Esin perilerinin en sevdiği Alman şehri
Weimar insanı sarıp sarmalayan, ağırladığı büyük sanatçılarla övünen bir kent, Alman klasik ekolünün yüz akı. Goethe uzun ömrünün tam 50 yılını geçirmek için gelmiş buraya, yolu Alman dilinin diğer büyük şairi Schiller’le kesişmiş. 15’inci yüzyılın büyük dehası Cranch ile 19’uncu yüzyılın büyük delisi Nietzsche ise ölmek için gelmiş.
Bugün konservatuvara dönüştürülen sarayda 30 yılını geçiren Franz Liszt, en güzel eserlerini burada bestelemiş.
Weimar güzel bir kent. Benzeri Alman kentleri gibi onun da, ördeklerle kuğuların sefa sürdüğü tertemiz bir dere akıyor içinden (Ilm). Parklarını kayın ağaçları gölgeliyor. Meşe, gürgen, kışın yapraklarını dökmeyen akçamlar var. Ve ulu ıhlamurlar. Burada ağaçlar da mimari dokuya dahil, kentin doğal parçası gibi. Üç kemerli taş köprüden geçip büyükçe bir evi andıran şatoya yürüdüm, oradan da Saksonya Dükleri’nin sarayına. Goethe’nin yakın dostu, şairi Weimar’a davet edip himayesine alan, sofrasında onu sağ yanında oturtan Karl August, parke taşlı alanın ortasındaki heykelinde at binip kılıç kuşanmış, ön cephesi sütunlarla süslü sarayına arkasını dönmüştü. Hüzünlü bir piyano sesi geliyordu taş yapıdan.
Weimar’da kaldığı 30 yıl boyunca Franz Liszt burada çalışmış, en güzel yapıtlarını artık konservatuvar olarak kullanılan bu sarayda bestelemişti. Karl August, defne dalından çelengiyle sanatsever bir hükümdardan çok Roma imparatorlarını andırıyordu. Oysa ulusal birliğini henüz gerçekleştirmemiş büyük bir ülkede küçük bir devleti yönetmişti, Prusya imparatorluğunu değil.
Ama genç yaşta dul kalan annesi, İkinci Frederic’in kuzeni Anna Amalia’yla birlikte Weimar’ın “makûs talihi”ni değiştirmiş, bu kenti Alman klâsisizminin merkezi yapmıştı. Anna Amalia’nın adını taşıyan kitaplık da, birbirinden değerli kitapları, elyazmaları, eski haritalarıyla sarayın yanı başındaydı. Dar sokaklar boyunca sıralanan çivit mavisi, sarı, pembe, vişne çürüğü evler, adına ilk kez 10’uncu yüzyıl belgelerinde rastlanan güngörmüş bir kentte olduğumu anımsatıyordu. Gotik üslûbuyla ilk bakışta dikkat çeken belediye binası da.
Rönesans tarzındaki eski yapı bir yangında kül olunca yerine yenisini dikmişler, Cranch’ın evinin tam karşısına. Ünlü ressamın aile arması “kanatlı yılan”, pırıl pırıl derisiyle uçmaya hazır, hâlâ duvara çakılı duruyor. Cranach’ın atölyesi ziyarete kapalı ama başyapıtlarından birini ilâhiyatçı ve düşünür Herder’in bir zamanlar vaaz verdiği Aziz Pierre-Paul Kilisesi’nde görmek mümkün. Bir başka tablosu da Goethe’nin evinin kabul salonunda asılı. Weimar insanı sarıp sarmalayan, ağırladığı büyük sanatçılarla övünen bir kent, Alman klâsik ekolünün yüz akı. Goethe uzun ömrünün tam 50 yılını geçirmek için gelmiş buraya, 15’inci yüzyılın büyük dehası Cranch ile 19’uncu yüzyılın büyük delisi Nietzsche ise ölmek için. Weimar aynı zamanda yakın Alman tarihininin karanlık bir döneminin de tanığı olmuş. Buchenwald toplama kampı sekiz kilometre ötede, 20’nci yüzyılın en büyük insanlık suçlarından birini işleyen Nazilerle kurbanlarının izini taşıyor hâlâ. Bir toplama kampını görmek, soykırım belleğiyle yüzleşmek istiyorsanız Goethe alanından 6 numaralı otobüse binip Ettersberg Tepesi’ne dek uzanabilirsiniz.
