GeriSeyahat Gece güneşinde Norveç
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Gece güneşinde Norveç

Gece güneşinde Norveç

Bir kez daha Norveç’teyim. Bu üçüncü gelişim. 21 Haziran haftası... Yani güneşin batmadığı günler. Ülkenin doğası, kararmayan gökyüzü, şehirleri insanı şaşırtıyor.

Norveç’e ilk gelişimde, en kuzeydeki Tromso’da “Geceyarısı Maratonu”na katılmıştım. Bunu okuyunca, 42 kilometre koştuğumu sanmayın sakın. Niyetim sadece maratoncuları gözlemlemekti. Zaten birkaç kilometre sonra, dilim bir karış dışarıda, çimenlere yığılmıştım. Saat geceyarısını geçmiş güneş tepede pırıl pırıl parlıyordu. Bir süre öyle sırtüstü yatıp, pamuk pamuk gökyüzünde dolaşan bulutları seyretmiştim. Sonra güneşten rahatsız olmuştum. Yaşamımda ilk kez, geceyarısı, güneşten kaçıp gölgeye sığınıyordum. Ağacın dallarında hiç kuş yoktu. Burada kuşlar ne zaman uyurlar, diye düşünmüştüm. “Dünyada çok az kişi, gece yarısı ağaç gölgesine sığınmıştır” demiştim kendi kendime. Bu ayrıcalık gururlandırmıştı beni.
Aslında kararmayan geceleri ilk kez Alaska’da yaşamıştım. Orada da gün hiç kararmamıştı. Gece yarısına doğru güneş batar gibi yapmış, kısa bir aradan sonra tekrar gökyüzünde belirmişti.
Bir keresinde de, İngiltere’nin en kuzeyindeki Orkney Adası’nda aydınlık geceleri yaşamıştım. Bu sessiz adada bitmek bilmeyen günlerin kucağına düşmüştüm. Burada gece, görüntüler bir tabloya dönüşüyordu. O saatlerde gökyüzü, kırmızının akla gelecek veya gelmeyecek tüm tonlarına boyanıyordu: Mor, eflatun, turuncu, erguvani, şeker pembesi, çingene pembesi... Böyle gecelerde, deniz kıyısındaki iskelenin üstüne oturup, rengarenk suları yarıp giden ördekleri seyrederek uykumun gelmesini bekliyordum. Ama uykum bir türlü gelmek bilmiyordu.

SOĞUKTAN SICAĞA

İşte bir kez daha aydınlık geceleri yaşayacaktım. Oslo’da hava griydi. Yağmur atıştırıyordu. Kalın anorağıma rağmen, uçakla terminali bağlayan geçitin içinde bile üşüyordum. Demek dışarısı daha da soğuktu. Oysa daha 3 saat 40 dakika önce (İstanbul Oslo arası), sıcaklık 35 dereceydi. Havaalanındaki herkes neredeyse yarı çıplak dolaşıyordu. Tabii ki ben hariç. İçi miflonlu bir pantalon, kalınca bir gömlek, boynumda yünlü bir kaşkol, koltuğumun altında bir anorak, ayağımda kışlık botlarla dikkatleri üstüme çektiğimin farkındaydım.
Polis pasaportumu inceledikten sonra, kısa bir süre yüzüme bakıp giriş damgasını vurmuştu. Güzel bir kadındı. Üniforma ona çok yakışmıştı. Teşekkür edip Norveç’ten içeriye girdim.
Fiyordlarda somon balığının peşinde koşturacaktım. Norveç fiyordları, kaçıp saklanmak istediğim sığınaklar olmuştu hep. Sıkıldığım zaman kurduğum düşlerde bu fiyortlar mutlaka yer alıyordu. Onun için bu yolculuk beni heyecanlandırıyordu.

HAYALİMDEKİ ISSIZ EV

Oslo, Trontheim oradan somon diyarı Froy Adası. Yol boyu öylesine güzel görüntüler var ki, bakmaya doyamıyorum. Karaların içine kadar sokulan mavi deniz, yemyeşil tepeler, yine masmavi bir gökyüzü, süs gibi duran pamuk pamuk bulutlar, uzaklarda zirvesi karlı dağlar ve vişne çürüğü renginde iki katlı ahşap evler. Her evin önünde tek direkli, karpuz kıçlı bir balıkçı teknesi. Bu görüntüler düşlerimdeki görüntülerin aynısıydı. Bu evlerden birinde yaşıyordum ve bu tekneyle morina avına gidiyordum.
Hava güneşliydi ama soğuktu. Şapkamı kulaklarıma kadar indirmiş, anaroğımın yakalarını kaldırmış, yünlü atkımı sıkı sıkıya boynuma sarmıştım. Tüm bunlara rağmen hâlâ üşüyordum. Oysa Türkiye sıcaktan yanıyordu.
Neredeyse her virajda şoförü durdurup fotoğraf çekiyordum. Bunca fotoğrafı ne yapacaktım ki! Belki de düşlerimi süslemekte kullanırdım. Bilgisayar başındaki düşlerde. Kuzeyin bu soğuk güzelini düşlemek bana hep mutluluk vermişti.

