Aşkın, hüznün, fadonun kenti Lizbon
Avrupa’nın en romantik kenti sevdiklerimin yaşadığı İstanbul olsa da daha görmeden kitaplardan sevmeye başladığım Lizbon âşık olunacak kadar kendini sevdiren, romantik bir kent. İçinden Boğaz genişliğinde bir nehir geçen ve yine İstanbul gibi 7 tepe üzerine kurulu bu şehir ruhunu Pessoa’dan, Saramago’dan ve daha nice şair ve yazardan alıyor
Editörüm arayıp “Avrupa’da senin için en romantik kent hangisiyse onunla ilgili bir yazı istiyorum” dediğinde, ona şöyle bir yanıt vermek istemiştim aslında:
“Bir kent, içinde sevdiğin biri yaşıyorsa bir evrendir.”
Lawrence Durrel, Justine’de böyle yazmış, ben de ezberlemiştim.
Bu nedenle benim için “Avrupa’nın en romantik kenti” her zaman bu bizim ‘küçük’ yedi tepeli şehrimiz oldu.
Ama editör sözünün üzerine söz söylemek olmaz, benim için en az İstanbul kadar romantik şehir bulmak da zor değil zaten, huzurlarınızda Lizbon!
Portekizli yazar Eça de Queiros, 1878’de yazdığı bir romanda, kahramanının ağzından Lizbon’u şöyle anlatıyordu zaten:
“Ne manzara diye haykırdı avukat ve şehre övgüler düzmeye başladı. Kesinlikle Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biriydi ve şehre giriş, ancak Konstantinopol ile karşılaştırılabilirdi.”
Benzerlik elbette coğrafi yapı ile ilgili, kent mimarisi açısından değil!
Gerçi Lizbon’un kenar mahallelerinde de tıpkı İstanbul’da olduğu kadar kişiliksiz binalar var, onu söylemiş olayım.
Lizbon da yedi tepe üzerinde kurulmuş.
Tam ortasından, bizim Boğaz kadar geniş Tejo Nehri geçiyor, kentin iki yakasını bizim Boğaziçi Köprüsü’nün ikizi sayılabilecek kadar benzeyen bir köprü birleştiriyor: Vasco de Gama Köprüsü!
Lizbon’a olan hayranlığım aslına bakarsanız kenti görmeden başlamıştı.
Saramago’nun ‘Körlük’ isimli romanını okurken bunu fark ettim: Romanı okurken gözümün önünde canlanan kent Lizbon’dan başka bir yer değildi. Saramago, romanında kentin adından hiç söz etmiyordu ama öyle hissediyordum.
Lizbon, uzun bir hafta sonu tatilinde rahatlıkla gezilebilecek bir kent.
18. yüzyılın başlarında Portekiz büyük bir denizci imparatorluktu, Brezilya, Macau, Angola, Mozambik gibi sömürgeleri vardı ve Lizbon da bu zenginliği yansıtan bir kentti.
Allah İstanbul’u esirgesin
1755 yılındaki büyük deprem her şeyi yerle bir etmiş. Binlerce mil uzaktaki Jamaika’da bile hissedilen depremde kentin 270 binlik nüfusunun 40 bini ölmüş. On dakika içinde art arda gelen üç büyük sarsıntı, ‘Tüm Azizler Günü’ nedeniyle kentteki yüz kadar kilisede yanmakta olan mumları da devirince binalar alevler içinde kalmış. Felaket bununla da bitmemiş, tsunami de kentin sahildeki mahallelerini silip süpürünce, geriye bir enkaz kalmış. Portekiz’in ve Lizbon’un altın çağı da bu felaketle birlikte sona ermiş. Yeri gelmişken “Allah İstanbul’u esirgesin” demeden de geçmeyelim, tahtaya vuralım!
Lizbon, depremden sonra yeniden inşa edilmiş. Bugünkü kent de o yılların kent tasarımcısı Marki de Pombal’ın eseri. Bizim gibi eski binaları yıkıp, yerlerine daha yenisini ve daha yükseğini yapma alışkanlıkları gelişmediği için de kişiliği olan bir kent olarak kalabilmiş, arnavutkaldırımlı dar sokakları, antik tramvayları, tepelere iniş-çıkışı kolaylaştıran asansörleriyle zamanın durduğu bir kent gibi.
Karo mozaikle döşenmiş zeminlerinin üzerindeki eski tahta masalarıyla küçük kahvehanelerde oturabilir, ‘pastelaria’lardan sokağa taşan mis kokuları takip ederek lezzetli pastalar yiyebilirsiniz.
25 ve 28 numaralı tramvaylarla şehir turu attıktan sonra, antik fünikülerle denize doğru bir yolculuk yapabilmek de mümkün. Arabalı vapurlara binip, ‘karşı tarafa’ uzanmak da! Dedim ya İstanbul’un bir benzeri bu şehir.
