GeriSeyahat Bulutlara giden tren
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Bulutlara giden tren

Bulutlara giden tren

Bu kez çok uzaklardan bahsedeceğim...Dünyanın öbür ucunda yaptığım bir tren yolculuğunu anlatacağım. Bu tren Arjantin'den kalkıyor, And Dağları'ndaki bulutları aşıp Şili sınırında yolcularını indiriyor. Bu hafta bu trene binip, zirvelerde dolaşacağız.

Salta'dayım...

Dünyanın taa diğer ucunda... Arjantin'in, sırtını And dağlarına yaslamış küçük kentlerinden biri... Bir sınır kenti. Dağları, çölleri aştıktan sonra karşıda Şili var.

İstanbul'dan evden çıkalı tam 36 saat oldu. Londra, Rio de Janerio, Buenos Aires ve sonunda Salta.. Havaalanlarında koşuşturmak, beklemek, saatler boyu uçmak, gümrükler, pasaport kontrolleri. Küçük otelin, küçük odasındaki yatağın üstüne düştüğümde yorgunluktan ölecek gibiydim...

Ne işim vardı Salta'da?.. Belirgin bir amacım yoktu. Bu küçük kentte bir gece kalacak, oradan 'Bulutlara Giden Tren'e binecek, And dağlarının zirvelerinden birinde, beni Atacama Çölü'nü geçirecek kamyonla buluşacaktım.. Bu maceranın tüm bu yorgunluğa değip, değmeyeceğini kestiremiyordum.

Uyuya kalmışım. Saatime baktım. 1,5 saat geçmiş odaya geldiğimden beri. Yataktan güç bela kalktım. Sırt çantamdan temiz çamaşırlarla, buruşuk bir gömlek çıkardım. Sıcak duşun altında uzun uzun yıkandım. Bir zımpara kadar sert havluyla kurulanırken kendimi daha dinç hissediyordum.

Aynanın karşısında saçıma, başıma çeki düzen verdim. Buruşuk gömleğimi çekiştirerek düzeltmeye çalıştım. Boynuma sarı bir fular bağladım. Bir Latin gecesinin ne gibi sürprizlere gebe olduğu belli olmazdı. Otelin barı oldukça kalabalıktı. Tezgahın bir ucuna iliştim.

BİRANIN İSPANYOLCASI

Soğukça bir bira istedim. Barmen ne istediğimi anlamadığını işaret etti. Birkaç dilden 'bira' demeye çalıştım. Bu kelimenin beş aşağı, beş yukarı hemen her dilde aynı şekilde söylendiğini düşünüyordum. Barmen anlamamakta ısrar edince ne diyeceğimi şaşırdım. Etrafı kolaçan ederken, duvarda bira reklamının yapıldığı posteri gördüm. Barmene şişeyi gösterdim... ‘Servesa...servesa’ diye kahkahayı patlatınca, biranın İspanyolcasını, bir daha unutmamak üzere öğrendim...

Biradan sonra bir ‘Tekila Sunrise’ söyledim. Buzlu-limonlu tat damağıma değince, isabetli bir iş yaptığımı anladım.

Yemek yiyememiştim. Onun için kendimi bir kurt kadar aç hissediyordum. Resepsiyondaki İngilizce bilmeyen görevliden uzun uğraşlardan sonra iyi bir lokantanın adresini aldım. Fazla uzakta olmadığı için yürüyerek gittim. İçerideki kalabalığa bakılırsa doğru bir adrese gelmiştim. Az pişmiş bir Arjantin bifteği, yanına parmak kalınlığında doğranmış ‘home made’ patates kızartması ve paraya kıyıp, Malbec üzümünün en kaliteli örneklerinden bir kırmızı şarap ısmarladım. Yarından itibaren zorlu bir yolculuğa çıkacaktım. Bir süre bu yemeklere hasret kalacağımı biliyordum. Onun için kilo, kolesterol, tansiyon gibi belaları kafamdan sildim: En zararlı lezzetlerle kendime güzel bir ziyafet çektim.

KOKA YAPRAKLARI

Lokantadan çıkınca, peşime 3 küçük boyacı çocuk takıldı. Ayağımdaki lastik pabuçları gösterip, bunların boyanmayacağını söyledim. Ama onlar inatla, otelin kapısına kadar beni izlediler. Dayanamadım, her birine birer dolar verdim. Sevinçlerini görünce ben de çok sevindim.

Ertesi gün erkenden uyandım. Sırt çantamı yüklendim. Bir taksiye binip, tren garına gittim. ‘Tren A La Nubes-Bulutlara Giden Tren’ den bir bilet aldım. Camın kenarında bir yer istediğimi anlatıncaya kadar akla karayı seçtim.

