GeriSeyahat Büyüleyici göller ülkesi
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Büyüleyici göller ülkesi

Büyüleyici göller ülkesi

New York Eyaleti’nin kuzeyinde yer alan vahşi doğa, bu mevsimde insanı büyüleyecek kadar güzel görüntüler sunuyor. Ormanların arasına saklanmış binlerce göl, göllerin kıyısındaki yaşamlar, köpükler saçarak akan nehirler insanı bir süreliğine medeniyetten uzaklaştırıp, doğayla sarmaş dolaş ediyor.

Bazı yerlere gitmenin bir zamanı vardır. O zaman gelince kiminin sokakları süslenir, kiminin karlı günleri büyüler, kiminin doğası coşar rengarenk olur, kiminin ise denizi, koyları, insanın aklını başından alır. Eğer oraya tam zamanında gittiyseniz, gördükleriniz hep aklınızda kalır, hiç unutturmaz kendini. Bir daha gitmek için can atarsınız.
Geçen ay böylesine unutulmaz bir geziye gittim. Amerika’nın New York Eyaleti’nin kuzey kesimlerine... Kanada sınırında, her zaman vahşi olan topraklara. Bu coğrafyanın hep fotoğraflarını görmüş, gidemediğim için hep yutkunmuştum. Çünkü fotoğraflardaki görüntüler öyle davetkardı ki: Rengarenk vahşi ormanlar, kanoların yarıştığı köpükler saçan nehirler, kıyılarında, rüyalarımda bile görmeyi beceremediğim güzel evlerin olduğu mavi göller, oltaların ucunda kıvrım kıvrım sallanan koca balıklar.
Bu kadar uzağa niye gittiğimi soracak olanlara: Aslında amacım New York’a gidip, kızımla buluşmaktı. Bu haberi paylaştığım arkadaşım Korkut Omur ile Sedef İybar, New York’a kadar gelmişken, Lake Placid’e uğramak konusunda ısrar ettiler. Beni tahrik eden görüntülerden bahsettiler. Kıramadım. Daha doğrusu davetlerini ikiletmedim.

ARKADAŞIM DEMİR ADAM

Bu arkadaşların da kim derseniz: Sedef İybar’ı, yemek düşkünü izleyiciler televizyon programlarından tanırlar. Yemekleri damak çatlatan cinstendir. Korkut Omur’u sorarsanız, “İron Man-Demir Adam” diye tanıtabilirim. Demir Adam, arkadaşımın lakabı değil. Yaptığı spor dalının adı. Bu sporu yapan sporcu sayısı tüm dünyada 2 bin 500 kadar. Her baba yiğidin altından kalkacağı bir spor değil. Bezdirici, daha doğrusu öldürücü bir temposu var. Önce 42 kilometrelik bir maraton koşuyorsunuz, hemen ardından 180 kilometre inişli çıkışlı parkurda bisiklete biniyorsunuz, bisiklet biter bitmez de 4 kilometre yüzüyorsunuz. Yarışmalara kadar formda kalabilmek için de her gün antrenman yapıyorsunuz. Bu tempoya can mı dayanır? En azından benim dayanmaz.
Korkut Omur, Lake Placid’de düzenlenen yarışmada iyi bir derece yapıp, Hawai’de düzenlenecek dünya finaline katılmayı hak etti. Antrenman için Lake Placid’deki evine gelmiş, beni de orada ağırlamak istiyormuş.
Yolculuğumun nedenlerinden biri buydu. Diğeri de kızım.

AĞAÇ KABUĞU KEMİRENLERİN ÜLKESİ

Ailemizi New York’tan kuzeye doğru taşıyan araba, 45 dakika sonra bir kasaba büyüklüğündeki alışveriş merkezinde durdu. Burası New York eyaletinin en ucuz fabrika satış merkezi Woodbury Common’dı. Ünlü markalar yan yana sıralanmış, eyaletin dört bir yanından gelenler bir bu yana bir o yana koşuşturup, giysileri, ayakkabıları, çantaları yağmalıyorlardı. Gerçekten de fiyatlar New York’taki mağaza fiyatlarının üçte biriydi. Kasaların önündeki kuyrukları görünce, alışverişi bir başka zamana erteleyip, yola devam ettik.
Yol bir süre sonra ormanların içine girdi. Arada bir nehirler, şelaleler görünüp kayboluyordu. Adırondack Kızılderilileri’nin topraklarında ilerliyorduk. Adırondack, “Ağaç kabuğu kemirenler” anlamına geliyordu. Onlar artık yok olmuşlardı. “Soluk Benizliler” bu cenneti ele geçirip, onları topraklarından sürüp atmışlardı.
Kuzeye çıktıkça orman daha da sıklaştı. Ağaçlar tepede birleşip, yolu yeşil bir tünele çevirdi. Yol kıyısındaki tabelalar sürücüleri geyiklere, tilkilere karşı uyarıyordu. Daha bir saat önce New York’ta gökdelen ormanının içinde dolaşıyordum, şimdi ise gerçekten vahşi bir doğanın içinde geyikleri ezmemek için dikkat ederek ilerliyordum.

