Devrimin, değişimin ülkesi Küba...
Küba devrimin yurdu... Ancak günümüzde ‘Değişimin Ülkesi’ olarak anılıyor. ‘1950’lerin o muhteşem Amerikan arabaları, duvarları grafitilerle süslü tam bir renk cümbüşü içindeki sokakları, çiçek satan ve fal bakan kadınları, zarif ellerde sarılmış puroları, sabah kahvaltısında dahi içilebilen mojitoları, devrime gönül veren yürekleri ve eşsiz müzikleriyle artık tarih olacak endişesiyle turistlerin, seyahat programlarını değiştirerek öncelik sırası verdiği bir ülke halini almış durumda.
Küba’ya defalarca seyahat etmiş biri olarak, bu değişimden kaygılı bir şekilde ben de bir kez daha yollara düştüm. Ülkenin içinde bulunduğu koşullar göz önüne alındığında fazla şaşılacak bir durum olmasa da, konaklama seçeneklerinin beklenilen düzeyde olmaması, beni bir süredir farklı arayışlara itiyordu. Çözümü, Panorama isimli mega yelkenli ile kıyıları dolaşmakta, liman liman ülkeyi keşfetmekte buldum.
Bu vesileyle, hem bakımsız hem de gereksiz pahalı otellerde tatil yapmaktan kurtuldum. Eskiden beri deniz yolculuklarını seven ve defalarca Karayipler’i büyük yolcu gemileriyle deneyimlemiş biri olarak, bu yolculuktan ayrı bir keyif aldığımı söylemeliyim. Biz denizde usul usul ilerlerken Küba kıyılarının uzaktan, ışıklar içinde parlayışı bir başkaydı doğrusu...
Küba zamanı
Öncelikle ülkede ‘Küba Zamanı’ denilen bir kavram var. Her şey o zamana göre işliyor. Neyin ne zaman yapılacağı tamamen belirsiz. Hatta yapılmıyorsa, neden yapılmadığı da. Biraz sorgulamaya kalkarsanız, burası Küba, burada ‘’Küba zamanı’’ işliyor, deniyor. Bunu aşmanın tek yolu ise, fazla takılmamak ve ‘Keyif zamanı’na geçmek. Küba’da Keyif Zamanı, biraz salsa, biraz rom, biraz puro demek… Biraz ritm, biraz müzik, çokça dans demek… Her daim eğlence demek. Sokaklara çıkmak, şenliğe karışmak, adım başı karşınıza çıkacak müzisyenlere ayak uydurmak demek...
Yelkenli ile Küba’nın Keşfi - İlk durak Trinidad
Renk renk, sıra sıra dizilmiş evlerin, sallanan sandalyelerin ve antika sokak lambalarının, hemen ilk bakışta dikkatinizi çekeceği Trinidad, adeta bir müze-kent. UNESCO tarafından koruma altına alınmış durumda. İyi ki de alınmış. Küba’nın bozulmaması gereken nadide yerlerinden biri. Arnavut kaldırımlı daracık yolları yürümenizi zorlaştırsa da sokaklarından yayılan Küba müzikleri ve tarih kokan meydanların merdivenlerinde oturup sizi selamlayan halkı keyfinizi bir anda yerine getiriyor.
Eski merkez Plaza Mayor ve Cantero Mâlikanesi içinde yer alan Museo Historico Municipal, gezmeniz gereken yerler. Keyifli bir nokta da, geçmişin eşyalarıyla hoş bir zaman yolculuğuna çıkabileceğiniz Museo Romantico. Kentten ayrılmadan önce, La Canchanchara Bar’ın ballı romlarını tatmanızı öneririm.
Cienfuegos
Sömürge döneminden kalma yapılarıyla ünlü. Küba’nın bağımsızlık kahramanlarından Jose Marti’nin heykeli, Plaza Jose Marti ve Tomas Terry Tiyatrosu mutlaka görülmeli. İtalyan mimar Alfredo Colli’nin dehasının bir ürünü olan, mimari şaheser Palacio de Valle ise, kentin en fazla ziyaret edilen yerlerinden. Gotik, Romanesk ve Barok etkilerin görüldüğü yapı, 1913 yılında yapılmaya başlanmış ve 1917’de tamamlanmış. Vaktiniz olursa terasında biraz oturun, efsunlu manzarasının tadını çıkarın, bir de Küba müzikleri eşliğinde Cuba Libre’yi deneyin.