SCHILLER VE CITY KEBAB
Weimar’ın sokaklarında dolaşır, küçük alanlara bakan ve çok şükür sigara da içilebilen kahvelerde küp gibi biraları peş peşe yuvarlarken Goethe kadar Schiller’i de andım. Biraz çakır keyif olduğumda onların dostluklarını, karşılıklı özverilerini, karakterleri birbirine zıt da olsa sürekli bilgi alışverişlerini, ortak estetik anlayışlarını ve dayanışmalarını, yazışmalarını düşündüm. Edebiyat tarihinde az rastlanır bu tür beraberliklerin nasıl olumlu sonuçlar doğurabileceğini hayal ettim. Ama karşısına geçip uzun süre seyrettiğim, çağdaş bir anlam yüklemeye çalıştığım ulusal tiyatronun önündeki heykelleri oldu.
Weimar’ın orta yerine, birlikte poz veren Almanya’nın en büyük iki şairi Goethe ve Schiller’in heykelinin çaprazına bizimkiler döneri yerleştirip üzerine de City Kebab levhasını asmış. Bu ülkede dönerin Alman sosinden daha fazla tüketildiğini biliyordum ama, Weimar gibi eski Doğu Almanya sınırları içinde kalan küçük kentlerin tarihsel mirasının bundan böyle kebap kültürümüzle yoğrulacağını tahmin etmiyordum açıkçası. Faust’un prömiyerinin yapıldıgı tiyatronun önündeki kırmızı taş döşeli alanda ustayla çırak aynı boydaydılar. Aslında “usta” ve “çırak” terimlerini aralarında yaş farkı olduğu için kullanıyorum, yoksa eşit bir ilişkiydi onlarınki, biri ötekinden üstün değildi. Bugün her ikisi de, Alman edebiyatının kurucuları arasında yer alıyor, ama, sanıyorum, Schiller’in daha önemli bir yeri var Alman ulusunun kalbinde. Yalnızca okul kitaplarında değil, halkın gönlünde de taht kurmuş bir şair o. Piyeslerinin hâlâ oynanmasının, şiirlerinin Alman ulusunun ortak belleğinde tazeliğini korumasının nedeni de bu olmalı. Şimdi iki üstat da yan yana uyumaktalar Weimar’da. Ama beni mezarları değil yapıtları ilgilendiriyor. Bir de Bauhaus Müzesi’nin tam karşısındaki heykel. Ernst Rietschel’in 1857’de yaptığı eserde Goethe defneden çelengi Iéna’da tanıştığı, sonunda Weimar’a gelmesi için ikna ettiği şaire sunuyor. Schiller sanki aldırmıyor. Bir tomar kâgıt var sol elinde. Özgür ve bağımsız bir yaşam özleminden kaynaklanan şu dizeleri nasıl ve nerede karaladığını hayal edebiliyorum:
“Her türlü bağdan uzak / Hiçbir engel tanımadan / Özgürce uçuyorum işte / Kanatlanmış çalgım söz / Sonsuz ülkem düşünce...”
Schiller bu dizelerde dile gelen özgürlük sevinci, başkaldırı tutkusuyla kendisine biçilen kalıpları yadsımış, ordudaki doktorluk görevinden istifa ederek ömrünü şiir ve tiyatroya adamış, beş parasız yollara düşmüştü. Sonunda Weimar’da, taşkın kişiliğine hiç de benzemeyen Goethe’nin bilgeliğinde, yerleşik ve sakin yaşam tarzında bulmuştu dengeyi. Coşkulu ve duygusal bir karakteri vardı, durmuş oturmuş Goethe’nin tam tersiydi. Biri Dionysos öteki Apollon geleneğini benimsemiş, birbirlerini tamamlayan iki büyük dehaydılar. Ne yazık ki Schiller, Goethe’yle tam 10 yılık işbirliğinden sonra 46 yaşında hayata veda edecekti.
HİTLER BALKONDAN VAHŞET MÜJDESİ VERMİŞTİ
Goethe de öldükten sonra Weimar bu iki şair sayesinde edebiyat tarihine geçti, onların adıyla birlikte anılmaya başladı, ta ki Hitler ünlü “Fil Oteli”nin balkonundan taraftarlarına seslenip Alman komünistlerini kapatmak için Buchenwald Toplama Kampı’nın yapılmasını emredene kadar (1937). Aslında kent, Hitler iktidara gelmeden önce de Nasyonal Sosyalist Parti tarafından yönetilmişti ama daha çok savaş boyunca, yetiştirdiği dehalarla değil toplama kampıyla anılmaya başladı. Thomas Mann, Goethe’nin izini sürmek için geldiği Weimar’da büyük şairin 100’üncü ölüm yıldönümü kutlamaları sırasında gördüklerini şöyle anlatıyor:
“Goethe ve Hitler karışımı tuhaf bir ortam var burada. Weimar, Nasyonal Sosyalizmin merkezi görünümünde. Hitler’in fotoğrafları gazetelerin birinci sayfalarından hiç eksik olmuyor. Kent Nazi selâmı vererek sokaklarda yürüyen gençlerin denetiminde.”
