Arzu Özen / Instagram: @unitednaturesofarzu
Burada çocuklar beşik yerine doğada büyüyor!
Norveç’in doğa konusunda torpilli olduğunu artık biliyoruz. Stavanger bence Norveç’in göz bebeği, incisi, ilk aşkı filan. Preikestolen daha çok bilinen adıyla Pulpit Rock ise Stavanger’ın kıymetlisi. Muhteşem manzaralara sahip, gezmeye ve bakmaya doyamayacağınız Norveç'i mutlaka görmelisiniz.
İçinde kurt beslediğinden şüphelenilen insanlar vardır ya hani, hiç duramazlar. Onlar hafta sonları hep bir outdoor aktivitesi peşinde oldukları için cumartesi pazarları hafta arasından daha da erken saatlerde kalkarlar... Hafta sonu çok yoruluyorum, hafta arası gelsin de ofiste sandalyemde dinleneyim diyen sevgili kader arkadaşlarım... Sizi anlıyorum ve bu yazıyla başınıza, gidip keşfetmek zorunda hissedeceğiniz yeni bir dert açacağım için şimdiden özür diliyorum. Hadi okuyun da kolaysa gitmeyin buraya... Şu güzelliğe bir baksanıza... Ben buradaki fotoğraflarımı kime göstersem gelen ilk soru, ‘photoshop mu var bunlarda?’ Hayır yok ama senin şu an yaşadığında bir ‘fotoşok’ var.
Norveç’in doğa konusunda yukarıdan torpili var, bunu biliyoruz artık, dolayısıyla tek geçilecek bir ülke. Stavanger ise bence Norveç’in göz bebeği, incisi, tekne kazıntısı, ilk aşkı filan. Preikestolen ya da daha çok bilinen adıyla Pulpit Rock ise Stavanger’ın kıymetlisi... Hadi madem, okları takip edelim.
Yükseklik korkusu olmayanı bile zorlayabilecek bu kayaya çıkıp yukarıdan aşağıya bakmadan önce (tabi bakabilirseniz) bir tekne turuyla Lysefjord’u gezip, bu kayaya aşağıdan yukarıya bakmanızı öneririm. Görkemi karşısında dizleriniz saygıyla titreyebilir. Yükseklik korkusu olanın ise iç organlarına yer değiştirtecek bir görüntüsü var. Pıtı pıtı atabilir kalbiniz vücudunuzun normalde oturmak için kullandığınız yerinde :) Ben acayip korkuyorum yüksekten, hatta midem filan bulanıyor ama bu korkumun beni limitlemesi beni sinir ediyor, yıllardır üstüne gidiyorum, o da benim üstüme geliyor... Henüz bir kazanan yok. Gelin hem ağlar hem gider derler ya, ben de hem tırsar hem çıkarım yükseklere... Bakalım minik kahramanımızı bu kez neler bekliyor diye diye...
Pulpit Rock ya da Türkçe adıyla Vaaz Kayası, Lysefjord’dan yükselen 604 metrelik dik bir uçurum. Çok dik bir uçurum, hatta dimdik, en dik. Bu uçurumun tepesi 25x25 santimetrelik yekpare bir kaya... Yılda yaklaşık 150 bin kişi tarafından ziyaret ediliyor. Bu sene ben artı 149 bin :) Başlangıç noktasından itibaren 3.8 kilometrelik bir trekking… 3.8 kilometre olduğuna bakmayın, hep kaya, hep yokuş... Dizleri orada bırakma ihtimali var... Bu sebeple dizlik, baton ve sağlam bir trekking ayakkabısı öneririm.
Araştırırsanız, burası için Norveç web siteleri orta zorlukta bir trekking diyecektir. Olayı hemen somutlaştırıyorum ve 1 ile 10 arasında bir zorluk skalasında buraya ben 8 veriyorum. 9 ve 10 ları bugüne kadar tamamlayamadım zaten, yarıda bıraktım :) Siz düşünün artık zorluğunu... Dağlar kızı Reyhan diyor bunu...