TABLO BENZERİ GÖRÜNTÜLER

Denizin altından, 5 kilometrelik tünelden geçerken kapalı yer korkusu olan arkadaşlarımı hatırladım. Çıldırırlardı mutlaka. Hele üstlerinde, tonlarca su olduğunu düşünmek paniklerini iyice artırırdı.
Adanın merkezine doğru ilerlerken, tablo benzeri görüntüler yine sıralanmaya başladı. Sanki natürmort konulu tabloların sergilendiği bir galeride geziyormuşum hissine kapıldım. Caravaggio, Cezanne, Van Gogh, Renoir, Monet, Matisse... Hepsinden bir tablo vardı bu canlı galeride.
Fröy, rüzgarlı bir adaydı. Bitkileri önünde diz çöktürmeyi seven sert bir rüzgar, serin havayı daha da serinletiyordu. Norveç’in bu kesimi bir adalar diyarıydı. Burada irili ufaklı tam 4 bin 200 ada olduğunu söylediler. Kiminde çıplak kayalar, kiminde tek bir ağaç, kiminde vişne çürüğü küçük bir balıkçı kulübesi...

KİMSESİZ SOKAKLARDA

Otelim adanın merkezindeydi. İki katlı küçük bir otel. Karşısında bir alışveriş merkezi, yanında bir pizzacı ve kebapçı, biraz ileride küçük bir postane, bir avukatlık bürosu, ne iş yaptıklarını belirleyemediğim bir kaç büro daha. Hepsi bu kadardı.
Sokağa çıkmadan önce, kimsenin olmadığı barda bir iki kadeh Aquavit içtim. Sert içki midemi yaktı. Sonra Fröy’ün sokaklarını arşınladım. Saat 23.00’ü gösteriyordu ve hiç kimse yoktu. Oysa güneş tepede parlıyordu. Pencerelerde koyu renk perdeler çekiliydi.
Ne bir köpek havlıyor ne otomobil, neşeli bir kahkaha ne de siren duyuluyordu. Kuşlar aydınlığa aldanmayıp ötmeyi çoktan kesmişti. Bir İstanbullu’yu ürkütecek sessizlik hakimdi tüm kente. Odama döndüm, perdelerimi kapatmadım. Güneşli bir ikindi vakti şekerleme için yatmış gibiydim.

50 EVLİ ADA

Ertesi gün yörenin en büyük adalarından Sula’ya gittim. Çoğu vişne çürüğü, arada kirli sarı 50 ev vardı. Tabii ki koyu bir sessizlik. Adaya gelenleri küçük bir pub karşılıyor, biraz ilerisinde bir postane ve küçük bir bakkal kentin merkezini oluşturuyordu.
Beni balık tutmaya götürecek tekneyi beklerken yine sokaklarda dolaştım. Sadece bir kadını çamaşır asarken gördüm. Peki çocuklar neredeydi? Sokaklarda şen şakrak çığlıklar, köpek havlamaları? Sadece martı çığlıkları ve rüzgarın teknelerin yelken ipleriyle çaldığı ıslık duyuluyordu.
Kuzey ülkelerindeki yaşam bizimkinden çok farklıydı. Yine de fiyort kıyısındaki vişneçürüğü renkli küçük kulübede bir süre yaşamak, balığa çıkmak, sesizlikte kaybolmak hayalimden vazgeçmedim.
Adalardaki sessiz ama lezzetli yolculuğumu bitirdikten sonra Norveç’in üçüncü büyük kenti Trontheim’a gittim. Bu kentte daha önce de kalmıştım. Onun için sevdiğim yerleri, örneğin balık halini, kanalın kenarına sıralanmış rengarenk eski depoları, katedrali, dar sokakları gezdim. Kaldırım kahvelerinde oturup, güzel Norveç kızlarını seyrederek gezinin tadını çıkardım.
Aynı şeyleri başkent Oslo’da da yaptım. Grand Café’de Aquavit içerken, tüm kentin önümden geçişini izledim. Gezi sırasında öylesine çok balık yedim ki, uzun bir süre balıklı sofralardan uzak kalmaya karar verdim.
Norveç gezim, Oslo’da bitmişti ama düşlerimde sonsuza kadar devam edeceğini biliyordum.