Cayo Largo
Küba’da olduğumuzu bize bir kez daha hissettiren, Cayo Largo limanı değildi. Maalesef sahile yanaşmamıza birkaç saat kala tarafımıza iletilen bir elektronik postaydı! Biz Kaplumbağa Çiftliği’ni görmeyi planlarken, limanın bir süreliğine turist gemilerine kapatıldığını öğrendik. Nedeni belirsizdi, bir açıklama dahi yapılmamıştı. Bildiğimiz dünyadan başka bir yerde olduğumuzu yeniden tecrübe etmiş olduk. Dilediğini, dilediği şekilde ve zaman diliminde yapabilen insanların dünyasındaydık. Küba’daydık! Yapılacak bir şey yoktu. Tekrar, bu defa Maria la Gorda’ya doğru yola koyulduk...
Maria la Gorda
Bembeyaz kumsalı, yeşim-turkuvaz arası suları ve tropik kokteylleriyle küçük bir cennet limanı. Pınar del Rio’ya, Indian Mağara’sındaki tekne macerasına ve elbette en iyi Küba tütünlerinin üretildiği Vinales Vadisi’ne de açılan kapı. Vinales’e ‘Küba’nın Bahçesi’ deniyor. Yeşilin onlarca tonunu içinde barındıran vadi boyunca, tek katlı ahşap evler uzanıyor. Bir Küba klasiği olarak yine verandalarını sallanan sandalyeler süslüyor. Merkezden birkaç kilometre içeride ise, dünyanın en büyük duvar resimlerinden biri bulunuyor. 120’ye 80 metre boyutlarındaki Mural de la Prehistoria, Leovigildo Gonzalez tarafından 5 yılda yapılmış ve 1961’de tamamlanmış. Günümüzde tüm ihtişamıyla ziyaretçilerini karşılıyor.
Başkent Havana
Latin Amerika’nın en canlı şehirlerinden biri olan Havana, Küba’nın da en renkli, en ritmik yeri. Kentin 2,5 milyonu aşkın nüfusu var. Bu nüfusa dahil Kübalılar, belki de ülkedeki değişimlerden en fazla etkilenecek olanlar. Fastfood zincirlerinin, kahve dükkanlarının açılmasıyla, yaşamlarının bir anda nasıl değişeceğinden habersiz, restoranlarında, kafelerinde, küçük yol üstü tezgahlarında satış yapmaya devam ediyorlar ve ambargonun kalkmasını umuyorlar.
Havana’yı hakkıyla gezmek için birkaç günden fazlası gerekiyor. Ancak gemi seyahatlerinde kısıtlı zamanınız olacağı için, en azından görmeden dönmemeniz gereken yerleri yazıp işinizi biraz kolaylaştırmak istiyorum. Devrim Meydanı, Havana Kalesi, Atatürk Heykeli, Eski Şehir bölgesi günümüzde Devrim Müzesi’ne ev sahipliği yapan, 1959 devrimine kadar başkanlar tarafından kullanılmış eski başkanlık rezidansı, Ernest Hemingway’in konakladığı Ambos Mundos Oteli, 1777’de tamamlanan ve Aziz Cristobal’e adanan katedral ve Rom Müzesi, mutlaka gezilmeli. Vaktiniz olursa bir puro fabrikasını ziyaret edin.
San Jose El Ürünleri Pazarı da pek çok ürünü bir arada bulabileceğiniz bir yer. Tablolar, romlar, bambu sepetler, Che tişörtleri ve şapkaları alabileceğiniz en güzel hediyelikler. Aklınızda olsun Panorama Mega Yatı ile Küba turu 25 Şubat’ta tekrar yapılacak. Bunun için Sıra dışı Kıtalar’ı 0216 687 08 09 numaralı telefondan arayabilir ya da www.siradisikitalar.com sitesini tıklayabilirsiniz.