Ayrıca birçok web sitesinde 1-3 saat arası sürüyor diyecektir. 1 nedir ya, hangi çılgın o öyle 1 saatte çıkabilen :) 1’e zaten inanmayın. Norveç’te çocuklar beşik yerine doğada büyüdüğü için onlara her şey kolay geliyor. En az 2,5 saat... He tabi bir de her gidişin bir dönüşü var, ki dönüş daha da uzun sürüyor, siz toplam 6 saat verin işin sadece yürüyüş kısmına. Üstüne bir de on yüz bin milyon fotoğraf karesi için durduğunuz anları ve Pulpit Rock’da geçireceğiniz süreyi de ekleyin. Ben derim ki siz 7-8 saat ayırın temiz temiz.
Esas zorluğu uzun sürmesi dik olması filan sanmayın bakın, bir kayalar var, kimisi araba büyüklüğünde kimisi basketbol topu. Aralarından yol açıp ilerlemesi zor. Bazı kayaları geçebilmek için emeklediğimi hatırlıyorum.
İnsanların kışın tercih etmesinin sebeplerinden bir tanesi kalabalığa denk gelmemek. Yazları gündüz saatleri içinde hep çok kalabalık oluyormuş, hatta yazın parmak arası terliklerle çıkmaya çabalayanlar da oluyormuş :) Ama kalabalığa denk gelmek istemiyorsanız size daha çapkın bir fikir verebilirim :) Olaya gece saat 12 de başlayın, bal kabağına dönmeden önce... Hem öyle yaparsanız bir masal yaşayacaksınız, söz.
Bu kayalığın oluşumu buzul çağında gerçekleşmiş, düşünsenize o zamanlar buzullar bu uçurumun tepesine kadar uzanıyormuş. Sonra buzullar çökmeye ve kayalardan kesitler halinde kopmaya başlamışlar, geriye böyle efsane bir kaya bırakmışlar.
Efsane demişken, benim gibi Viking hayranları burayı Vikingler dizisinin 2. sezon final sahnesinden hatırlayacaklardır. İzlemediyseniz, burada bir ara verin, sadece o sahneyi bir izleyin derim, sonraki fotoğraflarda beni değil Ragnar’ı görmeye başlayabilirsiniz... Fakaaat benim hiç aklım almadı, ben sırtımda 45 litre çantayla zor çıktım oralara, koca bir film ekibi, ağır kameralar filan... Nasıl taşındı arkadaş oraya.
Tek mesele o kaya değil, oraya varmak değil, oraya varma yolculuğu, o yolculuğun nefes nefese bırakan huzuru... Kalbiniz fazla oksijen tüketmekten mi yoksa gördükleri, duydukları karşısında fazla heyecanlandığından mı hızlı atıyor anlayamazsınız... Takılmayın. Bir süre sonra duyacağınız kuş sesleri kalbinizin sesini de bastıracak ki...
Biz 5 kişilik bir ekip, iki İngiliz, bir İtalyan, bir Koreli, bir Viking ve ben, gece yarısı trekking'e başladık. Önce bir toplantı yaptık, öyle bangır bangır floresan ışıkları altında değil, saatlerce süren ve ne konuşulduğu belli olmayan cinsten de değil. Dört duvar kapalı bir kutuda hiç değil, elimizde teknolojiyle değil, bağlantı var mı endişesiyle değil. Doğanın lacivertinde, bağlantının en dibinde, içime çekmeye doyamadığım toprak kokulu mis gibi bir oksijende, kafa lambalarımızın sadece yolumuzu aydınlatan liderliğinde, elimizde vücudumuza en büyük desteklerimizle... Bizden başka tek bir kişiye bile rastlamadık, kendi ayak seslerimiz, rüzgârın sesi, baykuşlar, değişik kuş sesleri… Şu an yazarken bile gözlerim doluyor. Kendimi çok hayatta hissettimdi.
Daha önce hiç görmediğim renkte bir doğa ile karşılaştım, her yaşın ayrı bir güzelliği var diyorlar ya hani doğada her saatin ayrı bir rengi, ayrı bir kokusu, mucizevi bir güzelliği varmış meğer. Rengârenk saatler, gecenin gökkuşağı... Bir deneyeyim bakayım anlatabilecek miyim size o rengi, kokuyu... Verebilecek miyim o duyguyu...
