GeriSeyahat Bu trenin acelesi yok
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Bu trenin acelesi yok

Bu trenin acelesi yok

Faruk BİLDİRİCİ

Karayollarında her gün onlarca insanın trafik kazalarında öldüğü bir ülkede, demiryolları ne durumda? Bunu öğrenmenin en iyi yolu bir tren yolculuğuydu. Hem de nostaljik çağrışımlarla yüklü iki istasyon olan Haydarpaşa ve Kurtalan arasında bir yolculuk. Nurettin Kurt ile birlikte çıktığımız yolculuk 40 saatten fazla sürdü. Kaç istasyon geçtik? 80 miydi, yoksa daha mı fazla? Sayamadım. Trende yaşananları ve çevreyi gözlemek daha ilginçti.

Haydarpaşa Garı’nda, insanları, mavi neon ışıkları karşılıyor: ‘‘Boş ver boş ver arkadaşım ağlamak güzeldir.’’

Trenler ve gözyaşları arasında bir ilişki olduğu doğru. Ama yine de ağlamayı teşvik etmenin anlamı var mı? Amaç, Haydarpaşa'nın eski günlerini çağrıştırmaksa da bu yazı garip. Haydarpaşa'nın cıvıl cıvıl olduğu günleri, gözyaşlarını çağırarak geri getirmek mümkün mü? Haydarpaşa Garı, adına şarkılar söylenen, kalabalıklarla oynaşmaktan hoşlanan, savaşa giden askerleri, Anadolu'dan kente göçenlerin ilk ayak bastığı noktaymış.

Oysa artık 89 yıllık Haydarpaşa binası, Yeşilçam'ın yönetmenlerinin bile unuttuğu bir mekan. Taksi şoförlerinin bile sora sora bulabildiği bir adres. Üç beş dilencinin yakarışlarına hedef olduktan sonra girilebilen garın her köşesine sadece tarih değil tozlar da sinmiş. Ölgün bir hava sarmış her yanı. Ağır bir hava çökmüş. Hareketleri bile zorlaştıran ağırlıktan çalışanlar da etkilenmiş. Parmaklarını kımıldatırken bile zorlanıyorlar sanki. ‘‘Güney Ekspresi nereden kalkıyor?’’ sorusuna yanıt verirken de aynı ağırlık kendini gösteriyor.

Binanın içinde restorasyon için iskeleler kurulmuş. Kararan tavanın bir bölümünde tarihin perdesi aralanmış gibi. İlk günlerdeki parlak canlı renkler geri dönmüş. Bu canlılık henüz çok küçük bir bölümde. Kalan yerlerin tamamı badanalı. İsli beyaz...

Gardaki en büyük yenilik dönerciler. Camlarından deniz görülmeyen tarihi ‘Gar Lokantası’nın yanına sıra sıra dönerciler eklenmiş. Otobüs terminallerinde bilet satmak için kolunuzu çekiştiren simsarları hatırlatıyorlar. Her gelip geçene, uzun bir ‘‘Bıyrııın..' çekiyorlar. Buyrun dönere. Bu davetlere aldırış edenler çok az. Garın konuklarının çoğunun acelesi var, banliyö trenlerine yetişmek için koşuyorlar. Onların ağlamaya bile vakitleri yok.

İstasyonun bir köşesinde bir hareketlilik yaşanıyor. Yemen'e giden Osmanlı askerlerine hiç benzemeyen 10 kadar asker, bir askeri kamyondan derme çatma kafesler indiriyor. Yontulmamış tahtalar gelişigüzel çivilenerek yapılan ilkel kafeslerin kapıları da telle bağlanmış. Her kafese bir Alman kurt köpeği yerleştirilmiş. Köpeklerin daracık kafeslerde hareket edebilmeleri mümkün değil. Üstelik tasmalarla sıkı sıkıya bağlanmışlar. Önlerine de eski yağ tenekelerinden kesilmiş su kapları konulmuş. Köpeklerin adları, kapıların üzerine tükenmez kalemle yazılmış: İva, Laki, Cellat.. Zavallı köpekler, kafesin her hareketinde ürküp, havlıyorlar. Havlamaları, garın alışık olmadığı seslerden.

Yanaşıp, bir askere soruyoruz. ‘‘Bu köpekler nereye gidiyor?’’ Dönüp, şüpheli bir bakış fırlatıyor. Gözbebekleri de inanmış; yüzünün her çizgisi de. O dünyanın en önemli işini yapıyor. Gizli operasyonu öğrenmeye kalkan meçhul yolculara karşı ketum davranıyor: ‘‘Bir şey sorma arkadaşım...’’ Cevap vermemekle kalsa yine iyi. Yeni sorunun da yollarını tıkıyor. Aslında askerin cevabı, değişimin resmiydi. ‘Yassah hemşerim...' dememişti.

Köpeklerden uzaklaşıp, ‘6. Yol'u aramaya başlıyoruz. ‘Kurtalan Ekspresi' adıyla ünlenen, Barış Manço'nun orkestrasına esin kaynağı olan ekspres oradan kalkacaktı. ‘Kurtalan ekspresi'nin demiryolcuların dilindeki adı, ‘Güney Ekspresi'.