Goethe’yle Avrupa’nın ilk kozmopolit kültürünü yaratan, bağrından Bach ve Beethoven gibi bestecileri, Nietzche gibi aykırıı düşünürleri çıkaran bir ulus nasıl oldu da tarihinde görülmemiş bir barbarlığa göz yumabildi. Hatta Nazileri seçimle iktidara getirebildi? Geçen yüzyılın büyük yıkımlarla soykırımların, kitlesel katliamların tanığı 20’nci yüzyılın derin anlamı sanırım bu soruya verilecek yanıtta gizli. Savaştan sonra Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde kalan Buchenwald’a, Stalin muhaliflerinin kapatıldığını da anımsatayım. Diyeceğim, totalitarizmin iki ayrı uygulamasına da tanık olmuş bir kent Weimar. Bu nedenle, eski deyimle söylemek gerekirse, “temerküz” dünyasının simgesi gibi. Nice suçsuza mezar olan, Jorge Semprun’un “Büyük Yolculuk” adıyla Türkçeye çevirdiğim romanında anlattığı Buchenwald cehennemi, kentin merkezinden az ileride, Goethe ile Eckermann’ın seçkin söyleşilerini yaptıkları Ettesberg Tepesi’nin yamacındaydı. “Goethe’nin Ağacı” olarak bilinen o eski, güngörmüş kayın, insanların yağlarından sabun, saçlarından sicim, derilerinden abajur yapıldığı Nazi toplama kamplarından en korkuncunun orta yerinde, bir zamanlar her sabah önlerinden yüzlerce cesedin süpürüldüğü tahta barakaların karşısında, disipline uymayanların çekildiği darağacının yanında duruyor hâlâ. Eskinin görkemli, güzel günlerinin, sanat ve edebiyat muhabbetleriyle cinayetlerin tek tanığı olarak. Dile gelse neler anlatırdı kim bilir? Weimar kadar yaşlı bir ağaç çünkü; Goethe’yi, Schiller’i görmüş, Bach’ı dinlemiş, Liszt’in ezgileriyle yeşermiş. Ve üst üste yığılan ölüler karışmış toprağına. Onların anısına dikilen heykeli de görmelisiniz Weimar’a yolunuz düşerse. Çünkü ölüler ne bir ses ne bir haber verirler.
Beklerler yalnızca, aradan yıllar, yüzyıllar geçse de, ziyaret edilmeyi beklerler.
TEMATİK TURLAR
Weimar Turizm Ofisi, kenti gezenlere kolaylık sağlamak amacıyla yıl boyunca her gün 9 tematik tur düzenliyor. Tur başlıkları: Edebiyat mekânları, müzik mekânları, Alman Birliği, UNESCO Dünya Mirası, Velde’nin izinde Art Nouveau, Weimar’ın büyük kadınları, erken dönem Bauhaus akımı, politik Weimar, saraylar ve parklar. (www.weimar.de/en/tourismus/guided-tours)
WEIMAR’IN GERÇEK SİMGESİ
Alman tarihinde Weimar’ın kısa bir dönemi (1918-1933) simgelediğini biliyordum ama bu kentin yalnızca Goethe’ye değil çok sayıda yazar, düşünür ve sanatçıya kucak açtığını öğrenmem için Wieland, Herder ve Bach’ınkiler de dahil, alan ve parklarındaki heykellerle tanışmam gerekti. Almanya’nın ilk demokratik cumhuriyeti Birinci Dünya Savaşı ertesinde, Kurucu Meclis tarafından burada ilân edilmiş. Ne var ki bugün, Weimar Cumhuriyeti’ni Grosz, Kirchner, Otto Dix gibi dışavurumcu ressamların tablolarına yansıyan fuhuş ortamıyla anımsıyoruz, bir de Alfred Döblin’in Alexandrplatz’da anlattığı Berlin günleri ve geceleriyle. Ekonomik çöküşün yol açtığı derin kriz ortamında savrulan insanların dünyası da, hiç kuşkusuz, belleğimizdeki Weimar efsanesini tamamlıyor. Yine de, bu kentin yakın Alman tarihinden, hatta Buchenwald toplama kampından çok Goethe’yle özdeşleştiğini belirtmeliyim. Nasıl Prag Kafka’nın, İskenderiye Kavafis’in, St Petersburg Puşkin ve Dostoyevski’nin adlarıyla yazınsal bir boyut kazanıyor, giderek efsaneleşiyorsa, Weimar da klâsik Alman edebiyatının merkezi. Alman Atinası, adıyla anılmış uzun süre. Bach, Liszt ve Strauss gibi bestecilere de kuçak açmasına, Nietzsche’nin son yıllarını burada geçirmiş olmasına rağmen Goethe ve Schiller’in bıraktığı izlerle bütünleşmiş.