Trenin kalkmasına bir saat vardı. Çantamı koltuğun üstüne koyup, perondaki seyyar satıcıların arasında dolaşmaya başladım. Birkaç Amerikalı gencin, bir tezgahtan naylon torbanın içine yeşil yapraklar doldurduklarını gördüm. Ne olduğunu sordum, ‘koka yaprağı’ olduğunu söylediler. Neye yaradığını da şöyle anlattılar: ‘Çiğneyip hamur halinde dilinin altında tutarsan yükseklerde miden bulunmaz... Uykunu kaçırır ayrıca güç de verir...’ Bunun üzerine yarım torba koka yaprağı da ben aldım. Yanlarından uzaklaşırken sarışın olanı, ‘sınıra gelirken kokanı pencereden at, Şili'de bu yasaktır, başına iş açarsın’ diye uyardı.

Kalkışa az bir zaman kala yerime oturdum. Karşımda yaşını kestiremediğim bir adamla, bir kadın oturuyordu. İkisinin başında da And Dağı köylülerinin giydiği türden fötr şapka vardı. Kadın kuzguni siyah saçlarını yandan ikiye ayırıp örmüştü. İki uzun düdükten sonra tren hareket etti. Kısa bir süre sonra Salta gerilerde kaldı.

Tren önce kurumuş nehir yataklarını geçti. Kızıl-kahverengi kayaların olduğu dağlara doğru yol almaya başladı. Vadiden ayrılıp, dağın eteklerine varınca dev kaktüsleri gördüm. Halbuki kaktüsleri çöl bitkisi sanırdım. Uzaklarda And dağları belirince heyecanlandım. Camdan bakmaktan karşımda oturan çifti unutmuştum. Onların manzarayla pek ilgileri yoktu. Kadın başını adamın omuzuna yaslamıştı. İkisi de uyuyordu. Alnımı cama dayayıp yorgun ve meraklı gözlerimle etrafı seyretmeye koyuldum. Arada bir Alpaka sürülerini görüyordum. Gökyüzünde ise bu dağların meşhur kuşları Kondorlar görüntüye giriyordu. Dünyanın bu en büyük kuşları yükseklerde süzülüp, karnını doyuracak bir leş arıyorlardı.

NEFESSİZ KALINCA

Kalkıp, restoran bölümüne geçtim. Kızlı, erkekli bir turist grubu, küçük barın etrafında sohbeti koyultmuşlardı. Bir duble viski söyledim. Onlarla çene yarıştırmaya hiç niyetim yoktu. Pencerenin kıyısına dikilip, trenin döne döne yükselişini seyretmeye koyuldum. Yükseklik arttıkça, bitki örtüsü yerini sarı çalılara terk ediyordu. Uzaklarda görünen zirveler çorak topraklardı.

İkinci viskiyi istediğimde, turist grubundan biri uyardı: ‘4000 metreyi geçince içmeyi kes. Zararlı olabilir. Hem sanırım kusmaktan, içmeye fırsat bulamayacaksın...’ Şaşırdım. Ben 4 bin metreye kadar çıkacağımızı tahmin etmiyordum. Onun söylediğine göre 4 bin metrenin de üstüne çıkacaktık... Birden heyecanlandım... ‘Boşu boşuna Bulutlara Giden Tren dememişler’ diye düşündüm.

Yabancılardan biri kolundaki yükseklik ölçere baktı... ‘3 bini geçtik. Hadi yerlerimize oturalım’ dedi. Onlarla birlikte bende yerime geçtim. Bir süre sonra nefes almakta zorlandığımı hissetim. Ve de çok yorulduğumu. Kilometrelerce koşmuş kadar yorgundum. Parmağımı dahi kımıldatmak istemiyordum. Kulaklarım çatırdıyordu. Sakaklarım mengeneyle sıkıştırılıyormuş gibi zonklamaya başladı. Nefes almak için burun deliklerim yetmediği için ağzımdan soluyordum.

Sanırım 4 bin metrenin üstünde gidiyorduk. Tren arada bir köylerin içinden geçiyordu. Yol kenarında el sallayan çocuklara karşılık vermek istiyordum ama kolum yerinden kalkmıyordu. Koltuğun üstünde hareketsiz bir külçe gibiydim En ufak bir harekette soluk soluğa kalıyordum. Aklıma koka yaprakları geldi. Binbir güçlükle naylon torbayı çantamdan çıkardım. Bir tutam yaprağı ağzıma atıp çiğnedim. Bütün damağımı kinin acısı bir tat kapladı. Hamur haline getirdiğim yaprakları, tarif edildiği gibi avurduma (dişlerimle, yanağımın arasına) sıkıştırdım.

Tuvalete gitmem gerekiyordu ama üşeniyordum. Daha doğrusu yorgundum ve yürüyecek halim yoktu. Altı saatten beri oturuyordum ve ölesiye yorulmuştum. Tutuna tutuna yerimden kalkıp, koridora çıktım. Tuvaletin önünde uzun bir kuyrukla karşılaştım. Bekleyenlerin hepsi, Batılı turistlerdi ve öğüre öğüre kusuyorlardı. Sıram geldiğinde kokudan midem bulandı.