Islak ve morumsu bir mavi hakimdi… Yoksa lacivert mi demeliyim içine bir fırça darbesiyle hafif bir morluk atılan... Bir tonu da lavantaya çalan... Ama yok, lavanta kadar açık değil... Ama bordo kadar da koyu değil... Evet, bir de o koku, ıslak toprak kokusu, çek bence içine dolu dolu, buldun mu bırakma, yeşilliklerin ve çiçeklerin üstündeki çiğ damlalarının kokusu, rüzgâr hafif, üşütmüyor ama kokuyu taşıyor, saçlarında bir iki gün kokusu kalıyor... Yıkanmaya kıyamazsın. Sonra bir de kuşların sesleri... Ne iyi ettiniz de geldiniz deyişleri... Ne dersiniz oldu mu? Olmadı derseniz bir daha gideceğim belki :)
Yavaş yavaş yükselmeye başladık hedefe doğru, hedef değilse de tek konu... Sislerin arkasında biraz bekleyince ortaya çıkan, masaldan fırlama bir doğa, bir bebeğe ‘ce eee’ yapar tadında...
On yüz bin milyon baloncuk yuttum derdi sarı saçlı kıvırcık dünya tatlısı kız reklamlarda. Evet, benim çocukluğumda... O zaman on yüz bin milyon ne kadar çok ki acaba diye düşünürdüm, Pulpit Rock’a çıkarken aklıma geldi yine... On yüz bin milyon fotoğraf çektik diye, hep tek seyahat etmekten selfie’nin ötesine geçemiyordum, nihayet be selvi boylum al pantolonlum... Kendime minik kahraman dediğime bakmayın, evet kahramanım ama minik değil :) Bu yazıdaki bazı fotoğrafları adını hatırlayamadığım Viking arkadaş çekti, elleri dert görmesin :)
Dayan Arzu, etrafıma her baktığımda nefesim kesildiğinde sanıyordum ki Pulpit Rock’a varınca rahat bir nefes alırım, yayarım, yayılırım. Yok! O an nefesimi tuttuğumu hatırlıyorum, bir süre... Normalde aşağıya bakınca fiyordu görmemiz gerekiyordu, ama doğa bize o sabah bir sürpriz yapmıştı işte, yok dedi, göstermem dedi, fiyordu da görmek istiyorsan bir daha geleceksin dedi, peki dedim. Seve seve...
Şimdi diyeceksiniz ki ne kadar az fotoğrafta görünüyorsun Arzu... Doğanın güzelliği karşısında çok çirkin hissettiğimdendir belki...
Stavanger’in tek mucizesi Pulpit Rock değil, bir de Kjerag’ı var. 1110 metre yüksekliğinde ve yine Lysefjord’un göklerinde... Nasıl diye sormayın ama iki uçurumun arasına bir tane beş metreküplük kaya (kim nasıl ölçtü şaşırıyorum) sıkışmış öylece duruyor, millet de korkmadan üstüne çıkıp poz veriyor. Oraya kadar çıkabilseydim bile ben o pozu veremezdim, yükseğe çıkarken arkama bakamıyorum, orada nasıl durayım. Bir araştırın da bakın fotoğrafına. Ben ne yazık ki varamadım hedefe...Bir karar vermek zorunda kaldım. Belki bir dahaki sefere... Şöyle...
Bu da tehlikeli bir hike olduğu için bir grupla gitmeyi tercih ettim ve sabah saat 6’da teker döndü Stavanger merkezden. Aslında hike demek hafife almak olur, resmen tırmanış, hem de en başından itibaren. Stavanger’den 2,5 saatlik bir yol var hike’ın başlangıç noktasına, uyuyayım diyemedim yine, ne manzaralar ne manzaralar...
Kjerag’a vardığımızda ilk iş hemen tek tek turistik fotoğraf çektirmek oldu. Bu cool halime bakmayın, havamın sönmesi pek yakın.
Başlangıç noktamız ‘Eagle’s Nest’ denilen bir yer. Hem bölgenin adı, hem de restoranın. Kartal Yuvası... Sanırım, deniz seviyesinden 640 metre yüksekte olmasından dolayı bu ismi vermişler. Manzarası, çok güzel bir kadın gibi dönüp iki kez kendine baktırıyor, hatta oradan uzaklaşırken bir daha, bir daha baktırıyor.
