Edirne Duygusu Nedir?
Sedat Ergin
Kendinizi bir kente karşı mahcup hissetiniz mi hiç? Ben hissettim. Geçenlerde çıktığımız “Edirne’yi Keşfet” gezisinde kente ayak bastığım andan itibaren iç dünyamı kaplayan işte bu mahcubiyet duygusuydu.
Selimiye’de Hünkar Mahfili’nden geçilen padişahların tefekkür ettikleri itikaf odasının sessizliğini dinlerken, İkinci Bayezid Külliyesi’ndeki Darüşşifa ve Tıp Medresesi müzesinde Osmanlı tıbbını incelerken, Mehmed Şükrü Paşa’nın Bulgar ordusuna karşı Edirne savunmasını kahramanca komuta ettiği Hıdırlık Tabyası’nın dehlizlerinde yürürken bu mahcubiyet duygusu da benimle birlikte dolaştı durdu. Gazeteci olarak Türkiye’nin pek çok kentine gitmiş olmama karşılık, nedense Edirne’ye yolum hiç düşmemişti. Çok geç kalmış bir buluşmaydı.
Mahcubiyetin yanı sıra başka duygular da yaşattı bana bu ziyaretim. Kuşkusuz, memleketinizin ilk kez ayak bastığınız her kentinde merak ile heyecanın iç içe geçtiği bir duyguyu mutlaka yaşarsınız. Ve pek çok kent kendi kimliğini bir duygu olarak size taşır, sonra o duyguyu ruhunuza nakşeder. Bu duygu bazı kentlerde zayıf olabilir, bazılarında güçlü. Ama Edirne’de bu çok güçlü ve çok karışık bir duyguydu. Bu, kentin kendi içinde sakladığı ve ilk kez kapısından içeri giren misafirlerine yaydığı bir sıcaklık duygusu muydu? Balkan göçmeni bir ailenin çocuğu olarak bu coğrafyanın içindeki büyüye yakalanmam mıydı? Bu topraklarla genlerim arasında meydana gelen köklere dönmenin getirdiği gizli bir elektriklenme miydi?Kentin her bir tarafına dağılmış olan o küçük camilerinin estetikle yalınlığı huzur içinde buluşturan sevecenliği miydi? Sahi neydi o duygu? Şehrin her bir tarafına, her bir sokağına, her bir köşesine sinmiş olan geçmişin heybetli mirasının bütün ağırlığıyla sizi kendi içine çekmesindeki o tarif edemediğiniz tarihe teslim olma duygusu muydu?
İşte Fatih de tahta çıktığında o zaman Osmanlı payitahtı olan bu şehirdeki Eski Cami’de kılıç kuşanmamış mıydı? Yoksa bugün de içimizi acıtan Balkan Savaşı yenilgisinin hüznü mü yayılıyordu Tunca nehrinin yanındaki eski saray kalıntılarının arasından yükselen Şehitler Anıtı’ndan. Selimiye ile Eski Cami’nin karşısında duran belediye binası 1900 yılında hizmete girmişti ve bugün de hizmetteydi. Basamakları çıktığınızda ahşap merdivenlerinin gıcırtısının içinden çıkan eskilik duygusu muydu sizi saran? Daha sonra aksak 9/8’lik ritmin temposunu duyduğunuzda içinizi kıpır kıpır eden o dalganın sırrı neydi? Ülkenin Avrupa Birliği ile sınırdaş batıdaki en uç noktası olarak Cumhuriyet’in Batı’ya dönük yön duygusunu mu simgeliyordu bu kent. Bu kentin insanlarının teklifsizlikleriyle, bütün sahicilikleriyle hiç eksilmeyen yaşam sevinçleriyle sizi kuşatması mıydı birden içinizin zenginleştiğini hissetmenizin nedeni? Galiba hepsi bir araya gelmiş ve kentin ruhu olarak bir anafor halinde beni içine almıştı. Ve ben o anaforun içinde bir kentin sesini duymuştum.
Yaşadığım bütün suçluluk duygusunun üstünü örten, beni kucaklayıp saran dostça bir sesti bu.
Edirne’de Blues Ustası Bir Klarnetçinin Portresi
Aniden oldu ve hepimiz “Bu ne böyle” diye şaşırmış vaziyette sahnedeki uzun boylu adama doğru başımızı çevirdik. Cüsseli gövdesinin üzerinden yukarı doğru neredeyse dik açıyla kaldırdığı klarnetini üflerken bizleri hınzırca bir sürprizle şaşırtmış olduğunun farkındaydı. Omuzlarını müziğin temposuyla uyumlu bir şekilde sağa sola hareket ettirirken, bir taraftan da göz ucuyla kendisini dinleyen topluluktaki tepkiyi ölçtüğünü bakışlarından anında yakaladım.