Yerime oturduktan bir süre sonra tren bir istasyonda durdu. San Antonio De Los Cobzes adlı bir kasabaya gelmiştik. Karşımda oturan çift burada indi. Ben de istemeye istemeye hava almak için perona indim. Bir anda etrafımı çocuklar sardı. Bana ‘atkı, şapka, kazak’ gibi yerel şeyler satmaya çalışıyorlardı. Bazıları da para karşılığında yanlarındaki lamayı okşatmak istiyorlardı. En küçüklerini kıramadım. And Dağları'nın zirvesinden söküldüğünü öne sürdüğü küçük taşları satın aldım.

Tekrar yerime oturduğumda nefes nefese kalmıştım. Tren yeniden hareket etti. Yerlilerin boşalttığı koltuklara, barda tanıdığım turistler oturmuştu. Pencereden akıp giden manzaralara öylesine bakıyordum. Bir süre sonra iyice nefes alamaz oldum. Karşımdaki kolundaki alete baktı, '4 bin 100 metredeyiz' dedi. İlk kez bu kadar yükselmiştim. 15 dakika sonra 'şimdi 4 bin 500 metreyi' geçtik dedi. Yanımdaki adam, ağzını tutarak koridora fırladı.

Yorgundum ve sadece şakaklarım zonkluyordu. Allahtan midem diğerleri gibi bulanmıyordu. Artık kaç metrede olduğumuzu da tahmin edebiliyordum. Nefesim biraz açılır gibi olursa 3 bin metrenin altında olduğumuzu, nefesin tıkanıp, şakaklarım zonklamaya başlarsa 4 bin 500 metreyi aştığımızı biliyordum.

ZİRVEDE FUTBOL MAÇI

Bir saat sonra ikinci bir köyde daha durduk. Pencereden baktığımda uzaklardaki tuz çölünün muhteşem manzarasını gördüm. Ama fotoğraf makinemi çıkarmaya üşeniyordum. Kendi kendime ‘bir daha buralara ne zaman geleceksin, üşenme kalk etrafın fotoğrafını çek’ diyordum. Ama üşengeçliğimi bir türlü üstümden atamıyordum. Uzun mücadelelerden sonra makinemi çıkardım, aşağıya inmeye halim olmadığı için, pencereden görünen manzaraları çekmekle yetindim. Tren hareket ettikten sonra gördüğüm manzara karşısında dehşete düştüm: Köyün gençleri, toprak bir sahada kıran kırana futbol maçı yapıyorlardı. Bu yükseklikte, böylesine nasıl koşturabildiklerine akıl erdiremedim. Ben nefes almakta zorlanıyordum, onların göğüsleri ise körük gibi inip çıkıyordu.

Karşımda oturan turist gurubu kusmaktan perişan olmuştu. Hele sarışın bombanın havası tümden sönmüş, makyajı birbirine karışmıştı. Kimsenin kimseyle konuşacak hali kalmamıştı. Hava karardı...

Geceyi trende koltuğun üstünde geçirecektim. Güneşin batmasıyla birlikte hava buz gibi oldu. Tedbirli gelmiştim. Sırt çantamdan kalınca bir kazak çıkardım. O da ısıtmayınca üstüne anorağamı giydim. Uyumak için gözlerimi kapattım. Dalacak gibi olurken birden nefesim kesiliyor, sıçrayarak uyanıyordum. Derin birkaç nefes aldıktan sonra tekrar uykuya dalıyor, tekrar nefessiz kalıp uyanıyordum. Bu çaba sabahın ilk ışıklarına kadar sürdü.

TOZ DUMAN İÇİNDE

Kendimi biraz daha iyi hissediyordum. Nefesim de düzelir gibi olmuştu. Yüksekliğe alıştığımı düşündüm. Karşımda oturana kolundaki altimetreye bakmasını söyledim. 2760 metrede olduğumuzu belirtti. Yani hiçbir şeye alışmamıştım. Sadece tren zirveden aşağıya doğru inmişti. Öğleye doğru ineceğim istasyona geldim. Toparlandım. Kimseyle vedalaşmadan istasyona indim. Adımın yazılı olduğu bir dosya kağıdını tutan yerli rehberin peşine takılıp, beni çöle götürecek kamyona doğru ilerledim.

Benden önce gelenler kamyonun arkasındaki yerlerini almışlardı. Hepsinin yüzünde toz maskesi vardı. Başlarını da sıkı sıkıya sarmışlardı. Nedenini sordum. Çölde yolculuk yapacağımız için çok toz kalkacağını, kum zerreciklerinden korunmak iyi sarınmak gerektiğini anlattılar. Önce fotoğraf makinelerimi gömleklerimle sarmaladım. Sonra maskemi taktım. Beremi mümkün olduğunca aşağıya doğru çekiştirdim. Kamyon hareket edince, beyaz bir toz dumanı yükseldi. Etraf görünmez oldu. Ve iki gün süren yolculuk boyunca da toz bulutu üsütümüzden hiç kalkmadı. Kimseyle konuşamadığım için ‘Bulutlara Giden Tren’i düşündüm. Yolculuğun, adı kadar romantik olmadığına karar verdim. And Dağları'nın eteklerinden gidecek bir trende daha çok eğleneceğime inandım.
False