İRİLİ UFAKLI 2 BİN 500 GÖL

Bir çok gölün arasından geçtim. Saranac Lake, Schroon Lake, Lake George... Bölgede irili ufaklı tam 2 bin 500 göl vardı. Kiminin etrafına evler sıralanmıştı, kimi ise vahşi ormanla sarmaş dolaş olmuştu. Tepelerinde çaylaklar, kerkenezler, belki de kartallar süzülüyordu. Belki diyorum, çünkü çok yükseklerdeydiler, net göremiyordum onları.
Sonunda Lake Placid’in hemen yanında bulunan küçük Lake Mirror’un kıyısındaki eve ulaştım. Güneş yeni batmıştı ve çevreyi seçemiyordum. Gökyüzü renkten renge bürünmüş, gölün üstüne ışık yansımaları düşmüştü. Yıldızlar karanlıkta elmas gibi parlamaya başlamıştı. Göl kıyısında, ördeklerin de eşlik ettiği ziyafetten sonra, odama çıkıp rüyalarımla baş başa kaldım.
Ertesi sabah uyanınca gerçekten de bir cennetin ortasında olduğumu gördüm. Kıyıya indiğimde, gölün kıyısındaki evleri ve ağaçları, göldeki yansımalarını seyrederken buldum. Göl gerçekten de adı gibi aynaya benziyordu. Sessiz, sakin, serin ve tatlı.
Sonra kendimi cennetteki yaşamın akışına bıraktım. Sabahları göl kıyısında, çiçeklerle bezeli yolda yürüdüm. Gölün tatlı sularında uzun uzun kulaç attım, daha büyük göllerde balık tuttum. Kanoya binip saatlerce kürek çektim. Kanonun altına vuran suyun şıpırtısından başka bir şey duymadan günü bitirdiğim oldu. Kartpostallarda gördüğüm her şeyi gerçekleştiriyordum.
Çevrem atletlerle doluydu. Bütün köy halkı sporcuydu sanki. Benim gibi sallana sallana yürüyen yoktu. Herkes kan ter içinde ya koşuyor ya da bisiklete biniyordu. Hem de kilometrelerce. Sonra kendilerini göle atıp, saatlerce bir uçtan diğer uca yüzüp duruyorlardı. Ben çevrenin tadını çıkarıyor, lezzetli yemekleri güzel şaraplar eşliğinde yiyor, hamakta kitap okuyor, çiçeklerden tohum topluyordum. Onlar ise bu ağır antrenmanlarla vücutlarına sanki işkence yapıyorlardı. Kim haklıydı acaba?
Lake Placid, kabul edilebileceğim tek cennetti ve ben de bunun tadını çıkardım.

BİR 46’LIK İLE TANIŞTIM

Lake Placid’in çevresinde yaşayanlar kafalarını sporla bozmuş. Kimi saatlerce koşuyor, kimi dağlara tırmanıyor, kimi yüzlerce kilometre bisiklete biniyor, göl ve nehirlerde kanolarla yarışıyor.
Bölgede tam 46 dağ zirvesi var. Bir başka yarış da bu dağların zirvesine çıkmak. Tüm zirvelere çıkanlara, “46’lıklar” ünvanı veriliyor. Bunu becerenlerin sayısı çok az olduğu için, bu ünvanı taşıyanlara gıpta ile bakıyorlar. Bir 46’lık ile ben de tanıştım. 58 yaşında, sırım gibi bir adamdı. Geçen sene bir keresinde hiç durmadan tam 160 kilometre koşmuştu. Eklemlerinde zedelenmeler meydana geldiği için kendini bisiklete vermişti artık. Ve birkaç gün sonra da, bir dağa koşarak tırmanmayı deneyecekti. Başarısına kaldırdığım şarap kadehine, su bardağı ile karşılık verdi. O kaslarını acıtmaktan ben ise damağımı çatlatmak zevk alıyordum.

Doğadaki renkler Manet ile yarışıyor
VERMONT

Kanada sınırına gelinir de Vermont Eyaleti görülmeden dönülür mü? Hele bu aylarda... Vermont’ta doğa, sonbaharda bir tabloya dönüşüyor. Ormanlarda yürürken, göl kıyılarında ağaçları seyrederken, koşarken, bisiklete binerken, dağ yamaçlarında nefes alırken kendinizi hep bir kartpostalın içinde hissediyorsunuz.
Aslında tüm renkler, ekimin ikinci yarısında tam olarak kendini göstermeye başlıyor. Daha eylülün ortasında olmamıza rağmen yapraklar, tarif edilemeyecek bir tonda kırmızılaşmış. Bir başka ağaçta, sarının tüm tonları rüzgarda tir tir titriyor. Bakır, turuncu, yeşil yapraklar, dizginlediğim onca tutkuyu getiriyor aklıma. Şimdi böyle olursa bir ay sonra doğa daha da çıldıracak anlaşılan. Fotoğraf çekerken Rubens’i, Manet’yi, Rembrand’ı düşünüp, bu renkleri en güzel onların boyayabileceğine karar veriyorum.