Ekspres, demiryolunda moda renkler olan mavi değil, kırmızıya çalan turuncu ve siyaha boyanmış. Dumanlar, vagonların rengini, eski ‘kara tren'leri aratmayacak kadar siyaha dönüştürmüş. Yük vagonunun kapısı açık. Yine köpeklerle karşılaşıyoruz. Akülü bir taşıyıcının getirdiği kafesler, vagona yükleniyor. Kenarda duran iki subay da yüklemeyi gözlüyor; deftere notlar alıyor. Onlar erlerin aksine sivil giysili. Şansımızı bir daha deniyoruz: ‘‘Köpekler nereye gidiyor?’’. Güleryüzlü bir yanıt geliyor: ‘‘Diyarbakır'a.’’ Belli ki PKK'ya karşı operasyonlarda kullanılmak üzere yetiştirilmiş özel köpekler bunlar. ‘‘Bu köpekler nereden geldi?’’ Gururlu bir bakışla karşılaşıyoruz; ‘‘Biz yetiştirdik. Alman kurt köpekleri.’’ Ardından defterine dönüyor; 13 kafesin yüklendiğini not ediyor.

40 saat aç geçer mi?

Daha ilk adımda ilk sürprizle karşılaşıyoruz. Kondüktör, yerimizi gösteriyor. ‘‘Nereye gidiyorsunuz?’’ diyor. ‘Kurtalan' deyince hafiften gülümsüyor. Elimizde yiyecek torbaları olmadığını görmüş olsa gerek. ‘‘Trende yemekli vagon yok.’’ Şaşırıyoruz. ‘‘Nasıl olur? Bilet alırken sorduk, yemekli vagon olduğunu söylediler.’’ O kendinden emin konuşuyor. ‘‘Pazartesi ve Çarşamba günü kalkan Güney Ekspresleri’nde var. Ama bunda yok.’’ Neden? ‘‘Kimse gidip orada yemek yemiyordu. Yemekli vagon boşuna gidip geliyordu. Onun için kaldırdılar. ’’

Tam isabet. En gariban treni yakalamışız. Vagonların en az 20-30 yıllık olduğunu da o an farkediyoruz. Bilseydik piknik sepetimizi yanımıza alırdık. 40 saatlik yolculuk açlıkla geçer mi? Koşarak trenden inip, yakındaki büfeden bisküvileri, meyva sularını, su şişelerini yüklenip dönüyoruz.

İnanılmaz bir şey! Elektrikli lokomotif, tam vaktinde hareket etti. Tren, İstanbul'un karmaşık trafiğine inat, raylar üzerinde akıyordu. Uzun sürmedi. Tam üç dakika geçmişti ki, tren durdu. Saat 20.03 olmuş ve biz ilk istasyona gelmiştik: Söğütlüçeşme. Bir görevli yanımızdan geçiyordu. ‘‘Bu tren her istasyonda durur mu?’’ Görmüş geçirmiş olmak başka bir şey. Acemiliğimize gülümsedi:

- Bu ekspresin acelesi yok. Yavaş yavaş gider...

Öyle de oldu. Gecenin içinde, ezberlediği yolda ilerleyen ekspres, en küçük istasyonları bile selamlamadan geçmedi. Her istasyonda inenler, binenler oldu. İstasyonları en iyi bilenler seyyar satıcılardı. Kimi istasyonlar simitçiyi, kimileri de pişmaniyecileri trene taşıdı. Koridorlarda dolaşan satıcıların sesleri, rayların kulak dolduran o bildik takırtılarına eşlik etti.

Yük vagonunun görevlisi her istasyonda inip, arkaya koştu. ‘‘Kapının anahtarı yok. Yolda açılıp duruyor.’’ Kapıyı kapatsa da köpeklerin seslerini öndeki vagona kadar ulaşıyordu. Rayların takırtılarındaki en küçük bir farklılaşma, köpeklerin koro halinde havlamalarına neden oluyordu. Bakıcı erlerin, çok durulan büyük istasyonlarda gidip sularını, yiyeceklerini vermesi de durumu değiştirmiyordu.

Tren, İzmit'ten sonra sahilden ayrıldı; denizdeki teknelerin ışıltılarının oluşturduğu tablolar da tükendi. Camlardan görünen tek manzara deliksiz karanlıktı.

Dört vagonun tüm kompartımanları doluydu. Sohbetler çoğunlukla geçim ve politika üzerineydi. Tren ve zaman birlikte ilerliyordu. Göz kapakları da giderek ağırlaşıyordu. O rahatsız koltuklarda, o sıkışıklıkta uyumak büyük maharet ya da alışkanlık istiyordu. Güç durumlara alışık vücutlar, Picasso'nun modellerini aratmayacak garip şekiller alıyordu.

Uykunun teslim alamadığı yolcular, koridorlara taşınıyordu. Kimisi sigarasını tellendirip, ağaçların, tepelerin silüetlerini gözlüyordu. Kimisi de memleketin problemleri üzerine formüller üretiyordu. Memleketi konuşanlar iki demiryolu emeklisiydi. Birinin emekli maaşı 32, diğerinin 35 milyondu. Paraları az ama zamanları boldu. Sabaha kadar koridorda kaldılar. Ortalık aydınlanırken vatanı kurtarmaktan yorgun düşmüşlerdi. Hemen çay demlemeye koştular. En büyük tutkuları oydu.

False