Erzurum’un arka sokaklarında zaman burcunda bir yolcu
Erzurum’da kadim tarihin merkezidir Nazik Çarşı. Geçmişin efsunlu halini anlatır. Şimdilerde umursamazlığın elinde kaderine terk edilmiş. Tıpkı Gümrük, Hacılar, Kamburoğlu hanları gibi. Bu şehri tüm boyutlarıyla tanımak için arka sokaklarında yürüyüşe çıkmak gerekir.
“Hayır, seni terk etmedim ben.” Dilinde bir ezgi şimdi şairin sözleri.
“Ben değil miyim çölün sularıyla / Susuzluğunu dindiren?”
Bir soru, bin sorgu gibi gelip seni sarmalıyor Puşkin bu karda kışta. Oysa, biliyorsun, o Erzurum yolculuğunu ilkyaz mevsiminde yapmıştı.
Dinmiş de olsa kar, dağdan esip gelen rüzgâr savurup duruyor kar serpintilerini. Dört bir yan kar fırtınası sanırsınız! Esip savuran, yüzünüzde kılıç yaraları gibi ayaz izleri bırakan zemheriye alışkın bakışların, tenin ve ruhun.
Ruhunu dindiren hiçbir şey yok burada, biliyorsun.
Seni bırakan kent, sevmeyi bırakan kadın gibi karşında şimdi.
Bahar Seli’ni, İlk Aşk’ı okuduğun mevsim. Gogol, Çiçikov’la eşlik ediyordu sana, kentin sokaklarında el ele göz gözeydiniz!
“Ruhuma benziyorsun, düş kelebeğim benim, karasevda sözüne benziyorsun tıpkı sen.” Fısıldarcasına söylüyorsun bunu kulağına. Kar kış demeden kendinizi çarşının kıyısına atmışsınız.
GEÇMİŞİ KEMİREN GÖÇ
Biraz ileride Kongre binası… Unutuyorsunuz bir ân yapacağınız ödevi. Millî Kurtuluş gününe dair sözler edeceksiniz. Duvar gazetesini bezeyeceksiniz bunlarla, ama ilk aşk çağrısı sizi alıp kentin en söngün yerine taşımıştı. Birlikte okumuştunuz Puşkin’in Erzurum Yolculuğu’nu. Onun buralara uğradığına ihtimal vererek gezinmek istemiştiniz hem… Ve bu kent, kim bilir kaç bininci kederini sizin ayrılığınızla bir kez daha yaşayacaktı.
“Ey kimsesiz yollara düşme saati şimdi,” dercesine kopuşa hazırlamıştın kendini. İşte gelip durduğun bu yer, Nazik Çarşı kentin efsunlu halini en çok anlatan mekânlardan biri olarak yaşardı sende. Çarşının tam orta yerindesin; şaşkın, ürkek, ezgin bakışların. Çünkü, bırakılmışlık hali keder ötesi bir duygu yaşatıyor sende.
Kent, kendi içinde göç yaşıyor. Tükenmeyen bir göç. Bırakıp gidenler; gelip bırakan, umarsamayanlar… Ve bu umursamazlık hali çarşının tüm yapılarını, hanlarını yıkıntıya çevirmiş. Sokağına uğrayıp gezindiğin Komesli Han’ı, önünden geçtiğin Koço’nun Hanı… Yıkılıp yok olan daha nicesi…
Elden geçirilmiş Gümrük Hamamı’na doğru yürüyorsun, hemen berisindeki Gümrük Han’dan izler çıkıyor karşına, 1717’de yapılmış Gümrük Camiî solunda kalıyor. Bir zamanlar kentin Gümrük İdaresi’nin bulunduğu bu bölge cıvıl cıvıldır, ticaret burada dönmektedir. Şimdi ise tek tük kuru gıda satışı yapan dükkân ayakta durmaya çalışıyor.
