Son Güncelleme:
Cennetin kıyılarında
Fransa'nın güney sahillerinde, Cote d'Azur'da avare avare dolaşmanın keyfini yaşadım. Nice'ten başlayan yolculuğum sırasında bölgenin cennet mekánları Cannes, Monaco, Monte Carlo, Antibes ve Grasse'a uğradım. Yazın cıvıl cıvıl olan bu güzelim kentlerde, kış sessizliğinin tadını çıkardım.Nice garında tam bir karmaşa vardı. Gelenler, gidenler, trenlerin düdüğe benzemeyen düdük sesleri, koşturanlar, bilet kuyruğunda sabırsızlananlar... Tüm bu telaş arasında iki kişi, görüntünün dinamiğini bozuyordu. Bunlardan biri bendim... Diğeri de akşamdan kalma bir şarapçıydı. Ben bir banka oturmuş tren tarifesini inceliyordum, şarapçı ise yanımdaki bankta sızmış kalmıştı. Cannes'a gidecek ilk tren bir saat sonra kalkacaktı. Onun için telaş etmeme gerek yoktu. Bacaklarımı çantamın üstüne uzatıp, etrafı seyretmeye koyuldum. Hafta arasıydı. Ellerinde küçük bir çantayla trene binenler, belli ki yakın bir yere, iş için gidiyorlardı. Kalabalık arasında bavul çekiştiren sadece bir-iki kişi vardı. Onlar gerçek yolcuydu. Bir yere gidiyor veya bir yerden dönüyorlardı. Yüzlerindeki ifadenin ayrılma hüznü mü yoksa kavuşma heyecanı mı olduğunu anlayamadım. Birden düşüncelerimin bile avareleştiğini fark ettim... Aslında yola çıkarken böyle olması için karar vermiştim. Ciddi hiç bir şey yapmayacaktım. Kendime ciddiyeti yasaklamıştım. Bütün dertleri bir süreliğine bir kenara itmiştim. Nasıl olsa dönüşte tüm sorunlar beni kucaklayacak, sımsıkı sarmalayacak, içine çekip un ufak edecekti. Onun için burada bir ‘Cote d'Azur Avaresi’ olacaktım ve bunda kararlıydım.ÇIPLAK GÜZELLİKLERTren, tarifede yazılı olan vakitte kalktı. Cam kenarındaki yerime oturdum. Koca vagonda dört yolcuyduk. Yaşlı karı-koca ve kravat takmış bir adam. Anlaşılan yazlık Cannes'a kışın pek rağbet eden yoktu. Halbuki buraya sadece festival sırasında 7.5 milyon kişinin geldiğini biliyordum. Bunların çoğu, ya kendini göstermeye veya kendini gösterenleri seyretmeye geliyorlardı. Cannes'la, denizle pek ilgilendikleri yoktu. Sabahtan akşama kadar, çıplak güzelliklerin peşinde koşturup duruyorlardı.Tren 33 kilometre sonra durdu. Beni ve yaşlı karı-kocayı bıraktıktan sonra yoluna devam etti. Gardan sahile doğru uzanan arka sokaklar çok sakindi. Bir kaç manav, kasap, tavanından jambonlar, salamlar, sucuklar sarkan, vitrini çeşit çeşit peynirle dolu iştah açıcı bir dükkán, küçük bir fırın, bir tütüncü, bir kırtasiyeci dışında, hemen tüm işyerlerinin kepenkleri inikti. Yazlıkçı apartmanlarında da yaşam belirtisi yoktu. Bu kimsesiz sokaklardan sıyrılıp, La Croibette Bulvarı'na çıktım. Burasının yaz aylarının en gözde piyasa yeri olduğunu biliyordum. Bahçeler, palmiyeler, lüks butik ve otellerle süslü bu ünlü caddenin en gösterişli binası da, çatısında kadın memesini andıran iki kubbe bulunan Carlton Oteli'ydi. Burası film festivali sırasında, sinemanın ünlülerinin karargáhına dönüyordu. AVARE DÜŞÜNCELERYaz aylarında omuz omuza ve yarı çıplak bir kalabalığın işgal ettiği kumsal şimdi bomboştu. Sadece iki köpek, birbirlerini kovalıyordu. Halbuki yaz aylarında burada, dünyanın dört bir yanından