Elias Canetti’nin izinde
İtalya’yı kuzeyden güneye geçerken Calvino yanı başımdaydı. Onun Ligurya toprağından söz edeceğim sonraları. Girit, ah Girit, Kazancakis daha ilk adımda “Senin Girit Toprağın” dedirterek yazdırmamış mıydı anakarasını bana. Girit’e de gideceğiz burada sizinle sevgili okurum. Ama gelin isterseniz önce, Canetti’nin Rusçuk’una gidelim...
Tuna’nın kollarının nerelere ulaştığını ben daha çocukluk yaşımda Panait Istrati’den öğrenmiştim. Her yeniyetme çağındaki çocuğun okuması için önüne kitaplarını koyacağınız biridir, Istrati. Ve yıllar sonra, Rusçuk’a gitme yolumu sırf onun Eflak toprağına adım atabilmek için Bükreş’ten geçirmiştim. Ezberimdedir Baragan’ın o satırları: “Eylül girince, tuna boyu Eflâkı’nın geniş çorak kırları, bir ay için bin yıllık hayatını yaşamaya koyulur... (...) şimdi dikenler, şurada, ayağımın dibinde, iri şimşirler gibi güzel, etli, usareyle dolu, ama hareketsizdir...”
CANETTİ’NİN ÇAĞRISI
Oysa ben, Istrati’ye, yurduna dönüp izine düşeceğime söz verip; yönümü Canetti’nin çocukluk cennetine çeviriyorum. Aracımız Tuna’nın esintilerini getirmeye başlıyor bile. Balkanlar’ın gidebildiğim yerlerinde Osmanlı’nın izlerini gördüğüm için, Bükreş - Rusçuk arasında karşıma çıkan yapılar / mekânlar şaşırtmıyor beni. Gene de, Canetti’nin Kurtarılmış Dil’de anlattığı çocukluk yurdu Rusçuk’u merak ediyorum.
Onun izine düşerken, çocukluk diline taşınan bir kitabımın sunumu, denizlere ve ırmaklara kıyıları olan Avrupa ülkelerinden yazarların buluştuğu ‘Suda Edebiyat’ etkinliğinde Canetti üzerine söyleşimin yapılacağı etkinlikler de var gündemde. Ama, benim için, Canetti’nin çocukluk gözlerini gezindirdiği yerler, mekânlar, sokaklara kavuşmak duygusu daha baskın. Daha ilk adımda tipik bir Balkan kentindense, biraz Habsburg dönemi kentlerini çağrıştıran küçük bir Viyana ile karşılaşıyorum. Dahası, kentin merkezi denilen meydana açılan yollar, yapılar, Kafeler, heykeller, barok mimarinin örneklerini sergileyen binalar da bu çağrışımı yapıyor bende.
Kitaplarımın Bulgarca’daki çevirmeni Kadriye Cesur yol arkadaşım. Çocukluğu buralarda geçmiş. Canetti’ye dair sorularımı daha sonraya saklıyorum. Çünkü, biliyorum ki; Yahudi mahallesindeki doğduğu ev ve çarşıdaki Canetti dedenin ticarethanesi yerli yerinde duruyor. Bunlara dair ilk sorularımı yanıtlamasıydı beni biraz da Canetti’nin izine düşüren.
Gene de, ben, Özkök’ün objektifine yansıyan o müstehzi bakışı gözlerimin önünde canlandırarak Canetti Dede’nin üç katlı ticarethanesine varıyorum. Elden öz geçirilmiş, bir galeri ve kültür merkezine dönüştürülmüş. Binayı gezip asmalı balkonundan Rusçuk havasını soluyup, yolumuzdan sapmadan babaevinin bulunduğu semte varıyoruz yürüyerek. Türk ve Yahudi mahalleleri adeta sırt sırta vermiş. Tek katlı yapıları ayrıştıran yaşama kültürlerinin izleri yansıyor her bir yana. Gelip bahçe kapısında durduğumuz ev dedenin evidir. Kurtarılmış Dil’de şöyle anlatıyordu bu evi:
“Büyük bahçeden evimize, evin dar tarafında bulunan bir kapıdan girilirdi. Ev, arkaya doğru boylu boyunca uzanırdı, tek katlıydı gerçi ama anılarımda çok geniş bir ev olarak yaşıyor. Bahçenin bir ucundan, evin uzun duvarı boyunca yürür, mutfak kapısının açıldığı küçük bir bahçeye girerdiniz.”