Yolun dönemecinde yanmış talaş kokusu geliyor burnuna bir yerlerden. Yüreğin can sevincine kapı aralıyor. Aklına düşüyor ilk okuma-yazma mekânın Gazi İlkokulu. Başöğretmeniniz Sait Cordan’ın heybetli sevecen duruşuyla karşılaşacakmışçasına heyecanlanıyorsun. Ama gönlün el vermiyor yürüyüp yıkıntılarını bile göremeyeceğin okuluna doğru gitmeye…
Sabahları Yeğenağa’dan çıkıp Çarşı’nın o cıvıltılı halini seyrederek geçerken, Acem ekmeği fırınına uğrayıp tandırda çatırdayan talaş kıvılcımlarının kokusunu sineye çekerek aldığınız lavaşları tahin helva, pastırmayla dürüm yaparak okulun yolunu tutuyordunuz kardeşinle.
Gözlerin buğulanıyor…
KAMBUROĞLU HAN’DAKİ BÜYÜLEYİCİ TAŞ İŞÇİLİĞİ
Artık ne çarşının o şenlikli hali ne tandır fırınları ne de o insanlar kalmış burada. Daha ilk sorunda yabancı bakışlarla karşılaşıyorsun. Eski yerin bu yeni sahipleri iğretiliklerine toz bile kondurmuyor. Gene de, gidip “Tat ayaklı Tayyibe Hanım”ı kızdırdığınız evi buluyorsun. Tarumar olmuş her yan, tek bir kapı sövesi, pencere pervazı yerlerde sürünen. Bir savaş kalıntısına dönüşmüş her şey, o küçük sokağın rengi solup yitmiş…
Çağrısı olmayan bir gündesin. Erzurum’un unuttuğu bir yerdesin üstelik. Kentin eski, köhne sokaklarından, yıkıntılara uğramış mahallelerinden geçip geliyorsun buraya. Tabyalara yüzü ve sırtı dönük Dağ Mahallesi’ne varmak için Gölbaşı’ndan geçip Kavak Mahallesi’ni dolanmak gerekiyor. Ama gelip unutulan/bırakılan, bir zamanlar kentin simgesi Nazik Çarşı’da tutulu kalıyorsun.
Lavaş ekmeği kokusunun ardına düşerken Kamburoğlu Han çıkıyor karşına. Geniş kapısının alınlığını ve kenarlarını çepeçevre bezeyen taş işçiliği büyülüyor seni. Geniş avlusuna bakan taş yapıdaki iç odaların simetrik görünümü orta alanda biriken kar yığınının aydınlığında o bırakılmış viraneliği gölgelese de; buranın hiç de hak etmediği işlere açılmasına hayıflanıyorsun. Bu da bir başka bırakılmışlığın örneği…
Benzer şeyi Habib Baba Türbesi’nin karşısındaki Hacılar Hanı’nda görmemiş miydin? Depo gibi kullanılan han odaları ve otoparka dönüştürülen geniş avlu…
Oltutaşı Çarşısı’na dönüştürülen Taşhan’ın ruhunu yitirmesine ne demeliydin peki? Artık kehribarın, gümüşün, altının el işçiliği yok olmuş. O el tezgahları, ustalar tarihe karışmış. Kapısını araladığın, hâlâ kendisine “kuyumcu” diyen ama bundan bihaber tezgahtarlar kentin yiten ruhunun/kaybolan kimliğinin de birer simgesi olarak karşına çıkıyordu ne yazık ki!
Üretmeyen, işlemeyen, bir zanaatı var edip gelecek kuşaklara taşıyamayan halk mutsuzdur, uyuşuktur, tembeldir, kadercidir.
Geçip geldiğin bu yerlerdeki manzara Nazik Çarşı’nın neden ölgünlüğe büründüğünü anlatıyordu sana. Kalan o birkaç kuru gıdacının sergenindeki çuvalları, kutuları bir bir gözden geçiriyorsun: nohut, fasulye, dut, buğday, üvez, kişniş, erik kurusu (kak), pestil... Tarımsal üretimin de ne denli yetersiz olduğunu anlatıyor bu görünüm. Kentte 1957’den beri varlığını sürdüren üniversite, onun anlı şanlı Ziraat Fakültesi tarımsal üretimi nasıl yönlendirmiş de hal böyle, insan merak ediyor doğrusu!
YİTİK CENNETİM
Çok değil, çarşının birkaç metre ötesinde geçmişti çocukluğunun bir bölümü. Eşikten çıkınca kentin şenliğiyle karşılaşırdınız burada.