Oysa kısa bir süre öncesine kadar sahnedeki saz heyeti “Leylim Ley”i icra edip, salondakiler de oturdukları yerden şarkıya eşlik ederken her şey intizamlı, öngörülen bir rotada yürüyordu. Derken klarnetçi ani bir manevrayla bir blues temasına geçiş yaptı. Yoğun bir blues’du bu. Orada kalmadı ve caz motifleriyle süslemeye başladı müziğin akışını. Derken klarnetten çıkan melodiyle Pembe Panter’in müziği yürümeye başladı sahnede. Bir süre sonra arkadaki darbuka ve bongodan oluşan iki kişilik vurmalı çalgılar bölümünün soul, funk ve rock çağrışımlı ritmler arasında dolaşmaya başlamasıyla birlikte nasıl bir kategoriye yerleştireceğimi hala çözemediğim bir yerlere doğru gitti müzik. Galiba bir müzik patlaması oldu sahnede. Bu arada değişik müzik türleri arasında bütün muzipliğiyle dolanıp duruyordu klarnetçi. Bunu yaparken çok eğlendiği aşikardı. Ama belli ki en çok yoğunlaştığı, kalbini koyarak doğaçladığı alan blues’du. Adını sordum, Göksel Zurna olduğunu öğrendim. Ancak bazı ortamlarda biraz fiyakalı olsun diye “demlenmek” çağrışımını taşıyan “Demlendirici” soyadını kullandığı da oluyordu. Nüfus cüzdanında Zurna yazması bir Roman geleneğinin uzantısıydı. Pek çoğu yaptığı işi geçmişte soyadı olarak almıştı. Onun aile soyağacında da kuşaktan kuşağa zurnadan klarnete doğru uzanan bir üflemeli çalgılar geleneği sürüyordu. Şöyle ki, babası Yüksel Zurna da Edirne’nin usta klarnetçilerindendi. Dedesi Kadir ve Selanik’ten göç edip nüfus kütüğünde Zurna soyadını alan büyük dede İlyas ise zurnacıydılar. Mezarı Yunanistan’da olan büyük büyük dede Alizot da zurnacıydı ve rivayete göre çaldığı zurna bugün Selanik’te bir müzede sergileniyordu.
Göksel Zurna ile muhakkak konuşmalıydım. Bu blues ve caz numaralarını nereden kaptığını, kimleri dinlediğini, hangi sanatçılardan etkilendiğini kendisine sormalıydım. Sordum da… “Valla Sedat abi, ben blues, caz falan dinlemem, hiç dinlemedim de zaten” dedi 39 yaşındaki hafif göbekli klarnetçi. “Peki o zaman nasıl böyle çalıyorsun” diye üstelediğimde, “Ben bunları babamdan duydum, yoksa bende nota falan da yok, babam böyle çalar” diye yanıtladı. Bu izahatı kabullenmekte doğrusu biraz zorlandım. Ama ısrar etti, “İnanın ki dinlemedim. İçimizden doğaçlama gelen bir şey bu. O anda aklıma ne geliyorsa onu yapıyorum ve o şekilde yürüyorum üzerinde abi…” dedi. “Canım en azından Türk pop falan dinliyorsundur” diye üsteleyecek oldum, “Ben Türk pop falan da dinlemem. Benim branşım Roman müziği çalmaktır abi” diye kestirip attı. “Peki doğaçlama blues çalarken ne hissediyorsun” diye sorduğumda şöyle yanıtladı Göksel Zurna: “Bambaşka bir duygu o. Tamamen o duyguyu yaşıyormuşum gibi geliyor, o duyguyu seviyorum. O duygu anlatılamaz, yaşanır.”
Peki Türkiye’de beğendiği sevdiği klarnetçiler kimdi? “Gelmiş geçmiş en büyük klarnetçi Mustafa Kandıralı’dır. Klarneti onu dinleyerek öğrendik ve onun tarzında gidiyoruz” diye söze girdi.
“Serkan (Çağrı) çocukluk arkadaşımdır, Keşanlıdır” diye devam etti.
Ve ekledi: Ama inanın ki abi klarneti Türkiye’ye sevdiren kimdir diye soracak olursanız, en başta Hüsnü Şenlendirici’dir derim size. Ama üstadımı hiç görmedim.” Edirne İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü bünyesindeki Roman Halk Müziği Topluluğu’nda kadrolu müzisyen olarak çalışan Göksel Zurna’nın ağzından muhakkak bir şeyler almalıydım. “Hayat felsefen nedir” diye sordum, çok yalın bir yanıt verdi: “İlkokul mezunuyum, Allaha şükürler olsun devletimiz, Kültür Bakanlığı bana sahip çıktı, oradan ekmek yiyoruz.” “Doğaçlama yapmak için caz müzisyenlerinden davet alsan ne dersin” diye soracak oldum, “Çağırsalar memnuniyetle giderim abi…” dedi. Meydan okumalara açıktı.
Edirne gezimin en büyük sürprizlerinden biri Roman müziğinin içinden çıkıp blues ve caza da uzanabilen bu büyük ustayla karşılaşmamdı. Bir Edirneli klarnetçinin blues duygusunu pekala bütün yoğunluğuyla hissedip enstrümanına aktarabileceğini gösteren çok özel, hayranlık verici bir durum söz konusuydu.
Müziğin dünyanın en sihirli dili olduğunu bir kez daha anlamıştım.