GeriSeyahat Hiç kabahatleri yok rüzgár çıldırtmış
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Hiç kabahatleri yok rüzgár çıldırtmış

Hiç kabahatleri yok rüzgár çıldırtmış

Figueras, İspanya’nın Katalonya Bölgesi’nde. Doğasını volkanik patlamalar, aniden başlayıp hızı saatte 200 kilometreyi bulan fırtınalar şekillendirmiş. Tramuntana adını vermişler sandalları parçalayan, zeytin ağaçlarını yıkan rüzgárlara. Eriyen saatlerin ressamı Salvador Dali’ye bakılırsa, halkın karakterini belirleyen de bu fırtına.

Her fırsatta "Bölgemizde doğan, yaşayanların, herbirimizin zırdeli olmasının yegáne sebebi tramuntana’dır" demiş. Dali’nin doğduğu kentteki müzesinden 270 eser, Sabancı Müzesi’nde sergilenmek üzere eylülde İstanbul’a geliyor. Onlar yola çıkmadan, benim yolum Figueras’a düştü. Gördüm ki, Dali çok haklı. Mart ortasında mor salkım, erguvan ve katır tırnaklarının aynı anda patladığı bir şehirden başka ne beklenir ki?

Üç hafta önce, Türkiye’nin sağanak yağmurlara teslim olduğu günlerde, indirimli paskalya turlarının heyecanına kapılıp Barselona’ya attım kendimi. Yıllardır görmek isterdim. Müze, park ve tarihi sokaklarını hakkıyla gezmek, portakal ağaçlarının çiçek açtığı taş avlularında zamanı yavaşlatmak, 100 yıl önce birbirinden çılgın mimar ve ressamları buluşturup mucizeler yaratmasının sırrını çözmek, Eixample’ın Ortaçağ’dan kalma daracık sokaklarında ansızın kemanıyla, gitarıyla karşınıza çıkan sokak virtüözlerine hakkıyla kulak kabartmak için en az 10 gün isteyen bu şehri beş günde keşfetmeyi denedim. Meteorolojinin yağmurlu geçeceğini söylediği bir günün sabahında erkenden trene atlayıp, günübirlik keşif turu için 130 kilometre uzaktaki Figueras’ın yolunu tuttum.

TOPRAK ANSIZIN BEYAZLAŞTI

Fransa sınırındaki Portbau’ya giden Renfe ekspresi en ufak bir tıkırtı çıkarmadan rayların üstünde ilerliyordu. İki yıl önceki Endülüs turundan hafızamda kalan fotoğrafa hiç benzemiyordu çevredeki manzara. Güneyin uçsuz bucaksız zeytin denizinden eser yoktu. Ovalara tahıl ekilmişti. Aralarda küçük adacıklar gibi kalmıştı zeytinlikler. Yol boyunca birkaç bağ gördüm. Bağlar, zeytinlikler, Avrupa Birliği kotaları uyarınca sökülüp atılmış mıydı yoksa? Cevabı Figueras’tan aldığım, dönüşte okuduğum kılavuzda kısmen de olsa buldum: 1883’teki salgın hastalık bağları silip süpürmüştü.

Trenimiz hızlı kentleşmeyle çehresi değişen, betonlaşan Ortaçağ şehri Girona’yı geride bıraktığında Fransa sınırı boyunca uzanan Pireneler belirdi ufukta. İstanbul’a eylülde uğrayan pamuk gibi bulutlarla kaplıydı zirveleri. Ansızın toprak beyazlaştı, yolcular susup camlara yöneldi. Tarlalara köpük püskürtüldüğünü düşündüm önce. Kar yağmıştı. Trenin dış sıcaklığı gösteren elektronik termometresi hálá 15 derecedeydi. Birkaç dakika sonra her şey normale döndü. Dali’nin topraklarındaydım, sürprize alışmam lazımdı...

İstasyonda indiğimde, Dali Müzesi’ne ulaşmak için, Google Earth’ten ezberlediğim yolu tuttum. İki kilometrelik güzergahım orta halli mahallelerden geçiyordu. Dar sokaklara dizilen, 1960’lardan kalma, üç, dört katlı apartmanların arasından yürüdüm. Kent sakinleri, ıssız sokaklardaki kafelerde, vitrini çikolatadan yumurtalarla süslü zarif pastanelerde hararetli sohbetlere koyulmuştu. Tatilinin tadını çıkarıyordu. Avaz avaz bağırarak, elini kolunu sallayıp küfürler savurarak konuştuğu söylenen Figueras’lılardan eser yoktu ortada.