gelmiş foto muhabirleri koşturup dururdu. Onların burada çektikleri güzel kadın fotoğrafları ile tüm dünya erkekleri tahrik olurdu. İşte böylesine ünlü bir plajın kıyısında, pardösümün yakasını kaldırmış, kimsesiz sahile bakarak yürüyordum. Festival Sarayı'nı geçtikten sonra, mendireğe giden yolun üstünde açık bir kahve bulup oturdum... Bir ‘kafe latte’ ısmarladım. Kumsalla oynaşan dalgalara bakıp, avare düşüncelere daldım. Örneğin bu kente kimin önce geldiği kavgasının ne önemi olduğunu düşündüm. Kimine göre, Tarihi Anıtlar Müfettişi Prosper Merimee Cannes'a, İngiliz Lordu Brougham'dan iki ay önce gelmişti. Onun için kent tarihinde onun ismi daha ön sırada yer almalıydı. Diğer bir görüşe göre ise kolera salgını yüzünden Nice'e gitmeyi erteleyip, küçük bir balıkçı kasabası olan Cannes'da konaklayan Brougham, kentin kaderini değiştirmişti. Buranın iklimini pek beğenen Lord'un, Mont Chevalier bayırlarında yaptırdığı villadan sonra her şey çorap söküğü gibi gelişmiş ve o tarihten sonra Cannes Akdeniz'in en pahalı tatil yörelerinden biri olmuştu. Ama bana sorarsanız Cannes, şöhretini ne mösyö Merimee'ye ne de Lord Brougham'a borçluydu. Buranın asıl tanıtıcısı, güzeller güzeli gençlik aşkım Brigitte Bardot'ydu. Onun bu kente gelmesi, denize nazır seksi pozlar vermesi, Cannes'ı dünya manşetlerine taşımış, onunla aynı havayı solumak veya onun gibi olmak isteyenler buraya üşüşmüşlerdi. KÜÇÜK KRALLIKHaddinden fazla saçma sapan düşündüğümü fark edip kahveden kalktım. Eski şehire doğru yürüyüp, Castre Müzesi'ni gezdim. Sonra karnımı doyurmak için bir kahveye oturdum. Önce kaz ciğerli yarım baget ekmek istedim. Doymayınca camembert peynirli ve jambonlu yarım daha söyledim. Her iki sandviçi iki bardak kırmızı şarapla mideme indirince, kanımın akışının hızlandığını hissettim.Kış ortasında Cannes'da fazla bir şey yoktu. Sessiz, sakin, kendisiyle yüz yüze kalmış, sıradan bir kent görünümündeydi. Şuh kahkahaların atılmadığı, skandalların sahnelenmediği, sahte ve gerçek aşkların yaşanmadığı, paparazzilerin koşturmadığı Cannes'ın, gerçek Cannes olamayacağına karar verdim. Akşama kadar buralarda dolaşmak kararımdan vazgeçip, gara geri döndüm. ilk trene atlayıp, dünyanın en küçük krallığına, Monaco'ya gitmeye niyetlendim. Tren Nice istikametine gittiği için, gelişe nazaran biraz daha kalabalıktı.Monaco kelimenin tam anlamıyla bir taş yığınına benziyordu. Yeterli arazi olmadığı için binlerce apartman birbirine yaslanmıştı. Sarayın bulunduğu tepe nispeten modern yapılaşmadan kendini kurtarabilmişti. Sarayın karşısındaki kahvede oturup, bir kahve içimi sürede sarayı göz hapsine aldım. Bir heykel gibi duran nöbetçileri seyrettim. Ama ne Prens Rainier'i ne skandallar kraliçesi Prenses Caroline'i ne de çapkın Stephanie'yi görebildim.KUMARHANE MERKEZİDaha sonra aşı boyalı evlerin arasındaki daracık sokakları arşınlayıp, içinde Jacques Cousteau Araştırma Merkezi'nin de bulunduğu Okyanus Müzesi'ni gezdim. Deniz suyu ile doldurulmuş akvaryumlardaki 3 bin balığı, 450 çeşit deniz canlısını ve bitkileri görünce, kumar parasının nasıl hayırlı bir işe dönüştürülebileceğine şahit oldum. Bu