Eagle’s Nest’ten itibaren toplam 11 kilometrelik bir yolculuk. Gülücükler ata ata başladığım yolda 5 dakika sonra ilk şokumu yaşıyorum.
Cep telefonum hala çekiyor, İstanbul’da bir arkadaşıma fotoğraf yolluyorum, sence buraya çıkabilir miyim diye... Sanırım biri bana boş ver çıkma desin istiyorum. Aslında ben çıkarım çıkmasına da, dizim çıkamayabilir... Sağ diz hafif sakat benim, arada iyileşiyor, arada saçmalıyor. İstanbul’dan da bana gaz geliyor, çıkarsın diyor, devam ediyorum tutuna tutuna çıkmaya.
Bir ara dönüp arkama baktığımı hatırlıyorum ve bakmaz olaydım dediğimi, hatta sevmez olaydım bu dağ bayır olaylarını dediğimi... Zaten dizim aşağı inelim Arzu derken ben onu ters istikamete götürüyorum, bir de bir boşalma geldi mi dizime, sanırım korkudan... Nefes al, nefes ver, sufi nefesi al, diyafram nefesi ver. Grupla aram da açıldı, siz gidin ben yetişirim demiş bulundum. Kuyruk dik.
Tek başıma seyahat etmeyi deli seviyorum ama o an yanımda keşke güvenebileceğim biri olsaydı dedim. O zaman ondan güç alıp devam edebilirdim belki de. Artık arkama dönüp bakmaya korktuğum bir noktada dizliklerimi giymeye karar verdim, normalde sadece inişlerde giyiyorum çünkü diz kapaklarım inerken daha çok zorlanıyor dizler fren görevi gördüğünden. Devam edeceğim, ama dizlikle... Anlaşıldı, tamam. Bu yükseklikten sonra fotoğraf beklemeyin, elzem olmayan tek fazladan hareket yapmıyorum, fotoğraf çekmek bir yana dursun...
Aşağı yuvarlanmayacağıma emin olduğum eğimde bir yerde oturdum, dizlikleri çantamdan çıkardım, sağa sola fazla bakmadan giymeye debeleniyorum. Viking olduğunu tahmin ettiğim bir çocuk geldi yanıma, iyi misin filan dedi, demek istiyorum ki ne olur kardeş gitme, beni de bekle, birlikte çıkalım, hem ödüm patlıyor yüksekten hem dizim de sorun var. Ama ben ne dedim? Çok iyiyim, tedbir alıyorum sadece. Bir Viking’in önünde karizmayı gömmeyeyim dimi...
Ben karizmayı gömmeyeyim derken arkadaş beni bir cümlesiyle gömdü... Diri diri hem de... Bu rotayı o dizliklerle tamamlayabileceğine inanıyor musun gerçekten dedi ve başka bir şey demeden gitti. Valla canım sen bu cümleyi söylemeden önce inanıyordum. Arkasına dönüp bakar diye bekledim ama yok dönmedi. Yarım saat filan oturdum orada, yediremedim kendime vazgeçmeyi, elli tane ses aynı anda konuştu içimde, biri kalk devam et minik kahramansın sen dedi, diğer 49’u beni vazgeçirdi. Ağlaya ağlaya indim, başaramadım duygusu beni yedi bitirdi, ben de sonra Eagle’s Nest’te ne varsa onu yedim bitirdim.
Yediklerimi sindirip yürüyebilecek duruma gelince, bir Google araştırması ile etraftaki trekking rotalarını buldum, dizimin de seveceği türde olanları... Vurdum kendimi dağlara, şelalelere... Hatta hayatımda ilk defa kaya dengeleme (rock balancing) yaptım, daha önce yapılmış bir taneyi bozup ;) Öyle bir dalmışım ki kayalara nasıl bir uçurumun kenarında oynadığımı fark etmemişim bile. Veee minik kahraman gururla sunar ;)
Benim can arkadaşım Şafak der ki ‘kendi içine doğru seyahate çıkmayı tatilden sayanlara selam olsun’ Bu kez bu selam bana... Çünkü limitlerimi gördüm, korkularımı tattım, doğanın karşısındaki zayıflığıma ağladım, yenilgime şapka çıkardım, sonra da bütün bu çirkin duyguları hissetmemek için restoranı yedim ;) İşte size içsel yolculuk dedikleri...