Nazik Çarşı, kentin en eskimiş yüzü; bir o kadar da tarihsel belleği. Terkedilmiş, bırakılmış ve yaralı. Kendini göstermeyen bir kanama var burada. Kentin geriliğinin aynası olmuş her kapanan kepenk, yoksullaşan vitrin…
Puşkin, Erzurum’a buradan girmiş olmalı; derim, yolumu Nazik Çarşı’ya her döndürdüğümde.
Bu kent, kendini adsızlaştıran bir yolcu olduğumdan beri; dışta, ötede, hatta Araf’ta durur bakarım çocukluğumun geçtiği sokaklara, çarşılara, hanlara.
Şimdilerde, o “geçmiş”i “yitik cennetim” diye ansam da; aslında bu kentin ne cenneti ne de cehennemi vardır. Hep kavşakta olmuş, durmuş, beklemiş, güçlünün yanında yer almıştır onca yokluğuna yoksunluğuna rağmen. İpek Yolu’nun uğrak yeri olduğunda da bekleyendi.
Kurtuluş düşünü ateşleyen kent olarak anılmanın ötesinde bir ruh, bir bilinç aydınlığı yok artık kentin çarşı pazarlarında.
Kentin kapılarının yönlerine bakın: İstanbul Kapı, Mardin Kapı, Erzincan Kapı, Tebriz Kapı, Gürcü Kapı, Kars kapı, Kavak Kapı, Gümrük Kapı…Bütün bu iç ve dış kapılar kentin giriş çıkış yönlerini göstermesindense; ticaretin odak merkezi olması nedeniyle kendini korumaya almasının nişanesidir aslında. Bir de unutmayalım ki, askerin bölgedeki tüm levazım ihtiyaçlarının sağlandığı kenttir Erzurum.
Nazik Çarşı ise, kentin kadim tarihinin en canlı merkezi. O dönem kentteki gayrimüslim nüfusun da yoğun olarak yaşadığı yerdir. Çarşı’nın hemen alt yanında Sanasaryan Mektebi, biraz ileride Demirciler Çarşısı’nda Ermeni Kilisesi, konsolosluklar tümüyle bu bölgededir. Çünkü bir ucu Gümrük Kapı öteki ucu Kavak Kapı’ya açılır. Doğu’dan kente bütün giriş çıkışlar buralardan yapılır.
Puşkin, Rus ordusuyla kente Topdağı yönünden girdiğine göre, yolu Gümrük Kapı’ya da düşmüştür!
Onun, o günlerde gözlemevine yansıyan Erzurum’dan izleri Nazik Çarşı’da bulduğumu söylersem bunu abartı saymayın sevgili okurum. Dilerseniz, bir kış günü, yolunuzu Erzurum’a düşürün; kentin kadim dokusunun izlerinin daha yakından tanığı olun, ama Puşkin elinizden olsun yazdıklarıyla. Hatta, kenti keşfe buradan başlayın derim.
Puşkin’in heyecanı
Puşkin, 1828 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Kafkasya üzerinden Anadolu’ya geçen Rus Ordusu’yla Tiflis’ten Kars’a, oradan da Erzurum’a gelir.
29 yaşındadır. Muharebeler sırasında gördüklerini “Askeri Gürcistan Yolu” başlığında yazıp 1830’da Literaturnaya Gazeta’da yayımlar. Vladikafkas onu adeta büyüler, yapıtlarına esin taşır. “Biyelkin’in Hikâyeleri”nin ikliminde gezinirsiniz adeta onunla. Yoldaki trajik karşılaşmalardan biri de, Tahran’da öldürülen şair Griboyedov’un cesedini Tiflis’e götürenlerle rastlaşmasıdır. Dostunu acıyla anar. Arpaçay sınırına vardıklarında başka bir dünyayla karşılaşmıştır: “Ömrümde ilk kez yabancı bir ülkeye giriyorum. Sınır, içimde gizemli duygular uyandırırdı hep. Yolculuk, çocukluğumdan beri beni en çok saran hayaldi. Sonraları uzun süre oradan oraya gezmiş; kâh güneyde, kâh kuzeyde sürtmüş, fakat engin Rusya’nın sınırlarını hiç aşmamıştım. Kutsal ırmağa sevinçle girdim ve atım Türk kıyısına çıkardı beni. Fakat bizimkiler ele geçirmişlerdi bu kıyıyı. Böylece, demek ki Rusya’daydım hâlâ.”