Mehmet YAŞİN
Son Güncelleme:
Doğuda bir Batılı Hong Kong
Bu hafta 100 yıllık İngiliz, 4 yıllık da Çinli olan Hong Kong'u anlatacağım. Gökdelen ormanı ile kaplı olan bu kent-devlet, Doğunun hiçbir özelliğini sergilemiyor. Daha çok Amerika'nın her hangi bir kentine benzeyen bu para merkezinde insanlar, rakamlar aracılığı ile anlaşıyorlar.
Otele vardığımda vakit öğleden sonrayı bulmuştu. Yani Türkiye'de henüz sabahtı. Anlaşılan burada da uyku sorunu yakama yapışacaktı. Kolumdaki saat Hong Kong'ta yatma zamanını gösterirken, vücut saatim bildiğini okuyacak, ‘daha çook erken’ deyip uyumamakta direnecekti. İki saatin arasındaki bu çatışma beni perişan edecekti. Tam alışırken bu kez dönüş yolculuğu başlayacak, bu kez kolumdaki saat ‘yat uyu derken’ vücut saatim ‘sabah oldu uyan’ diye direnecekti.
Otelim Kowloon yarımadasındaydı. Hong Kong ‘kent devleti’, dört ana bölgeden oluşuyordu. Kowloon Yarımadası, New Territories, Hong Kong adası ve diğer adalar. İnsan bu ‘diğer’ adaları gezmeye niyetlense, bir yılda bile bu işin altından kalkamazdı. Çünkü Hong Kong Adası'nın etrafında, irili ufaklı tam 235 ada bulunuyordu. Bunların çoğunda henüz insan yaşamıyordu. Henüz diyorum çünkü, kısa bir süre sonra Hong Kong'da gökdelen dikecek yer kalmayacak, insanlar buralara göç edecekti.
Hong Kong'ta kilometre kareye tam 5 bin kişi düşüyordu. Kowloon'un bazı bölümlerinde ise kilometre kareye 300 bin kişinin düştüğü oluyordu. Yani yüzölçümü bin 70 metrekare olan bu kent-devlet, 6 milyon nüfusuyla, kilometrekareye düşen insan sayısı bakımından bir dünya rekorunu elinde bulunduruyordu.
Hong Kong'un en turistik bölgesinde yer alan otelimden sokağa çıktığımda, tam anlamıyla bir insan seliyle karşılaştım. Maksadım deniz kıyısına kadar olan kısa mesafeyi yürüyüp, karşı kıyıdaki Hong Kong Adası'a geçmekti. Yürüdüm ama epey zorlandım. Tam birisinin omuz darbesinden korunurken diğerine çarpıyor, onu atlatayım derken bir başkasıyla göğüs göğüse geliyordum. Toplam iki adımı üst üste atamıyordum. Kaldırımda adeta slalom yapıyordum. Bu yüzden de ‘sory’ demekten yorgun düşmüştüm.
GÖKDELEN YARIŞI
Akıntıya karşı yüzer gibi, kalabalıkları yara yara ilerlerken, etraftan yüzlerce değişik tondan telefon zili sesi geldiğini fark ettim. Dikkat edince, neredeyse herkesin cep telefonu ile konuştuğunu görüp hayrete düştüm. Manzara gerçeküstü bir filim sahnesini andırıyordu. İnsanlar bir yandan konuşuyor, bir yandan el-kol hareketleri yapıyor, gülüyor, kızıyor, bağırıyor ve yürüyorlardı... Caddede kilitlenmiş bir trafik vardı. Kaldırımların kıyısında ise dünyanın en pahalı ve şık markalarını satan lüks mağazalar sıralanmıştı: Gucci, Rollex, Fendi, Escada, Armani, Yves Saint Loren...
İnsanlar çekik gözlüydü ama, ne kılık kıyafetleriyle ne de davranışları ile Doğulu'ya benziyorlardı. Çin'de gördüğüm Çinlilerle hiçbir alakaları yoktu. Onlar gibi gizemli bir görünüşe sahip değillerdi. Hepsinin boyu posu yerindeydi. Hatta her omuz darbesinde beni sarsacak kadar da güçlü kuvvetliydiler. Zannederdiniz ki Hong Konglular, Doğulu maskesi takmış Batılılardı.
