Halfeti’nin kıyısında, Fırat’ın suyunda
Halfeti’nin bazı köyleri, 2000 yılında yapılan barajla sular altında kaldı. Boşaltılan yerleşimler yöreye turizmi getirdi. Nisan ayında ‘sakin şehir’ unvanını da alan Halfeti, kesinlikle keşfedilmeyi hak ediyor…Bir kış günü yolum düştü, kendimi Fırat’ın suyunda yüzerken buldum.
Halfeti, Şanlıurfa’ya bağlı; il merkezine uzaklığı 120 kilometre. Şaşılacak şey ama Gaziantep daha yakın: 100 kilometre. Hal böyle olunca da kültürel bağlar, ekonomik ilişkiler hep Gaziantep’le kurulmuş.
İçinden Fırat geçen bir yerleşim bölgesi. Romalılar tarafından, Fırat Nehri’nin doğu yakasında, ‘Ekamia’ adıyla kuruluyor. Çok eski zamanlardan beri yaşam devam ediyor. Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı topraklarına katılıyor.
1954’te ilçe oluyor. Tüm nüfus, köyleriyle birlikte, 50 binden az. Pek de adını duyan, nerede olduğunu bilen, giden yok; taa 2000’lere kadar.
Birdenbire bir ‘baraj inşaatı’ başlıyor. Yıl 1996; Halfeti gazetelerde, TV’lerde gösteriyor kendini ilk kez. 2000 yılının sonlarına doğru sular basıyor her yanı. Bazı köyler, yerleşim alanları, suların altında kalıveriyor. Caminin minaresi, suyun üstünden dünyayı seyretmeye devam ederken
SAVAŞAN KÖYÜ’NÜN YARISI SU ALTINDA
Çok utanıyorum bunu söylerken; yılların gezi programcısı, gezi yazarı… Yazıklar olsun bana, bir kış günü, hayatımda ilk defa Halfeti’yi görüyorum.
Görüyorum, kendimi unutuyorum…
O tekneye binip açılıyoruz, bir yanda suyun altında kalan hayatlar, mezarlar, okullar, camiler, evler, yollar, hayaller, acılar, sevinçler; bir yanda da çok özel bir iklimde, çok hikâyesi olan bir bölgede, bir sinema filminin içindeymişiz gibi yol alıyoruz.
Kendimi unutuyorum kesinlikle. Dağlar, hayatta kalan köyler, beş kilometre ilerideki Rumkale’yi seyretmeye doyamıyorum. Rumkale’nin MÖ 800’lerde var olduğu biliniyor; tam olarak ne zaman inşa edildiğini kestirmek zor. Şimdiki halini Asurlular zamanında almış, adı da ‘Şitamrat’mış…
Tekne turu, aşağı yukarı bir saat sürüyor. Halfeti gönüllüsü, sevdalısı, memleketine ‘sakin şehir’ ünvanı kazandırmak için uğraşan öğretmen ve şair Nihat Özdal, gönüllü rehberliğimi yapıyor. Araya biraz şiir, efsane karışıyor. Memluk yerleşimi Çekem, fıstık bahçeleri, mağaralarla manzaralar gittikçe şenleniyor. “Abi aslında Urfa’ya kadar tekneyle gideriz de öyle bir talep yok şimdilik” diyor kaptan: “Yoksa ne güzel olur, bir de su gezisi başlatmış oluruz buralarda…”
Tekne gezimizin tam yarısında, batık köy Savaşan’da karaya çıktık. Salaş mı salaş bir çay bahçesi var kıyıda, oraya oturduk. Köyün tepelik yerindeki evine şans eseri su ulaşmamış bir adamdan bahsettiler. “Terk etmedi buraları, evinde yaşamaya devam ediyor” dediler. Aradım, bugün Birecik’e, cenazeye gitmiş. “Ancak yarına gelir”miş…
Hayat durmuş köyde, tek başıma dolaştım. Bir zamanlar çocukların koşturduğu daracık sokaklar, şimdi bomboş. Köyün aşağı mahalleleri, camisinin yarısı, mezarlığı, sular altında. Evlerin bir kısmı da. Benim görebildiğim, dokunabildiğim, yöresel ‘nahit’ taşından yapılan evlerde de zaman 2000’de donmuş, kalmış.