kadar ilim irfan yeterlidir diyerek, Monte Carlo'nun ünlü kumarhanelerine doğru yürümeye başladım. Aslında burada her köşe başında bir kumarhane ile karşılaşacağımı sanıyordum. Ama o kadar yol tepmeme rağmen bir tane bile göremeyince, yanlış bir yere geldim korkusuna kapıldım. Bir trafik polisine sordum. Gösterdiği istikamette bir yokuşu çıkınca, kendimi bir meydanda buldum. Burada topu topu iki kumarhane, bir de büyükçe bir otel vardı. Önce hayal kırıklığına uğradım. Cafe de Paris'e oturup, etrafı kolaçan ettim. Gelip geçenler arasında tanıdık bir ünlünün olup olmadığına bakındım. Daha sonra Grand Gazino'ya girip, ‘Tek Kollu Canavarlar’ da şansımı denemek istedim. Binanın içi de dışı gibi çok etkileyiciydi. Kendimi birden bir maceranın içinde bulduğumu sandım. Esrarengiz bir poz takınıp, makinelere birkaç euro attım. Ama ne 7'leri ne de çilekleri aynı hizada durdurabildim.PARFÜMÜN MERKEZİNDEKumarhaneden çıktığımda hava kararmaya yüz tutmuştu. Kumar sevdası yüzünden, 'Jardin Exotique'teki yedi bin çeşit bitkiyi görmekten mahrum kaldım. ‘Belki başka bir zaman’ diyerek gara gittim ve Nice trenini ucu ucuna yakaladım. Akşam yine eski Nice'te önce bir barda, Fransız şansonları eşliğinde bir kaç bardak kırmızı şarap yuvarladım. Sonra sıradan bir restoran da sıradan bir yemekle geceye noktayı koydum. Yatarken, o gün hiç konuşmadığımı ve ciddi hiçbir şey düşünmediğimi düşündüm. Huzur içinde uyudum.Ertesi gün avareliğimin son günüydü. Önce lavanta, yasemin, mimoza ve gül bahçeleriyle çevrili parfüm dünyasının merkezi Grasse'e gittim. Kış olduğu için mora boyanmış lavanta tarlalarını göremedim. Birkaç antik parfüm imalathanesi ile parfüm müzesini gezip, tekrar deniz kıyısına, Antibes'e gittim. Denize karşı bir kahveye oturup, arada bir yüzünü gösteren güneşin tadını çıkarmaya başladım. Midemi biraz sonra yiyeceğim öğle yemeğine hazırlamak için bol buzlu bir rikar söyledim.PİCASSO'DAN KOPYACote d'Azur'daki son öğle yemeğim için biraz titizlendim. Açık olan birkaç restoranın mönüsünü satır satır inceledim. Yemek konusunda Picasso'dan bir kaç ipucu almıştım. Usta, Antibes'te ve bu civarda yediklerini ballandıra ballandıra anlatmış, hatta bu yemeklerin tablolarını yapmıştı. Kafama uygun bir restoranın deniz manzaralı bir masasına oturdum. Ve kendime nefis bir ziyafet çektim: Kremalı deniz kestanesi, ançuez soslu barbunya tava, küçük bir porsiyon mürekkep balıklı pilav, finalde balda kızarmış şeftali. Tabii birkaç bardak da Bordeaux bağlarından damıtılmış kırmızı şarap... (Eğer bu yediklerimi hekimim kardiyolog Doç. Dr. Tuğrul Okay okuduysa vay geldi başıma... Çünkü geziye çıkmadan önce yeme-içme konusunda dikkatli olmamı sıkı sıkıya tembihlemişti. Gezi süresinde yediğim hemen her şeyi yasaklamıştı. Ama böylesine keyifli bir kaçamağın, damarlarıma bir zarar vermeyeceği konusunda onun da bana katılacağını umuyorum.)Bu nefis ziyafetle birlikte avarelik günlerim de noktalandı. Yemekten sonra istemeye istemeye Nice'e döndüm. Önceden hazırladığım sırt çantamı yüklenip, havaalanına gittim. Akşam uçağına bindikten birkaç saat sonra, gerçeklerin tam ortasına tekrar düştüm.