BU MEYDANDA VALS YAPILIRDI

Meşhur La Rambla Meydanı’na hesapladığımdan erken vardım. Yağmur beklentisinden olsa gerek, sanat pazarı kurulmamıştı. Tarihi binalar ve çınar ağaçlarıyla çevrili meydanda, geçen yüzyılda köylü pazarı kurulurmuş. Çevre illerin halkı alışverişe gelirmiş. Figueraslılar pazar günleri kilise çıkışında en güzel giysileriyle meydanda toplanıp, San Quintin alayı bandosundan Strauss ve Lehar valsleri dinlermiş. Ardından Sardana dansının yaratıcısı Pep Ventura, grubuyla meydana girip dinleyicileri coştururmuş. 1925’te Dali’yi ziyarete gelen şair Garcia Lorca, Ventura’yı dinlerken kimbilir neler hissetmişti, besteciliği duyduklarından nasıl etkilenmişti...

İstasyonda ayrıldığım turist kafilesi karıncalar gibi sıraya dizilmiş meydandan geçiyordu. Aralarına karışmak yerine, meydanda dağ yürüyüşü malzemeleri satan eski bir dükkanın vitrinini inceledim uzun uzun. Botların, yürüyüş sopalarının yanına yüzlerce işlemeli çakı dizilmişti. Barselona’da da rastlamıştım çakı fetişizminin izlerine. Demek ki Akdeniz’de ortak tutkuymuş.

Google Earth’ten aklımda kaldığı kadarıyla, meydanın bir köşesindeki yokuştan tırmanmaya başladım. Birkaç dakika sonra Dali Müzesi’nin damlarındaki dev yumurtalar göründü. Bomboş gişeye sevinçle yaklaştım. Barselona’da müze kuyruklarında beklemekten bitap düşmüştüm... Ekspres giriş fırsatına sevinmeye zaman kalmadan, görevli yan sokağa gitmemi söyledi. Meğer, burası Dali Mücevher Müzesi’ymiş. Sokağı dönünce acı gerçekle karşılaştım. Kuyruğun ucu La Rambla’ya ulaşmıştı.

Bir buçuk saat sonra müzedeydim. Bu süre, Dali’nin girişteki kurumuş çınara yaptığı enstalasyonu izlemekle geçti.

DALİ, KEBAP İSMİ OLMUŞ!

Müzeden çıktığımda ikindi vaktiydi. İstasyona koşmadan, çevrede bir tur attım. Alt sokaktaki restoranların duvara asılı mönüsünde Dali’nin ismini görünce durakladım. Patates kızartmalı şiş kebaba verilmişti üstadın adı. Kendisini pek sevmesem de, onun adına üzüldüm. Belki de ahı tutmuştu kurbanlarının. İlham perisini, biricik karısını çaldığı şair Paul Eluard’ın ya da içsavaş sonrasında tutsak düştükleri hapisanede idam edilmelerini Franko’ya gönderdiği telgrafla kutladığı Cumhuriyetçilerin...

Çeşit çeşit kakao (sıcak çikolata!) sunan kafenin, vitrinleri çikolata heykelciklerle süslü pastanelerin önünden, Fransa köylerinden günübirlik alışverişe gelinen Katalonya Meydanı’ndaki açık pazar yerinden koşar adımlarla geçip istasyona ulaştığımda iki seçeneğim vardı. Ya Barselona’dan gelen treni karşılayan otobüse binip, Dali’nin Portligat’taki evine gidecek ya da trene atlayıp 20 kilometre uzaktaki Portbau’ya devam edecektim. Düşünür Walter Benjamin’in 1940 Eylül’ünde Nazilerden kaçmaktan bıkıp hayatına son verdiği sınır köyünü gördükten sonra, Barselona’ya dönüşte Girona’ya uğrayıp Ortaçağ’dan kalma Yahudi mahallesini gezecektim.

Eğer otobüse binseydim, tarla ve makiler arasından kıvrılarak uzanan bir yoldan, 55 dakika sonra sahile varabilir, yol boyunca uzaklardan San Ferran Kalesi’ni, Atlantik Okyanusu’ya Akdeniz arasındaki hava sistemleri çarpıştığında ortaya çıkan tramuntana’nın doğada bıraktığı izleri, Dali’nin gençliğinde ailesiyle yaşadığı, Eluard’ın karısını ayarttığı, Lorca’yı ağırladığı, denizini, kayalarını resmettiği Cadaques’i görebilirdim. Bitişiğindeki Portligat Koyu’ndaki müze evini ziyaret etmem mümkün değildi. Önceden randevu almamıştım çünkü. Ben ilk rotayı seçtim...