BALİNA BONFİLESİ

Norveç halkı kahvaltıda, bol tereyağı sürülmüş ekmek, yumurta, peynir, domates, salatalık, gravlaks denen özel bir somon eti ve ringa balığı turşusu yiyor. Öğleyi çoğunlukla bir sandviç veya üstüne karides, sardalye, yumurta konmuş birkaç dilim ekmekle geçiştiriyor. Esas gıdayı saat 16.00 ile 18.00 arası yedikleri akşam yemeğinde alıyor. Günün tek sıcak yemeğinde et, balık veya makarna yiyorlar. Sofrada mutlaka haşlanmış patates, sebzeler ve salata bulunuyor.
Norveç’teki balina bonfilesini çok sevdim. Koyu kırmızı rengi ve ciğere benzeyen bir dokusu vardı, güzel bir şarabın yanına çok yakıştırdım. Ren geyiği pastırmasının, fok balığı bonfilesinin de tadına bakmayı ihmal etmedim. Ama gezi boyunca benim favorim, kuzeyin soğuk sularında yetiştirilen somondu. Pembe etinin ızgarasına doyamadım. Bir de “Kral Yengeç” in uzun bacaklarına, halibut balığına ve deniz tarağına... Norveç’te haşlanmış karides çekirdek gibi yeniyordu. Ben kolesterol korkusundan fazla rağbet etmedim ama, gözüm arkada kaldı.
Norveç”in çingene palamutu büyüklüğündeki yağlı uskumrularına da haksızlık etmemem gerek. Soğuk denizin prensesinin tadı, bu satırları yazarken bile hâlâ damağımda.
Fiyatlara gelince; Norveç bizim için çok pahalı. Yediğiniz, içtiğiniz her şeye en az yüzde 20 KDV ekleniyor. Ayrıca lokantalar da yanına yaklaşılacak gibi değil. Bir kişi 70-80 Euro’dan aşağı çıkamıyor. Aslında bu fiyatlar Norveçliler için pek fazla değil. Çünkü onlar, Avrupa’nın en çok kazananları.

OLTAMA TAKILAN MORİNALAR

Beni balık tutmaya götürecek tekneye binerken heyecanlandım. Küçük, karpuz kıçlı bir tekneydi. Açıklara doğru giderken gözlerim balinaları aradı. Çünkü kaptan, şansım varsa bu dev hayvanlarla karşılacağımı söylemişti. “Rastgele” diyerek denize fırlattığım oltayı bir süre boş çektim. Denizin dibinde de hareket yoktu. Ama balık tutma işinin sabır ve şans istediğini biliyordum.
Yaklaşık bir saat sonra olta birden ağırlaştı. Misinayı çekmekte zorlanıyordum. Balıkçıların yardım teklifini reddettim. Bu zafer, sadece benim olmalıydı. Ve oldu da, oltanın ucundaki 3-4 kilo ağırlığındaki morina balığını küpeşteye alırken, etrafa gururlu bakışlar fırlattım. Daha sonra iki tane daha aynı büyüklükteki morinayı teknenin livarına atmayı becerdim. Mutlu, mesuttum ve artık dönebilirdim.

MİLLİ İÇKİ AQUAVIT

Aquavit, patatesten damıtılan alkolle yapılıyor. İçine tat ve renk versin diye, bir takım otlar ve baharatlar konuluyor. En baskın baharat ise bir çeşit kimyon. Alkol derecesi 42 ile 45 arasında. Piyasaya sürülmeden Ekvator’u iki kere geçmesi gerekiyor. 1850’de Norveçli bir içki üreticisi, damıttığı Aquavit’i Avustralya’ya götürmeye karar verir. İşçiler içkiyi yanlışlıkla, içinde daha önce sherry (alkolle kuvvetlendirilmiş özel kırmızı şarap) saklanmış fıçılara doldurur. Gemi Avustralya’ya vardığında içki üreticisi karaya çıkamadan ölür. Kaptan fıçıları geri getirip, ailesine teslim eder. Tıpalar açıldığında ortaya çıkan içki herkesi şaşırtır... O gün bugündür Aquavitler aynı yolculuğa çıkıyor. Etikette Ekvator’u geçiş tarihi ve gemi adı yazıyor.

False