Rıhtıma vardığımda üstüm başım hırpalanmış, nefes nefese kalmıştım. Karşıdaki gökdelenlerin bir kaç kare fotoğrafını çektim. Sonra küçük vapura binip, Hong Kong Adası'na geçtim. Kentin bu bölümü daha çok iş merkeziydi. Birbirinden şık gökdelenler arasında mimarî bir yarış gözleniyordu. Louvre Müzesi'nin bahçesindeki cam piramitleri yapan Çin asıllı Amerikalı ünlü mimar I.M.Pei, her yerden görünen Çin Bankası'nın iç görünümüne bir mabed havası vermişti. İngiltere'nin yaşayan en ünlü mimarı Sir Norman Foster ise dünyanın en önemli finans kurumlarından biri olan HSBC'nin binasında, avangard mimarî ile geleneksel Çin mimarîsini birbirine karıştırmıştı. Kısacası cam, çelik, mermer, beton burada, ünlü mimarların elinde, birer sanat eserine dönüşmüştü.
Toprak fakiri Hong Kong'da gökdelen inşaatı bitmek bilmiyordu. Şöyle tepelik bir yerden bakıldığında, yüzlerce inşaatı görmek mümkün oluyordu. Yani gökdelen ormanı her geçen gün biraz daha büyüyordu. Orta sınıf halk genellikle, 30-35 metrekare büyüklüğünde dairelerde oturuyordu. Biraz daha büyük bir yerde oturabilmek için, yüklüce bir aylık kazanmak gerekiyordu. Çünkü kiralar 1000 dolardan başlıyordu.
Burası dünyanın en önemli ticaret ve finans merkezlerinden biriydi. 40'tan fazla ülkenin 500'den fazla banka ve finans kuruluşu, burada merkez açmıştı. Ayrıca dünyanın en büyük 100 bankasından 85'i Hong Kong'a büyük yatırımlar yapmıştı. Borsa'da alınıp satılan kağıtların toplam değeri, 350 milyar doları buluyordu. Kişi başına düşen millî gelir ise 25 bin dolar civarındaydı.
Gökdelenlerin arasında dolaşırken, kafamda bu rakamlar uçuşup duruyordu. Caddelerde trafiğe takılıp ilerleyemeyen arabalar, markalarının en pahalılarıydı. Mercedes, Roll Royce, BMW, Bentley, Auidi... Siyaha boyanmış camların ardından, içeride oturanları görmek mümkün olmuyordu. Gökdelenleri seyretmek için hep gökyüzüne baktığımdan, ense köküme ağrılar saplanmıştı.
Bu küçücük kent-devletin zenginliğini düşünürken, kendimi birden eğlenceli bir sokakta buldum. Burası Lan Kwai Fong denen ve bir kaç sokaktan oluşan bir semtti. Sokakların iki yanına barlar sıralanmıştı. Elleri kadehli kalabalıklar da, bu barların önünde şen kahkahalar atıyorlardı. Şık giysilerine bakılırsa bunlar, çevredeki işyeri çalışanlarıydı ve rakamlarla dolan beyinlerini boşaltmak için uğraşıyorlardı.
RENKLİ IŞIKLARIN SİHİRİ
Dolaşmayı bırakıp bu şen kalabalığa katıldım. Onlarla sohbet ettim. Ayrıcalıklı bir Çinli olmanın nasıl bir şey olduğunu sorguladım. Dudaklarıma gülücükler kondurup ‘cheers’ diyerek kadehler kaldırdım. Ve oradan ayrılıp vapura doğru yürürken, Hong Kong 'un ekonomi felsefesi hakkında şu sonuca vardım: ‘Ya ihracat ya da ölüm!..’
Hava kararınca tekrar karşıya geçtim. Kentin en lüks oteli Peninsula'nın en üst katındaki Felix Bar'da manzaraya karşı oturdum. Bir bardak Avustralya şirazı ısmarladım. Onun yoğun tanenli tadını damağımda dolaştırıp, aşağıda pırıl pırıl parlayan kente daldım gittim. Rengarenk ışıkların tahrik eden gizini düşündüm. İnsanların sivrisinek misali, renkli ışıklara neden kandıklarını çözmeye çalıştım. Las Vegas'ta renkli ışıklar, kumarhanelerde para kaybetmeye davet ediyordu. Burada ise para harcamaya, tüketmeye çağırıyordu. Barı terk etmeden önce, Felix'in ultra modern tuvaletine uğradım. Pisuar yerine, üç tane ters çevrilmiş külah cama tutturulmuştu. Ve bu külahlara çişimi yaparken, aşağıda ayaklarımın altında uzanıp giden Hong Kong'u seyrettim.