Goethe, Karl August’un daveti üzerine bu kente geldiğinde (1775) henüz 26 yaşındaydı. Babasının dayatmasıyla Leipzig ve Strasbourg üniversitelerinde hukuk okumuş, ardında burjuva bir aile ve gözü yaşlı bir nişanlı bırakmıştı. Mutsuz âşıkları intihara sürükleyen Genç Werther’in Acıları adlı kitabın yazarıydı. Frankfurt gibi “bağımsz kent” konumundaki önemli bir merkezden taşraya, çamurlu sokakları, ahşap yapıları, çobanları ve soylularıyla küçük bir kasaba görünümündeki Weimar’a ayak bastığında neredeyse tüm yaşamını burada, Rusya sınırına yakın bu ücra köşede geçireceğinden habersizdi. Dük’le kurduğu yakın dostluk sayesinde sarayda önemli görevler üstlenecek, yalnızca sanatsal etkinlikleri ve tiyatroyu değil belli başlı inşaat çalışmalarını da yönetecek, Faust ve Wilhelm Meister gibi başyapıtlarını burada yazacaktı. Önceleri kaba davranışlarıyla hayal kırıklığına uğrattığı ama sonradan binden fazla mektup yazdığı Charlotte von Stein’a burada âşık olacak, çoluk çocuğa karışıp kentin kültür yaşamına damgasını vurduktan sonra çocuklarının annesi Christiane Vulpius’la burada evlenip, burada ölecekti. İki yıl süren İtalya yolculuğuyla Karl August’a refakat etmek amacıyla çıktığı Fransa seferini (1792), İsviçre ve Karlsbad’da geçirdigi zamanları saymazsak Weimar’da, dünyanın “hay-ı huy”undan uzak bir ömür sürecek, en az edebiyat kadar ilgi duyduğu botanik ve yerbilim araştırmalarını burada tamamlayacaktı. Fransız Devrimi’nden sonra Avrupa’yı saran savaşlara kayıtsız kalmasa da siyasetin hem içinde hem dışındaydı. Örneğin Napolyon’un gözünde Genç Werther’in yazarıydı hâlâ, Karl August’un başdanışmanı değil. Fransız orduları Iéna’ya girdiğinde az biraz huzuru bozulacaktı ama. Neyse ki Hegel’in evini yağmalayan, kenti ateşe veren askerler Weimar’da Goethe’nin mutlu yuvasına dokunmayacaktı. Napolyon’un huzuruna çıktığında imparatorun Werther’den hayranlıkla söz etmesi, Karl August’u Prusya birliğinden ayrılması koşuluyla tahtta bırakması yazarın gururunu okşayacak, özgüvenini pekiştirecekti. Goethe’nin sakin yaşamını altüst etmeden son bulan savaş günlerinden çok önce, Schiller’le arkadaşlığı ve kendinden 10 yaş küçük şairin erken ölümüne dek sürecek işbirlikleri de burada, Düşes Anna Amalia’nın himayesinde başlayacaktı.