DÜŞ KURMAK İYİDİR
Çift kanatlı demir kapıyı aralayıp tek katlı yapının yanındaki sundurmaya varıyorum. Sonradan eklenmiş bir çıkma. Biraz ilerideki bahçeye adım atmak için sabırsızım. Evin yeni sahibi heyecanla açıyor kapıyı. Evi satın almak için değil, Canetti için geldiğimizi anlayınca; sünüyor, gene de buyur ediyor içeriye. Canetti’nin gezindiği, yaşadığı çocukluk mekânının duvarlarına, kapı pervazlarına dokunarak ilerliyorum. Ev, çok geniş olduğu için yarısını yaşamaya kapattığından, evi satıp Londra’ya kızının yanına gidip yerleşeceğinden söz ediyor. Bunun üzerine soruyorum: “Kaç para?” birden heyecanlanıp parlıyor gözleri: “125 bin dolar, hemen vereyim!” diyor. Kadriye ile bakışıyoruz; “Benim üzerime almanız gerekir, yabancılara konut edindirme yasası henüz çıkmadı,” diye uyarıyor beni, bense bir at cambazı gibi pazarlığa tutuşuyorum Hristo ile... Canetti bu halimizi görse gülümser, “Şaşkın Türk!” derdi eminim! Ama düş kurmak iyidir. Bir an Canetti’nin evine kavuşma sevdasına kapılmadım desem yalan olur. Evin taşıyıcı renklerine, dökülmüş sıvalarına, yüzyıllık izlerine döndüm. Önce bahçede göz gezdirdim ve sonra da kuyuya baktım... Canetti bu cenneti tekrar görebilseydi eğer mutlaka bırakılmışlığın sızısının anlatacakları olacaktı ona...
Elias Canetti’nin doğduğu kentteyim. Bükreş’ten buraya karayoluyla gelirken Tuna’ya kavuşan bakışlarım şaşırtmıştı beni. Uçaktan, Tuna’nın geniş Balkan toprağında yayılan açılan kollarını izlemiştim. Üzerinden geçtiğimiz köprü bizi Rusçuk’a ve Tuna’nın genişçe akışına kavuşturmuştu. Otel, nehre yakın bir yerdeydi. Yerleşir yerleşmez ilk işim, ilk Nobelli yazarımız Canetti’nin (1905-1994) doğduğu evin yerini öğrenmek oldu. Birazdan oraya varacağım. Belki Rusçuk’u oradan keşfedeceğim.
BALKAN ESİNTİSİNDE
Gölgede zamanın rengine bakıyorum. Taşın burada aldığı biçim... Eskil bir zamandan geçiriyor bakışlarımı... Uzayıp giden Canetti imgesiyle buluşuyor düşüncelerim bu gölgeli zamanda. Yüzyılın başını düşünüyorum. Onun doğduğu zamandaki Balkanları... 1905 Devrimi, Rusya’da yeni bir zamana geçişi muştuluyor. Balkanlar ise çözülmekte. Bulgaristan bayrak açmıştır Osmanlı’ya. 1908 kalkışması İttihat ve Terakki’yi iktidara taşımıştır. Canetti, üç yaşındadır henüz. 1911’de babasını yitirir. O çözülme onları da göçe iter. Onun burada başlayan öyküsü ve ailece yeryüzüne dağılmaları... Özellikle gezindikleri ülkeler ve Rusçuk’la bağı...
YAZIYA TAŞINAN DÜŞÜNCE
Notlar’ına dönüyorum gene. Buradaki her bir sözü Canetti’yi yazıya taşıyan düşünceleri de anlatmaktadır bir bakıma. Onun hayatla, yazıyla ilişkisine dönük bir bakışı/duruşu yansıtmaktadır.