Mezardaki Pubol Markisi’le ekranda göz göze geldik

Figueras’ın tiyatrosu 1974’te müzeye dönüştürülmüş. Salvador Dali, 1985’te ölene kadar, müzesine birçok özel eser yapmış. 40 bin nüfuslu şehre bu müze her yıl 1.3 milyon ziyaretçi çekiyor. Dört katlı, iç avlulu, orta halli köşk büyüklüğündeki binanın koridorları, paskalya tatili nedeniye, tıklım tıklım ziyaretçi doluydu. Fransa’dan otobüsler dolusu ortaokul öğrencisi gelmişti. Ortada koşuşturanların arasında çok sayıda türbanlı çocuk vardı.

Burun buruna temas halinde ilk katı gezmeye başladım. Tiyatro binasından dev bir gerçeküstü obje, teatral rüyalar mekanı yaratmak üzere kollarını sıvayan Dali, salondaki izleyici koltuklarını söküp, üstü açık iç avluya dönüştürmüştü. Ortasına Al Capone’u çağrıştıran siyah Cadillac, üstüne Kibele benzeri heykel, arkasındaki palmiye benzeri sütunun tepesine bir küçük yelkenli oturtmuştu. Direksiyondaki adama yaklaşıldığında kapalı pencerelerin ardındaki aryalar duyuluyordu. Enstalasyonu pencerelerdeki altın renkli kadın heykelleri, camekan kaplı sahnedeki dev resim, üstündeki dev cam kubbe tamamlıyordu. O gün tremontana rüzgarı esmiyordu, kubbenin ışıltı saçmasını beklemedim. Son dönem resimlerinin sergilendiği bir salondan hayal kırıklığı ve şaşkınlıkla çıktığımda, kendimi sahne altındaki zifiri karanlık galeride buldum. Ünlü resimleri, çok etkileyici mücevher tararımlarıyla birlikte sergileniyordu. Derken, duvara gömülü "Salvador Dali / Pubol Markisi" yazan mezar taşı çıktı karşıma. Gülüp geçtim. Dali’nin mezarını Paris’teki Montparnasse’da gördüğüme o kadar emindim ki... Meğer üstad mumyalanmış halde, o taşın arkasındaymış. Karşı duvardaki cam ekrana lazerle yansıtılan siluetiyle bizi süzüyormuş. Fena halde ürperdim!

Birinci kattaki bir başka salona girerken önümü kesen, kıvrım kıvrım kıvrılan kuyruk tam bir yaşayan enstalasyondu. Yaklaşık 100 metrekarelik salon Dadaist denebilecek "Mae West’in Yüzü"ne ayrılmıştı. Dev parçalara ayrılan yüz, bir merdivenin tepesindeki mercekten bakınca bütünleşiyordu. Mercek kuyruğunda geçirecek 1,5 saatim yoktu. Kulak deliğinden bakıp, West’in beynindeki mavi-yeşil dünyayı izledim, duvarlardaki tabloları inceledim.

Tıklım tıklım dolu dans salonundaki görkemli tavan resmine kenardan bakıp, desenlerin sergilendiği ikinci kat koridorlarına çıktığımda ortalık bomboştu. Dali’nin dehasını döktüğü, birçok resminin ilk fikrini geliştirdiği onlarca deseni tadını çıkararak inceledim. Figueras’ı, çevresindeki doğayı gördükten sonra, bunların resimlere ve desenlere yansıması çok daha kolay fark edilebiliyordu.

ÜÇ MÜZE

Figueras çevresinde üç Dali müzesi daha var: Dali Tiyatro Müzesi’nin bitişiğindeki Mücevher Müzesi’nde 37 mücevher ve 27 çizim sergileniyor. Dali’nin 1982’de eşi Gala ölünce yerleştiği Pubol Şatosu ve Cadaques’deki Portligat Koyu’ndaki Dali-Gala Evi’nde ise birçok heykel, enstalasyon yer alıyor. Dali Vakfı’nın web sayfasından ayrıntılı bilgi alabilirsiniz. (www.salvador-dali.org)
False