BU EVDE HAFIZ’I, KURAN’I OKUMUŞ DOĞU-BATI DİVANINI YAZMIŞTI
Goethe’nin evi Frauenplan’ın parke taşlarına bakan üç katlı, sarı badanalı, büyük bir yapı. Dük’ün bağışı olan bu evde sevdiği kadınla (Christiane) baş başa, kitaplarıyla maden koleksiyonunun, tablolarla bibloların arasında mutlu bir yaşam sürmüş üstat. Acılar da yasamış. Örneğin Schiller’in erken ölümü büyük bir boşluğa yol açmış. Kadim dostu Zelter’e şunları yazmış:
“Sanki kendimi yitirmişim gibi hissediyorum, bir dostu yitirdiğimi bilsem de, benliğimin yarısı öldü artık.” Sayesinde rahat bir ömür sürdüğü gençlik arkadaşı ve sırdaşı Weimar-Saksonya Dükü Karl August’un ölümü, ardından eşini ve oğlunu yitirmesi, 80’ine merdiven dayadığında 16’sındaki Ulrike von Levetzow’a âşık olup bununla da yetinmeyerek evlenmeye kalkışması, reddedilmesi elbette derinden yaralamıştı yazarı, ama son nefesini verinceye dek çalışmasına engel olmamıştı. Bu evde, yolculuklarından toplayıp getirdiği taşlar, bitkiler, eski Yunan tapınaklarındakileri aratmayan mermer yontular ve her biri yeni denizlere yelken açmasını sağlayan kitaplar arasında yazıp çiziyor, sofrasından şarap ve şampanyayı hiç eksik etmiyordu. Öndeki kabul salonlarında toplantılar düzenleniyor, konserler ve bilimsel konferanslar veriliyor, arkada, günlük güneşlik çalışma odasında üstad kitaplarıyla başbaşa kalıyor, yorgun ama mutlu, yaşlılığın keyfini çıkarıyordu. Hayatta bir şeyler yapmış olmanın huzuruyla yatak odasına geçiyordu sonra.
Tek kişilik yatağa uzanmadan yeşil koltukta derin düşüncelere dalıyor, Frankfurt’taki baba evinde geçirdiği çocukluk günlerini, Leipzig ve Strasbourg üniversitelerindeki delişmen çağını, Weimar’a ilk gelişinde Karl August’le yaptığı at gezintilerini, çırılçıplak girdikleri gölleri, birlikte uzandıkları gölgeleri, genç köylü kadınların beyaz tenlerini anımsıyordu. Kimbilir belki İtalya yolculuğu da geliyordu aklına. Yeni bir dünya ve Akdeniz güneşini keşfetmişti yol boyunca, güneye, Sicilya’ya dek inmiş, ama en çok Roma’yı sevmişti. Roma kültürü ölçü ve uyumun bir senteziydi çünkü, estetik anlayışının temelini oluşturuyordu. Dışarıya açılmak, başka kültürleri, yeni değerleri keşfetmek, tıpkı toprağın derinliklerinde gizli kalmış madenleri keşfeder gibi. Kendi dilini, kendi kültürünü geliştirmek amacıyla tüm dünya edebiyatına yelken açmak. Goethe bu açılım sayesinde Kuran’ı okur, Hafız’ın şiirinin etkisiyle “Doğu-Batı Divanı”nı yazarken, çağdaşı yazar ve düşünürlerin çoğu kendi dünyalarının içine hapsolmuş, burunlarından ötesini merak bile etmiyordu. Yalnızdı, özellikle eşi ve oğlunun ölümünden sonra tek başına kalmıştı şu yaşanası, güzel ve sınırsız dünyada. Neyse ki ziyaretçiler eksik olmuyor, geçici bir süre için de olsa şaire kimsesizliğini unutturuyordu. Sıradan kişiler değildiler. Yalnızca hanedan üyeleri ve soylulardan ibaret de değildiler. Goethe’nin evinin eşiğinden içeriye dönemin önemli yazar ve düşünürleri, sanatçıları da adım atmıştı. Wieland, Herder, Schiller, Fichte, Hegel, Humbold Kardeşler ve genç Heinrich Heine. Altı bin ciltlik kitaplığında, bilimsel yapıtların yanı sıra eski Yunan ustaların kitapları dikkat çekiyordu. Aralarında oğul Cranach’n 2’nci Frederic’in çocukluğunu tasvir eden bir portresinin de bulunduğu çok sayıda tablo 16 ve 17’nci yüzyıl İtalyan sanatçılarının hünerini sergiliyordu. Goethe’nin titiz bir koleksiyoncu olduğunu fark ettim evini gezerken. Büyükçe bir müzeyi dolduracak kadar sanat ve bilim koleksiyonu toplamış üstat. Her halde bu nedenle, 50 yıl yaşadığı evinde, tek kişilik yatağında hayata veda ederken hizmetçilere pencereyi açmalarını söyleyip “Işık, daha çok ışık!” diye haykırmıştı.