Cellatbaşı / Erk Acarer
Erk Acarer, Cellatbaşı’nda, Sultan İbrahim döneminde geçen bir öyküyü anlatıyor. Romanın kilit kişisi olan Cellatbaşı Ali’nin öyküsü üstünden kah saraya kah sokaklara uzanıp, tarih kitaplarında göremeyeceğimiz ince detaylarla karşımızda üç boyutlu bir dünya kuruyor.
17. yüzyılın İstanbul’u… Padişah IV. Murad ölmüş, tahta öldürülme korkusuyla yarı deli bir hale gelmiş İbrahim geçmiştir. İmparatorluğu yöneten asıl kişi ise İbrahim’in annesi Kösem Sultan’dır. Devleti istediği gibi yönetebilmek için oğlunun her türlü deliliğine göz yuman Kösem Sultan, etrafındaki adamları aracılığıyla entrika üstüne entrika çevirirken; şehirde de Sarı İhsan’ın suç imparatorluğu hüküm sürmekte, yer altında kurduğu sarayında en karanlık işkencelerle, günah dolu şölenler yan yana yaşanmaktadır. İmparatorluğun en korkulan adamı olan Cellatbaşı Ali ise birbiri ardına kopardığı kellelerin arasında hiç alışık olmadığı kimlik ve kader sorgulamalarına başlamıştır. Öte yandan Ali’nin oğlu Süleyman da aradığı manevi soruların cevaplarını hiç beklemediği birinde Deli Zeydi’de bulacak ve yıllar içinde onun bilgece dersleriyle gelişecektir. Ve bir de cüce vardır. Padişahın gözdesi cüce Behlül’ün, bir talihsizlik sonucu Sarı İhsan’ın eline düşmesinin ardından kem kendi talihi beklenmedik bir biçimde değişecek, hem de tüm karakterlerin kaderlerinin umulmadık bir biçimde kesişmesine neden olacaktır. Öte yandan aşk da vardır bu hikayede. Behlül’ün cariyesi Canan, hem onun hem de Süleyman’ın kalbini tutuşturacaktır.
Erk Acarer, Cellatbaşı’nda dönemin tarihsel olaylarının ve karakterlerinin yanı sıra sosyo kültürel ortamını da zengin ayrıntılarla anlatırken, esas olarak bize varoluşçu bir hikaye dile getiriyor. Romanın öne çıkan tüm karakterleri sürekli olarak “kim olduklarını” sorguluyorlar ve kader kavramı üstüne kafa yoruyorlar. Romanda farklı konumlarda durup farklı kişiliklere sahip olsalar da hepsinin de sürekli olarak iki soruyu tekrarlayıp durduğunu görüyoruz; “Kimim ben?”, “Kader nedir?”
Öte yandan şiddetin kanıksandığı, gündelik hayatın doğal bir parçası olarak görüldüğü bir dönemi anlatan hikaye; asıl olarak bu şiddetin kaynağını ve sorumlularını sorguluyor ve kahramanı Cellatbaşı Ali aracılığıyla “bir yerde bir günah varsa, bunda herkesin payı vardır,” dedirtiyor. Günahın, en tepedeki saraydan, yerin en altındaki saraya dek nasıl yürüdüğünü, hangi aracılardan geçip tüm topluma nasıl yayıldığını çarpıcı bir biçimde anlatıyor.
Osmanlı’nın gerçek tarihi kişiliklerinin yanı sıra ilginç kurgu karakterle de renklenen Cellatbaşı, yalnızca Osmanlı tarihini derinlemesine anlatmakla kalmıyor, insan ve suç psikolojisi üstüne de kafa yoruyor.
Bir cellat… İmparatorluğun padişah dahil en çok korkulan kişisi olsa da kalbi kuşkular içinde…
Bir kabadayı… Yerin üstüne hükmeden padişahın aksine yeraltında kurduğu sarayının tartışmasız tek padişahı…
Celladın oğlu… Aradığı varoluşsal soruların cevabını hiç beklenmedik bir bilgeden öğrenen, kendini bulma yolculuğunu takip eden bir genç…
Bir cüce… Yerüstü sarayında başlayan yaşamı beklenmedik şekilde yer altı sarayında devam eden, boyundan beklenmedik büyüklükte bir kalp ve zekaya sahip, romanın en renkli karakteri…
Bir genç kız… Karanlıklar içinde aşkı temsil eden bir güzeller güzeli…
Ve tüm bu ana karakterleri çevreleyen birbirinden renkli detaylar… Aşık olduğu şişman güzel uğruna sarayı samurla kaplatmayı göze alan bir padişah, Kösem Sultan’ın parmak ısırtan entrikaları, inanılmaz güçlerini hurafelerden alan cinci hocalar, müneccimbaşları… Karanlıkla aydınlığın iç içe yaşandığı masalsı bir devir ve tarihin içinde yitip gitmiş hiç bilinmeyen gerçekler… Cellatbaşı, kah saraya kah sokaklara uzanıp, tarih kitaplarında göremeyeceğimiz ince detaylarla karşımızda üç boyutlu bir dünya kuruyor.