Son Güncelleme:
Bavyera denizinin adaları
Almanya'yı kelimenin tam anlamıyla koştura koştura geziyordum. Koca Hamburg ve Bremen'i 3 güne sığdırmış, oradan kan ter içinde Münih'e geçmiştim. Gezinin bu etabı da dört gün sürecek ve bu süre içinde Almanya'nın en büyük iki kenti Münih ve Berlin'i gezip görecektim.Kuzeyli Hamburg'tan koşup geldiğim güneyli Münih'te, hava pırıl pırıl güneşli ve sıcaktı. 48 kilometre uzaklıktaki Alp Dağları'ndan kopup gelen dondurucu rüzgarlar, henüz esmeye başlamamıştı. Bavulumu bagaja koyup, arabanın arkasına kuruldum. Rehberin anlattıklarını dinleyerek, kentin ilk görüntülerini seyretmeye başladım.Kentin adı, ‘Keşişlerin Yurdu’ anlamına geliyordu. Çünkü Münih, 1157 tarihinde keşişler için bir pazaryeri olarak kurulmuştu. Kentin görkemli tarihinde bir de kara nokta vardı. Adolf Hitler Nazi partisinin başına bu kentte geçmişti. Bu olayın gerçekleştiği bina şimdi, müzik akademisi olarak hizmet veriyordu. Rehberin üstünkörü anlatımından ve şoförün binanın önünde arabayı hızlandırmasından, bu konunun üstünde fazla durmak istemediklerini anladım.‘Zafer Kapısı’ndan geçip eski şehre girdik. Savaşta yüzde 60'ı yıkılan kentin, yeniden inşa edildiğine inanmakta zorlandım. Çünkü yıkılan binalar aynen yeniden yapılmıştı. Rehberin uyarıları olmasa hangi binanın yeni, hangi binanın asırlık olduğunu anlayamayacaktım. Binaların çoğunun ‘ithal mimari’ ile yapılmış olması dikkatimi çekti. Genellikle İtalya'daki ünlü binalar kopya edilmişti. Arada bir Fransa'dan da esintilere rastlanıyordu.BAVYERA'NIN TATLARIEski şehirde en çok ilgimi Viktualien Market çekti. Yan yana sıralanmış küçücük dükkanlarda, Bavyera'nın tüm lezzetlerini tatmak mümkündü. Sosisler, peynirler, pastalar, ekmekler, tezgahlara tüm tahrik edici görüntüleriyle dizilmişlerdi. Münih kentinin boğazına düşkün olduğu, her halinden belli oluyordu. Öğrendiğime göre kentte, ‘Michelin Yıldızı’ taşıyan tam 23 tane restoran vardı. Bu yıldızın hangi mekánlara ne şartlarla verildiğini iyi bilenlerden olduğum için, Münih'e olan hayranlığım bir kat daha arttı.Ben oradayken Münih, Ekim ayında yapılacak olan ünlü ‘Bira Festivali’ne hazırlanıyordu. Festivalin yapılacağı koca alana dev çadırlar kuruluyordu. Rehber, festivale 7 milyon ziyaretçinin beklendiğini, 16 gün boyunca gece gündüz durmadan bira içileceğini, bu festival sırasında satışa sunulan biraların alkol oranlarının, normalden fazla olduğunu, festivalin bittiği gece bu özel biraların da hemen satıştan kaldırıldığını anlattı.Yemeye, içmeye bu kadar düşkün olan kentte, sanatın da yeri baş köşedeydi. Onlarca özel galerinin yanı sıra, devletin kurduğu üç tane çok büyük modern sanat galerisi bulunuyordu. Sanat galerileri pazar günleri ücretsiz geziliyordu.Yollarda gezerken sık sık Türkçe kelimeler duyuyordum. Yan yana sıralanmış Türkçe isimli kuyumcuları, manavları, dönercileri, pastaneleri, dükkanları görünce kendimi bir an Türkiye'de sanıyor ve rehberimle Türkçe konuşmaya çalışıyordum. Münih'in, Türk nüfusun en yoğun yerlerden biri olduğunu bildiğim halde, yine de şaşırmaktan geri kalmıyordum. Onların buradaki varlığı karşısında, adlandıramadığım bir keyif duyuyordum.Akşam yemeğini Hofbraühaus denen Münih'e özgü bir mekánda yedim. Spor salonu büyüklüğündeki mekánda öylesine bir gürültü vardı ki, garsonlara sipariş vermekte zorlandım. Aslında karmaşık bir şey ısmarlamadım. Bütün Almanlar gibi, patates püresi ve sirkede haşlanmış lahana eşliğinde yenen meşhur sosisten istedim. Yemek boyunca, iki elinde on bardak taşıyan garsonları hayretle izledim. Çünkü her bir bardak, bir litre bira ile doluydu ve onlar bunları taşımakta hiç zorlanmıyorlardı.Otele geldiğimde vakit gece yarısına gelmişti. Bavulumu açmaya teşebbüs bile etmedim. Eşyalarımı buruşmaları konusunda özgür bırakıp, yatağın üstüne külçe gibi uzandım. GÖLDEKİ ADALARErtesi gün sabahın köründe başlayan programda, ‘Bavyera'nın Denizi’ diye bilinen Chiemsee Gölü'ne gidileceği yazılıydı. Arabanın arka koltuğuna oturup, siyah güneş gözlüklerimi taktım. Rehberin anlattıklarını dinlermiş gibi yapıp, bir saat süren yol boyunca yarım kalan uykumu tamamladım. Chiemsee kentinin istasyonundan 100 yıllık bir trene binip, göl kıyısına gittim. Göl üstünde sefer yapan 1926 yapımı bir vapurla, önce Herreninsel Adası'na (Erkekler Adası) geçtim. Rehberim adanın, bir zamanlar Piskoposluk merkezi olduğunu, Benedikten Manastırındaki rahipler nedeniyle buraya Erkekler Adası adı verildiğini anlattı. Fransa'daki ünlü Versailles Sarayı'na öykünerek yapılmış olan Bavyera Kraliyet Şatosu'nu ve ucu bucağı görülmeyen bahçeleri gezdim. Bahçenin tam ortasındayken başlayan sağanak yağmur beni gafil avladı. Saklanacak bir saçak altı bulamadığım için, iliklerime kadar ıslandım. Onun için de bu adadan çok iyi anılarla ayrılmadım.Gölün üstündeki ikinci adanın adı Fraueninsel idi (Kadınlar Adası). Bir zamanlar burada bulunan Benedikten rahibe manastırı nedeniyle, bu adada sadece kadınlar yaşamıştı. Birkaç kulaç ötedeki erkekler adası ile kadınlar adası arasında neler olup bittiğini, gizli kapaklı kalmış maceraları düşlemeye çalıştım. Şimdi her iki cinse de açık olan adanın, çiçeklerle süslenmiş evlerine hayran kaldım. Öğle yemeğinde, tahta çubuklara geçirilip, ateşin kenarına sıralanarak pişirilen göl balıklarının tadına baktım. Gölün üstündeki Krautinsel (Ot Adası) adlı üçüncü adaya ise uğramadan dönüş yoluna geçtim.İlan yoğunluğundan Almanya turunu bu hafta tamamlayamadım. Bu nedenle Berlin kısmını haftaya bırakıyorum.