ÇELİK BİLEK’İN TOPRAKLARINDA

ABD’nin en az nüfusa sahip olan bu cennet eyaletine gidebilmek için, Plattsburgh kentinden 40 yıllık bir feribota bindum. Geçtiğim göl, Amerika’nın altıncı büyük gölü Champlain’di. Deniz gibi uçsuz bucaksızdı. Bölgeyi 1647 yılında bulan Fransız Kaşif Samuel Champlain’in adını taşıyordu. Çocukluğumda okuduğum Teksas veya diğer adıyla Çelik Bilek adlı çizgi romanda görmüştüm buraları. Kafasında, kuyruklu kürk şapkası, çıplak teninin üstünde yine kürk yeleği, uzun konçlu çizmeleri, kalın pazuları, atletik yapısı ile Çelik Bilek buralarda dolaşırdı. Tabii yanında, burnunun üstü çilli Rodi ve göbekli sarhoş Profesör de onunla birlikte olurdu hep. Çelik Bilek, işgalci Kırmızı Ceketliler’in (İngiliz askerlerinin) belalısıydı. Tek başına onlarcasının hakkından gelirdi. Bu bağımsızlık savaşçısı, aynı zamanda bir doğa dostuydu. Kürk avcılarıyla mücadeleye girer, onların tuzaklarına düşen kunduzları kurtarırdı.

MC DONALD’S OLMAYAN TEK KENT

Hedefimde önce Burlington kenti vardı, çünkü acıkmıştım. Ormanların içinde kaybolmadan önce karnımı doyurmak istiyordum. Burlington, 40 bin nüfusu ile Amerika’nın en küçük kentlerinden biri. Bütün yaşam, trafiğe kapalı olan Church caddesinde dönüyor. Kafeleri, lokantaları, sokak çalgıcıları ile Fransa esintileri sunuyor. Caddeyi bir aşağı bir yukarı yürüdüm, kent bitti. Bir lokantada yörenin yassı ekmeği ile yapılmış pizza benzeri bir yemek yedim. Aslında eyaletin başkenti Montpelier’e gitmek istiyordum. Orasının asi bir kent olduğunu duymuştum. Amerika’da McDonald’s dükkanı olmayan tek kentti burası. Bu direniş çok hoşuma gitmişti. Aslında Burligton da, geçen seçim kampanyası sırasında Başkan Bush’u kente sokmamıştı. Vermont ayrıca köleliği yasaklayan ilk eyalet olmuştu. Bu asi ve özgürlükçü eyalete fazla zaman ayıramadığım için üzüldüm.
Yemekten sonra zamanı fazla hırpalamadan doğanın içine doğru hareket ettim. Yerleşim yerlerinden uzaklaştıkça yol tarlaların arasına saptı. At çiftliklerinin önünden geçti. İnek sürülerinin çevresinden dolandı. Vermont, Amerika’da en fazla ineğin bulunduğu eyalet. Onun için süt ürünleri, özellikle peynircilik oldukça gelişmiş. Her adım başında bir peynir imalathanesi var. Ben de buralarda durup peynir tadımı yaptım, ne zaman ve nasıl tüketeceğimi bilemediğim peynirler satın aldım.

SU PERİLERİNİN SESLERİ

Ormanların içinden geçerken, şarkı söyleyen su perilerinin seslerini duyuyordum. Şıpır şıpır bu melodiler, göremediğim şelalelerden geliyordu. Sesini duyduğum kuşları da göremiyordum. Ağaçlar hepsini saklamış, ön plana, yeşil yosunlu gövdelerini, renk cümbüşüne dönmüş yapraklarını çıkarmışlardı. Yol kenarlarında park etmiş arabalardan çıkanlar, fotoğraf makineleri ile durmadan bu görüntüleri topluyorlardı.
Bu toprakların asıl sahipleri, Abenaki ve İroquois yerlileri. Onların ruhları, ormanların derinliklerinde hala ok atıp duruyordu sanki. Soluk benizli beyazlar, onları topraklarından sürmüşlerdi ama ruhlarını yakalayamamışlardı. Onlar kuş olmuş, şelaleye dönüşmüş, büyüklü küçüklü derelerle akmış, yosun olup ağaçlara sarılmış, yüzlerindeki renklerle yaprakları boyayıp, dallara asılmışlardı. Onun için bu eyalette doğa, insanın iliklerine işleyecek kadar güzel.
Ruhumu ağaçların arasında bırakıp, geldiğim yollardan gerisin geriye döndüm. Muhteşem bir doğanın içinde yaşamınıza renk katmak isterseniz, Vermont adını bir kenara yazın. Sonbaharınız renklensin.

False