Otele dönerken yolumu Manila'lı hayat kadınlarıyla, sahte Rolex satan seyyarlar çevirdi. Hepsine teşekkür edip yatmaya çekildim. Vücut saatim her ne kadar ‘daha çook erken, keyfine bak’ dese de dinlemedim, kendimi bir külçe gibi yatağa attım.
Hong Kong'un yemesini içmesini, sokak çarşılarını, seks gücünü artıran yiyeceklerini ve diğer konuları haftaya bırakıyorum.
SEVGİLİ OKURLAR SİZLERE BOL GEZMELİ, SAĞLIKLI, MUTLU VE BARIŞ DOLU BİR YENİ YIL DİLİYORUM
Otelim Kowloon yarımadasındaydı. Hong Kong ‘kent devleti’, dört ana bölgeden oluşuyordu. Kowloon Yarımadası, New Territories, Hong Kong adası ve diğer adalar. İnsan bu ‘diğer’ adaları gezmeye niyetlense, bir yılda bile bu işin altından kalkamazdı. Çünkü Hong Kong Adası'nın etrafında, irili ufaklı tam 235 ada bulunuyordu. Bunların çoğunda henüz insan yaşamıyordu. Henüz diyorum çünkü, kısa bir süre sonra Hong Kong'da gökdelen dikecek yer kalmayacak, insanlar buralara göç edecekti.
Hong Kong'ta kilometre kareye tam 5 bin kişi düşüyordu. Kowloon'un bazı bölümlerinde ise kilometre kareye 300 bin kişinin düştüğü oluyordu. Yani yüzölçümü bin 70 metrekare olan bu kent-devlet, 6 milyon nüfusuyla, kilometrekareye düşen insan sayısı bakımından bir dünya rekorunu elinde bulunduruyordu.
Hong Kong'un en turistik bölgesinde yer alan otelimden sokağa çıktığımda, tam anlamıyla bir insan seliyle karşılaştım. Maksadım deniz kıyısına kadar olan kısa mesafeyi yürüyüp, karşı kıyıdaki Hong Kong Adası'a geçmekti. Yürüdüm ama epey zorlandım. Tam birisinin omuz darbesinden korunurken diğerine çarpıyor, onu atlatayım derken bir başkasıyla göğüs göğüse geliyordum. Toplam iki adımı üst üste atamıyordum. Kaldırımda adeta slalom yapıyordum. Bu yüzden de ‘sory’ demekten yorgun düşmüştüm.
GÖKDELEN YARIŞI
Akıntıya karşı yüzer gibi, kalabalıkları yara yara ilerlerken, etraftan yüzlerce değişik tondan telefon zili sesi geldiğini fark ettim. Dikkat edince, neredeyse herkesin cep telefonu ile konuştuğunu görüp hayrete düştüm. Manzara gerçeküstü bir filim sahnesini andırıyordu. İnsanlar bir yandan konuşuyor, bir yandan el-kol hareketleri yapıyor, gülüyor, kızıyor, bağırıyor ve yürüyorlardı... Caddede kilitlenmiş bir trafik vardı. Kaldırımların kıyısında ise dünyanın en pahalı ve şık markalarını satan lüks mağazalar sıralanmıştı: Gucci, Rollex, Fendi, Escada, Armani, Yves Saint Loren...
İnsanlar çekik gözlüydü ama, ne kılık kıyafetleriyle ne de davranışları ile Doğulu'ya benziyorlardı. Çin'de gördüğüm Çinlilerle hiçbir alakaları yoktu. Onlar gibi gizemli bir görünüşe sahip değillerdi. Hepsinin boyu posu yerindeydi. Hatta her omuz darbesinde beni sarsacak kadar da güçlü kuvvetliydiler. Zannederdiniz ki Hong Konglular, Doğulu maskesi takmış Batılılardı.
Rıhtıma vardığımda üstüm başım hırpalanmış, nefes nefese kalmıştım. Karşıdaki gökdelenlerin bir kaç kare fotoğrafını çektim. Sonra küçük vapura binip, Hong Kong Adası'na geçtim. Kentin bu bölümü daha çok iş merkeziydi. Birbirinden şık gökdelenler arasında mimarî bir yarış gözleniyordu. Louvre Müzesi'nin bahçesindeki cam piramitleri yapan Çin asıllı Amerikalı ünlü mimar I.M.Pei, her yerden görünen Çin Bankası'nın iç görünümüne bir mabed havası vermişti. İngiltere'nin yaşayan en ünlü mimarı Sir Norman Foster ise dünyanın en önemli finans kurumlarından biri olan HSBC'nin binasında, avangard mimarî ile geleneksel Çin mimarîsini birbirine karıştırmıştı. Kısacası cam, çelik, mermer, beton burada, ünlü mimarların elinde, birer sanat eserine dönüşmüştü.