Onun dille ilişkisi de tıpkı gezginliği/göçmenliği gibidir. Birkaç dil yurdunda gezinir. Her birinden bir şey alsa da; Almanca yazmakta kararlıdır. Dil deneyimlerinden yararlanır. Ladinoca, Almanca, İngilizce... Belki Bulgarca... Bu sonuncusunun aile içinde gezindiği kesin. Ticaretle uğraşan dedesinin konumu gereği Bulgarca hayatlarında olmalı. 1898’de yaptırdığı bina (mimarı: Nigos Bedrosian) ailenin Rusçuk’taki varlığını gösterecek boyutta. O, bu ‘dil deneyleri’ni çekici bulmaz; “Onları sadece tanımakla yetiniyorum” der. Yazarken de bunlardan kaçmadığını imler. ‘Yaşamın özü’ne yönelmesi onu dil oyunlarından uzak tutar.
GEZİNME ALANLARI
Kuşkusuz gezinme durakları vardır Canetti’nin. Gördükleri, yaşadıklarının ötesinde; karşılaştığı düşüncelerle yüzleştiklerinin çıkardığı bir yolculuktur bu onun için. Orada zaman değişmelerini göze alır. Bu noktada da hissetmekle düşünmek arasında gezinir. Edindiği dil/düşün bakışını da bunun üzerine kurar. Dünyayı kavrayış/sorgulayıştır derdi. Ondan edindiğim iz şu ki; ilginizi yönelttiğiniz alanlardaki gezinmelerimizin yolunu/yollarını uzatmalıyız. Bu da size salt birtakım (yeni) bilgileri taşımaz; önünüzde, yazmakta olduğunuz metne derinlik ve yoğunluk kazandırır.
Körleşme ve Kitle ve İktidar’ı birkaç metin/yapıt kılan da budur, bence. Çokluktansa özselliği/yoğunluk ve derinliği önceler Canetti.
SÖZCÜKLERİN DİLİYLE
Canetti’nin beni dil ve düşünce gezgini kıldığını imlemeliyim burada. Kendi yazınsal belleğinin iklimini yansıtan ‘notlar’ına her dönüşte hissettiğim; yeni düşünce zamanlarını bana hatırlatmasıdır. Bu da, benim, yazıdaki anlam arayışımın bir göstergesi. Bir yerin diline varmak için sözcüklerle al-verim, çıktığım yolculuğun rengi/soluğu her zaman öncül ve önemli olmuştur bu açıdan. Çünkü, beni her dem gitmeye hazırlar bu tür edebî akrabalarım. “İnsan, sadece yeni anlamlar yüklediği sözcükleri kullanmalı” demesi de boşuna değildir Canetti’nin. Öyle bir yazardır kendisi, onu yakınınızda tuttuğunuzda bu yanını daha iyi gözlemliyorsunuz.
CANETTİ’Yİ TRENDE OKUMAK
Canetti, sürekli bir ivme demektir; düşüncedir... Ki, orada sorgulama vardır. Her şeyiyle yaşamın özüne dönüktür çünkü. Rusçuk’u gördükten sonra, onun her sabah yedi sekiz dilin konuşulduğu bu Tuna kıyısındaki kentte oluşan imgeleminin izlerini de tanır gibi oldum. Bir de şunu öğrendim gelirken Rusçuk’a; Mithat Paşa’nın, 1864-68 yıllarında Osmanlı’nın Tuna Vilayeti Valiliğini yaptığı dönemde demiryolunu bu kentten geçirdiğini... Onun adına kurulan müzenin kentin keşfedilecek yerlerinden olduğunu da hatırlatmak isterim burada. Bunları öğrenince, Bükreş-İstanbul Bosfor Ekspresi ile dönmeye karar veriyorum bu kez. Canetti’yi bir kez de trende okumak düşüncesindeyim...O, bu demiryolundan Batı’ya gitmişti, ben de Doğu’ya dönüyordum onun kentinden...
Canetti’nin gözünden bakınca Rusçuk’a, her yazarın bir dil/çıkış yurdu vardır düşüncesinin ne denli önem kazandığını hatırlıyorsunuz ister istemez. Yeryüzü dillerine açıldığında bir yazar, kendi dil yurdunu da içine alan çokdilli/çokkimlikli melez bir kentte yaşamanın zenginliğine daha da şaşarak, özenerek bakıyor demeliyim. Rusçuk, benim gözümde böyle bir Tuna kentiydi. Canetti’yi var eden de sanırım Rusçuk’un bu yanıdır sevgili okurum.