Dünyanın en güney ucunda, kalbimi çalan mavi buzulun yanı başında
Sonunda anladım ki, ben bir Patagonya sevdalısıyım.“Bunu da nereden çıkarttın” diye soracak olursanız, “sevdalı olmayan insan bulduğu her fırsatta, Güney Amerika’nın en ucundaki bu yalnız topraklara gider mi” diye yanıt verebilirim.
Yıllarca önce Arjantin Patagonyası’nın kuzeyine, Bariloche kentine gitmiş, oradan kiraladığım otomobille uçsuz bucaksız pampalarda, sessizliğin ve yalnızlığın tadını çıkarmıştım. O yolculuk aklımdan hiç çıkmadı. İnişli çıkışlı platolar, hayret verici renkler ve formlar panoraması hâlâ gözümün önünde akıp gidiyor. Oraya gittiğimde sonbaharın son günleriydi, doğa renk cümbüşüne dönmüştü. Ağaçların yaprakları vişne çürüğüne boyanmış, yerlerdeki çalı topları, kekik otları asit sarısına bürünmüştü. Gözün görebildiği her santimetre karede, bir başka bitki ve onun taşıdığı bir başka renk vardı. Sağımda uzanan ve ardında Şili topraklarının bulunduğu And Dağları, zirvelerini karla örtmüştü. Dağların ağaçsız bölümlerinde küf yeşili, çinko mavisi, kök kırmızısı hakimdi.
Sonra Şili Patagonyası’na yolum düşmüştü. Burada uçsuz bucaksız düzlüklerin yerini, zirveleri karlı volkanlar, masmavi sularında dağları yansıtan göller almıştı. Daha güneye, buzul fiyortlarına inmiştim. Orada, kopmuş bir buzul parçasından kırdığım masmavi bir buzla viski içtiğimi hâlâ keyifle hatırlıyorum.
Son olarak da geçen ay, dünyanın en güney ucunda yer alan El Calafate’ye gittim. Bu küçük Arjantin kasabasının biraz güneyinde, yaşanabilir kara parçası bitiyor ve buz diyarı Antarktika başlıyordu.
KAŞİF MACELLAN’IN BÜYÜK AYAKLILARI
El Calafate’ye döneceğim. Ama önce şu dünyanın sonundaki toprakları, “Yalnız Patagonya’yı” anlatmak isterim. Gözlerden uzakta olan bu toprakların iki ünlü gezgini ağırladığını söylemem gerekir. Bunlardan biri ünlü İspanyol kaşif Ferdinand Macellan’dı. Bu toprakların adını da onun koyduğu söylenir. Hikaye şöyle: Macellan kendi adını taşıyan boğazdan geçerken, kıyıda yerlileri görür. Deri ayakabılar yüzünden yerlilerin ayakları çok büyük görünmektedir. Bunun üzerine Macellan, büyük ayaklılar anlamına gelen Patagoni adını buraya yakıştırır.
Bu topraklara gelen ikinci ünlü gezgin ise İngiliz bilim adamı Charles Darwin’dir. Ünlü Evrim Teorisi’nin temelleri bu gezi sırasında atılmıştır. Daha sonra Darwin’in gemisinin adı Beagle dünyanın en güneyindeki kanala verilmiştir. Jules Verne’nin sözünü ettiği dünyanın sonundaki deniz feneri bu kanaldadır. Darwin’in adı da bir sıradağına verilerek, ünlü bilim adamı ölümsüzleştirilmiştir. Patagonya’nın en yüce dağına ise geminin kaptanı Fitz Roy’un adı verilir. Bu dağ öylesine güzeldir ki, hep düşlerimi süsler.
Patagonya’da her şey sessizdir ama bu sessizliğin altında anlatacak çok hikaye vardır. Mesela sığır çobanları Gauchoların yaşamı başlı başına bir romandır. Atlarının sırtında, uçsuz bucaksız otlaklarda, sığır sürülerinin arkasında koşturup dururlar. Onlar pampaların kovboylarıdır. Eti en lezzetli onlar pişirirler. Arjantin kültürünün en renkli parçalarından birini oluştururlar.
Patagonya’yı anlatırken, insanın kemiklerini donduran deli rüzgardan söz etmemek olmaz. O rüzgarın adı Pampero’dur ve Antarktika’nın buz gibi soğuğunu bu düzlüklere taşır. O eserken üstünüze ne giyerseniz giyin fayda etmez.
