaka haşlanmış veya kremalı patates yeniyor. Tabii balıklara ülkenin ünlü votkası da eşlik ediyor. Kırmızı pancar turşusu, haşlanmış makarna, pirinç, havuç ve çeşitli reçeller, özellikle et yemeklerinin yanında garnitür olarak sunuluyor.
Ben ekmek çeşitlerinin, balıkların yanı sıra ayı bifteğini, ayı etinden yapılmış sucuğu, Ren geyiği bonfilesini, geyik salam ve sosisini de denedim. Böylelikle damağımı kuzeyin değişik tatlarıyla tanıştırmış oldum. Dünyaca ünlü Fin votkasına bir iki kadeh dışında pek yüz vermedim. Biraz pahalı olmakla birlikte yemeklerde şarap içmeyi tercih ettim. Mönülere bakınca dünyadaki bütün ünlü şarap üreticilerinin, Finlandiya pazarında kıran kırana bir yarışa girdiklerini gördüm.