Toprak fakiri Hong Kong'da gökdelen inşaatı bitmek bilmiyordu. Şöyle tepelik bir yerden bakıldığında, yüzlerce inşaatı görmek mümkün oluyordu. Yani gökdelen ormanı her geçen gün biraz daha büyüyordu. Orta sınıf halk genellikle, 30-35 metrekare büyüklüğünde dairelerde oturuyordu. Biraz daha büyük bir yerde oturabilmek için, yüklüce bir aylık kazanmak gerekiyordu. Çünkü kiralar 1000 dolardan başlıyordu.
Burası dünyanın en önemli ticaret ve finans merkezlerinden biriydi. 40'tan fazla ülkenin 500'den fazla banka ve finans kuruluşu, burada merkez açmıştı. Ayrıca dünyanın en büyük 100 bankasından 85'i Hong Kong'a büyük yatırımlar yapmıştı. Borsa'da alınıp satılan kağıtların toplam değeri, 350 milyar doları buluyordu. Kişi başına düşen millî gelir ise 25 bin dolar civarındaydı.
Gökdelenlerin arasında dolaşırken, kafamda bu rakamlar uçuşup duruyordu. Caddelerde trafiğe takılıp ilerleyemeyen arabalar, markalarının en pahalılarıydı. Mercedes, Roll Royce, BMW, Bentley, Auidi... Siyaha boyanmış camların ardından, içeride oturanları görmek mümkün olmuyordu. Gökdelenleri seyretmek için hep gökyüzüne baktığımdan, ense köküme ağrılar saplanmıştı.
Bu küçücük kent-devletin zenginliğini düşünürken, kendimi birden eğlenceli bir sokakta buldum. Burası Lan Kwai Fong denen ve bir kaç sokaktan oluşan bir semtti. Sokakların iki yanına barlar sıralanmıştı. Elleri kadehli kalabalıklar da, bu barların önünde şen kahkahalar atıyorlardı. Şık giysilerine bakılırsa bunlar, çevredeki işyeri çalışanlarıydı ve rakamlarla dolan beyinlerini boşaltmak için uğraşıyorlardı.
RENKLİ IŞIKLARIN SİHİRİ
Dolaşmayı bırakıp bu şen kalabalığa katıldım. Onlarla sohbet ettim. Ayrıcalıklı bir Çinli olmanın nasıl bir şey olduğunu sorguladım. Dudaklarıma gülücükler kondurup ‘cheers’ diyerek kadehler kaldırdım. Ve oradan ayrılıp vapura doğru yürürken, Hong Kong 'un ekonomi felsefesi hakkında şu sonuca vardım: ‘Ya ihracat ya da ölüm!..’
Hava kararınca tekrar karşıya geçtim. Kentin en lüks oteli Peninsula'nın en üst katındaki Felix Bar'da manzaraya karşı oturdum. Bir bardak Avustralya şirazı ısmarladım. Onun yoğun tanenli tadını damağımda dolaştırıp, aşağıda pırıl pırıl parlayan kente daldım gittim. Rengarenk ışıkların tahrik eden gizini düşündüm. İnsanların sivrisinek misali, renkli ışıklara neden kandıklarını çözmeye çalıştım. Las Vegas'ta renkli ışıklar, kumarhanelerde para kaybetmeye davet ediyordu. Burada ise para harcamaya, tüketmeye çağırıyordu. Barı terk etmeden önce, Felix'in ultra modern tuvaletine uğradım. Pisuar yerine, üç tane ters çevrilmiş külah cama tutturulmuştu. Ve bu külahlara çişimi yaparken, aşağıda ayaklarımın altında uzanıp giden Hong Kong'u seyrettim.
Otele dönerken yolumu Manila'lı hayat kadınlarıyla, sahte Rolex satan seyyarlar çevirdi. Hepsine teşekkür edip yatmaya çekildim. Vücut saatim her ne kadar ‘daha çook erken, keyfine bak’ dese de dinlemedim, kendimi bir külçe gibi yatağa attım.
Hong Kong'un yemesini içmesini, sokak çarşılarını, seks gücünü artıran yiyeceklerini ve diğer konuları haftaya bırakıyorum.
SEVGİLİ OKURLAR SİZLERE BOL GEZMELİ, SAĞLIKLI, MUTLU VE BARIŞ DOLU BİR YENİ YIL DİLİYORUM