GÖRKEMLİ DAĞLAR SİHİRBAZ AKBABALAR
Arjantin Patagonyası’nın en güneyindeki El Calafate kasabasına geldiğimde, hava pırıl pırıl güneşli ama hafif rüzgarlıydı. Allahtan esen, soğuk Pampero değildi. Kasaba, geniş bir araziye dağılmış tek katlı evlerden oluşuyordu. Arkasında Şili’ye doğru uzanan yüksek tepeler, önünde ise Arjantin Gölü vardı. Bu göl ülkenin en büyük tatlı su rezerviymiş. Gölün renklerinin, ayrıca Arjantin bayrağına ilham olduğu da söyleniyordu. Suyun mavisi ve onun üstünde akıp giden bulutların beyazından oluşan bayrak Arjantin semalarında dalgalanıp duruyordu.
El Calafate, adını çevredeki düzlüklerde yetişen, sarı çiçekli, mavi renkli böğürtlen benzeri meyveler veren bir çalıdan alıyordu. Kasabalılar bu böğürtlenden türlü çeşitli yiyecekler yapıp, turistlere satıyor, dikenli çalıyı paraya çeviriyorlardı.
Kasabanın en büyük gelir kaynağı turistlerdi. Her yıl binlerce meraklı buzulları görmek için buraya geliyor, akşamları ızgara et yapan lokantaları dolduruyor, Malbec Bölgesi’nin şaraplarıyla sarhoş olup, dünyanın bittiği yerde yaşamın keyfini çıkarmaya çalışıyordu.
Benim amacım, önce Patagonya’nın ıssızlık ve sessizliğinin tadını çıkartmaktı. İşe, gölün kıyısındaki bir kahvede, And Dağları’nın en güney ucundaki karlı zirveleri seyretmekle başladım. Masallardaki dağlara benziyorlardı. Bazen zirvelerini bulutlarla örtüyor, bazen sislerin arkasında kayboluyor, bazen de tüm güzelliklerini cömertçe sergiliyorlardı. Bu dağları seyretmeye doyamıyordum. Bir günümü gölü ve dağları seyretmekle geçirdim, çok mutlu oldum.
Ertesi gün kasabanın yaslandığı tepenin zirvesine çıktım. Tabii ki tırmanmadım. Zirveye giden teleferik beni oraya taşıdı. Dağlar, göl, kasaba, düzlükler... Hepsini birden izledim. Tepede rüzgarın insan gibi fısıldadığını duydum ama ne demek istediğini anlayamadım. Tepemde süzülen akbabaları ilk kez bu kadar yakından gördüm. Hiç kanat çırpmıyor, süzülerek yükseliyorlardı. Akşama kadar patikalarda gezindim, garip kaya oluşumlarını seyrettim, kaçışan tavşanların arkasından baka kaldım, güneş batarken tekrar uçurumun kıyısına gelip, bir kayaya sırtımı dayadım.
Bulutların, zirvedeki karların şeker pembesine dönüşmesini, gölün bir kenarına toplanmış flamingoları, aynaya dönüşen suyu seyretmenin keyfini çıkardım. O an, sonsuza kadar bu ıssız tepeyi akbabalarla paylaşabileceğimi düşündüm.
Akşam dingin vücuduma bir asado ziyafeti çektim. Asado, değişik bir et kızartma yöntemiydi. Ortadan ikiye ayrılan kuzu kazıklara geçirilip, ortada yanan ateşe doğru meyilli bir şekilde konuyor. Ateşin üstüne damlayan yağlardan etrafa yayılan kokunun, ne kadar iştah açıcı olduğunu tahmin edebiliyorsunuzdur sanırım. Hele bu etin yanında bir de Malbec şarabı varsa, bu ziyafetin tadına doyum olmaz.
Perito Moreno can çekişiyor
EL Calafate’deki ikinci günümde 60 kilometre uzaklıktaki Buzullar Parkı’na gittim. Dağlara doğru giden yollar, rüzgarın önünde yuvarlanan çalılar, geniş düzlüklerde otlayan binlerce sığır ve koyun sürüleri... Düşlediğim insansız Patagonya görüntüleriydi bunlar, bu kimsesizlik yüzünden buraların sevdalısı olmuştum.
Ulusal parkın ortalarına doğru Perito Moreno buzulu göründü. Dağlardan akıp gelen masmavi bir buzuldu. Sonra tam karşısına gittim. Yaklaştıkça büyülendim, mavi rengi karşısında kendimden geçtim. Perito Moreno, sürekli büyüyen bir buzuldu. 60 kilometre uzaktan gelip, Arjantin Gölü’nün kıyısında kırılıp suya düşüyordu. Kırılmadan önce ortalığı saran gümbürtü, suya düşen parçanın oluşturduğu dev dalga gerçeküstü görüntüler oluşturuyordu. 60 metre yüksekliği, 5 kilometre genişliği olan masmavi buz duvarının karşısında dondum kaldım.
Perito Moreno, Patagonya’daki son aşkım olmuştu. Şimdi ona kavuşabilmek için yeni bahanelerin peşinde koşturup duruyorum.