ÇILGIN MI DEMİŞTİNİZ
Sıcak bir çaydan sonra tekneye bindik tekrar. Kaptan hoşsohbet, Halfetili şair Nihat Özdal da çok bilgili. “Bir çılgın adam geldi, geçen sene bu zamanlar, kış günü suya atladı” diye hatırlıyorlar. “Zaten yaz boyunca her gelen tur suya girer, hadi sonbaharda da girilir de, kışın çok soğuk abi, olmaz, girilmez…” Aklıma kurt düşüyor. Bu hissi tatmalıyım; bir an evvel soyunuyorum. Şükür şorta benzeyen bir boxer’ım var; “bırakın geçen seneki çılgını, şimdiki zamandakine bakın” deyip kendimi buz gibi sulara bırakıyorum. Cilde iyi geldiği iddia edilen, donma sınırındaki suda, birkaç dakika kalmayı beceriyorum.
“Abi sen neymişsin be” nidalarıyla, teknede buldukları bir küçük havluyu tutuşturuyorlar elime. Kış güneşi, parlak olmasına parlak ama bana mısın demiyor. Dizlerim, dişlerim, kollarım, zangır zangır titriyor. Bir daha milyon verseler atlamam ama o duyguyu tattım işte. Hayatları kaplayan suda yüzdüm; birkaç dakikalığına da olsa…
Halfeti sokakları
Hemen hemen hepsinin Fırat’ı görecek şekilde inşa edilen Halfeti evlerinden 70’i tescilli. Dar sokaklarda, hafif meyilli yokuşlarda yürüyerek, bir çırpıda hepsini görüyorsunuz. Fazla da hızlı yürümeyin, burası bir ‘citta slow’. Ülkemizin ‘sakin şehir’ unvanını alan dokuzuncu kenti.
En özellikli Halfeti evi, ‘Kanneci Konağı’. 200 yıllık konak, geçen günlerde el değiştirmiş. Yakında da restorasyon çalışmalarının başlayacağı söyleniyor. Roma, Selçuklu ve Osmanlı izleri taşıyan eklektik bir mimari. Kuş pencereleri, nişleri, sütunları, bahçesi, konumu, çok başka.
Evlerden sonra sıra asma köprüye geliyor. Köprüyü boydan boya iki kez yürümek şart. Bir de sağlı sollu durup manzara seyretmeden olmaz… Sonrasında da gölün kenarındaki banklarda oturup dinlenme zamanı. Etrafta uyaran fazlalığı olmayan bu sakin şehirde, kendi kendinizle kalma zamanı.
Halfeti mutfağı çok şaşırtıcı
İyi ki bütün gün yemeden koşturmuşum, Halfeti mutfağının hakkını verebildim. Göl üzerine kurulmuş lokantalardaki mönüler birbirine benziyor ama lezzetleri 10 numara.
Gölde yakalanan ‘şabut balığı’nın ızgarası yapılıyor; enfes. Taze naneli, maydanozlu, bol narlı salataya bolca da nar ekşisi koyuluyor. Halfeti’nin en bilinen yemeği olan ‘haşhaş kebabı’ ise midelere tam bir şenlik sunuyor. Çekilmiş kırmızı biber, sarmısak, maydanoz, kıyma iyice karıştırılıp şişe geçiriliyor, hafif ateşte güzelce pişiyor.
İşte bir gezinin son planı: Buz gibi gecede, üzerimizdeki battaniyelerle, elektrik sobalarının altında oturup karanlık baraj gölünü seyrediyoruz. Sofra toplanmış, kahveler söylenmiş. Sadece burada yetişen siyah güllerden almışım bir tane, toprağında. Aslında siyah değil de ‘neredeyse siyah’ denecek kadar koyu bir bordo. “Topraktan çıkartıp suya koyarsan, kırmızıya dönecek, unutma” diyor garson. İllüzyon bozulacak, anılar karışacak. Bir türlü gülün renk değiştireceği fikrine alışamıyorum. Dopdolu bir Halfeti gününün anılarını cebime koyup, saksıyı yanıma almamak üzere yere bırakıyorum…