GeriSeyahat Burada her şey kendi renginde: Antalya
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Burada her şey kendi renginde: Antalya

Burada her şey kendi renginde: Antalya

Antalya’dayım. Her gelişimde bana kucak açan ama tüm güzelliklerini yine de ele vermeyen Antalya’da. Kaleiçi’nin ise bambaşka bir atmosfer var. Burası geçmişle bugünün buluştuğu benzersiz bir konuma sahip. Limandan dağların görünüşü de. Testere gibi keskin doruklu dağların, yamaçların, sarp kayalıkların izdüşümünde, geçmiş günlerin anısıyla baş başayım.

Buraya ilk kez yolum düştüğünde yirmi yaşındaydım. Kırk yıldan fazla olmuş. Limana inen dar sokaklar boyunca eski, sıvaları yer yer dökülmüş cumbalı evler, konaklar, gizli bahçeler, boş arsalar anımsıyorum. Surların içinden otlar fışkırıyor ve bunaltıcı sıcakta, gündüz vakti, in cin top oynuyordu. Çöp tenekelerine dadanan obur kediler bile görünmüyordu ortalıkta. Kuytu liman da kendi kaderine terkedilmiş gibiydi, öyle yalnız, teknesiz. Mescitin kesme taştan duvarları, ahşap minaresi ve altında kaynayan pırıl pırıl, buz gibi suyu bir eski zaman düşündeymişim duygusu uyandırıyordu. Elimi suya sokunca ürpermiştim.

Burada her şey kendi renginde: Antalya

Şimdi yaz. Aylardan temmuz. Güneş, Cemal Süreya’nın deyimiyle “Akdeniz uygarlığının nöbetçisi”, ısıtıyor ve yakıyor. Antalya’da, Kaleiçi’nin mimari dokusu çok iyi korunmuş. Eski evlerin neredeyse tümü (en görkemlisi Hâkim Konağı hariç) restore edilip otel ve pansiyonlara, lokantalara dönüştürülmüş. Bunların içinde Tuvana Hotel, hiç kuşku yok en iyisi. Sekiz eski konağın restorasyonu sonucunda, adeta bir külliyeden oluşan, butik otel tarzında düzenlenmiş. Havuzu turkuvaz renginde, odaları maun ve beyaz. Üç ayrı lokantasında, yöresel tatlar da dahil bin bir çeşit lezzet var. ‘Tuvana’ Hititler döneminden kalma bir bayramın adı. İlkyaz şenlikleri de denilebilir. Doğrusu çevreye yakışan bir ad, her ne kadar eski Likya uygarlığının beşiği Antalya’da olsak da. Palmiye, muşmula ve akasyaların gölgesinde ülkemizin bu en güzel coğrafyasındaki olumsuz gelişmeyi, kıyı boyunca beton yapılaşmanın yol açtığı çevre sorunlarını, rant hırsıyla doğayı tarumar eden bir anlayışın gerçekleştirdiği yıkımı düşünüyorum. Cahit Sıtkı “Bu kaçıncı bahçe gördüğüm tarumar ?” diye soruyordu ‘Otuz Beş Yaş’ şiirinde. Burada, Kaleiçinde ‘tarumar bahçe’ görmedim. Her biri, taş duvarları, begonvilli avluları, havuz ve çimleriyle saklı cennetlerdi.

Burada her şey kendi renginde: Antalya

Burada her şey kendi renginde: Antalya

İyimserlik ve umudun mekânı

Antalya’nın, öznel coğrafyamda, çok ayrı bir yeri olduğunu söylemeliyim. İlk kitabım ‘Uzun Sürmüş Bir Yaz’a, denize inen dağları, güneşi ve akarsularıyla, karanlık kuzey kentlerinin karşıtı, iyimserlik ve umudu çağrıştıran bir mekân olarak yansımıştı:

Burada her şey kendi renginde: Antalya

Burada her şey kendi renginde: Antalya

“Denize karşı oturduğum kahvenin masalarına güneş vuruyor. İlkyaz güneşi. Yalnız değilim, içim kalabalık. İçim insanlarla, dünyayla dolu. Akdeniz kıyısına ilkyaz gelir gelmez güneş suları ısıtmaya, sokakları, evlerin kırmızı kiremitlerini iyice aydınlatmaya başlıyor. Beyaz badanalı duvarların içlerine dek süzülüyor ışık. Dağlar var uzakta. Denize doğru diklemesine iniyorlar. Ama mavileri hiçbir süre denizin mavisine karışmıyor. Gök de mavi bulutlar da. Ama göğün rengi gök mavisi. Bulutlar bulut mavisini içmişler. İyice beyazlaşmış üstleri. Esen ılık rüzgârla uzağa, Akdeniz’in başka kıyılarına savruluyorlar. Bu kentte her şey kendi renginde, kendisini anlatıyor”.
Daha sonra başka kitaplarımda da söz ettim Antalya’dan, artık geride kalan, bir avuç küle dönüşen anılardan, bir daha bana dönmeyecek sevgililerle aramızdan erken ayrılan dostlardan. Elmalı’da Hacı Bektaş’ın halifesi Abdal Musa’nın tekkesini ziyaret ettiğim de oldu, Alâiye Bey’i Kaygusuz Abdal’ın izini sürdüğüm de. Yeni Osmanlı aşiretiyle birlikte yollara düşüp ‘Söbüce’ yaylasına çıktığım da. Orada, güneş Bey dağlarının ardından batarken Zeynep Bacı’dan dinlediğim ‘boğaz’lar ve ‘ağıtlar’ halâ kulaklarımda yankılanır.

Burada her şey kendi renginde: Antalya

Bu kez Koç Üniversitesi Suna-İnan Kıraç Akdeniz Araştırma Merkezi’nin düzenlediği bir etkinliğe katılmak için geldim Antalya’ya. Gelir gelmez de soluğu Kaleiçi’nde aldım. Paris’ten arkadaşım sevgili Levent Yılmaz ve ekibinin canlandırdığı merkez, kütüphanesi, yayınları ve gerçekleştirdiği etkinliklerin düzeyiyle kentin kültür hayatına önemli katkı sağlıyor. Bir önceki gelişimde Akdeniz Üniversitesi’nin konuğuydum. Palmiyeli geniş caddeleri, verimli topraktan fışkıran yeşil alanları, tüm tesisleri, lokanta ve kafeleri (genelde ‘Takıl Kafe’ye takılıyordum) hatta tam teşekküllü hastanesiyle kent içinde bir küçük kent gibiydi. Göletler, havuzlar, manolya ağaçlarıyla çevriliydi. Doğa sevgimi, büyük ölçüde bu kente borçlu olduğumu itiraf etmeliyim. Yalnızca doğa sevgimi değil, Akdeniz’e duyduğum ilgi ve yakınlığı da.

False