Zengin bir gece hayatı var, fado evleri, küçücük sokak arası barları, bugünün gençlerine hitap eden modern kulüpleriyle gece kolayca yatağa girmeyen bir kent görünümünde.
Michelin yıldızlı restoran avcıları için de seçenek var, geleneksel usullerle pişirilen deniz ürünleri meraklıları için de.
Ve elbette sanat galerileri! Avrupa’nın en ünlü sanat müzelerinden Gülbenkyan bu kentte. Museu Nacional de Arte Antiga’yı da görmek gerek, öğlen yemeği saatinde bahçesinde yemek de mümkün.
Vurun ama önce dinleyin
Cafe Brasileira’nın önündeki kaldırımda, bir masaya oturmuş kahvesini içen bir Pessoa heykeli var. Benim gibi turistler orada, o masaya oturup Pessoa ile kahve içebiliyorlar. Toprağı bol olsun, her gün o kahvede oturup gelip geçeni seyredermiş.
Praça Luis De Camoes’de -ki Camoes de Portekiz’in en ünlü şairlerinden biridir, her yıl doğum günü bu meydanda kutlanır- bu yüz yıllık kahveyi kolayca bulabilirsiniz.
Latif bir iklimi var, ben geçen yıl bu günlerde gündüzleri bir gömlekle, geceleri onun üzerine giydiğim ince bir mont ile idare edebildim. Rehber kitaplarında Lizbon için en iyi mevsimin nisan ile ekim sonu olduğu belirtiliyor, hava ne çok sıcak oluyormuş ne de soğuk.
Şimdi bunları okuyunca bir tereddüte düşmüş olabilirsiniz.
“Bu dediklerinden bulabileceğimiz Avrupa’da onlarca kent var, bunlar bir kenti romantik yapmaya yeter mi?” diyebilirsiniz.
Ben de “vurun ama önce dinleyin lütfen” diyeceğim.
Buyrun bu şiiri birlikte okuyalım:
“Bir martı geçiyor ve artıyor / Ve artıyor içimdeki duyarlık / Ah her rıhtım taştan bir karasevda! / Ve gemi çözdüğünde palamarı / Bir bakmışız ki açılıyor uzaklık / Rıhtımla gemi arasında / İşte o an anlatamadığım taptaze bir endişe bürür içimi / Hüzünlü karmakarışık duygular.”
Şiir Fernando Pessoa’ya ait, Lizbon’a âşık bir Portekizliye! Ve şiirinde anlattığı kent de Lizbon’dan başka bir yer değil.
Pessoa’nın, Saramago’nun kenti. Tabucchi’nin yaşarken âşık olup, kollarında öldüğü şehir.
Bir şehre ruhunu verenler kuşkusuz ki o şehre aşık yazarlardır ve kentin meydanlarında dolaşır, neredeyse her minik meydanda bir yazar, şair heykeli görürsünüz. Şehrin ruhu işte ondan gelir.
Ve orada aşık olduğunuz kadının beline sarılmış yürürken, denizden gelen meltemi yüzünüzde hissedersiniz.
Bir mahalle barında soluklanmak için bir ginginha (porto beyazı ve şeri brandy kokteyli) içerken, dudaklarına uzanabilirsiniz, martılar çığlık çığlığa tepenizde dolaşırken.
Pessoa şöyle yazmıştı:
“Yaşamak, bir başkası olmaktır. Ve insan bugün, dün hissettiği gibi hissediyorsa, hissetmek olanaksızdır. Dün hissedileni bugün de hissetmek, hissetmek değil, dün hissedilmiş olanı bugün de anımsamaktır yalnızca. Artık yok olmuş olan dünkü hayatın canlı cesedi olmaktır.”
Lizbon’da her gün bir başkası olmayı denemeye ne dersiniz?
Denize açılmış erkeğin ardından
Digitürk kanallarında yayımlanan Mentalist dizisini seyrettiniz mi hiç, bilmiyorum ama orada baş oyunculardan birinin ismi Lizbon.
Tabii ki bizim gibi ‘z’ ile değil, ‘s’ ile yazıyorlar Lizbon’u. Teresa Lisbon!
Oyuncunun gerçek ismi Robin Tunney ama buna kim aldırır ki, biz onu Lizbon olarak tanıyoruz. Sizi bilmem ama ben bayılıyorum!
Bunu çok düşündüm, “Ben neden bu kadını beğeniyorum” diye yani!
Derin felsefi açıklamalar yapmayacağım, zaten beceremem de.
Beğeniyorum ama aslına bakarsanız hiç tipim değil.
Evet, güzel bir kız, çirkin dersem Allah taş eder ama tipim değil, ne yapayım?
Fakat yine de onda bana Lizbon kentini hatırlatan bir şeyler var.
Bakışları hüzünlü.
Espri yeteneğinin çok geliştiğini de söyleyemem ama zaten hangimiz, herkesin yaptığı esprileri anlayabiliyoruz ki, hele de benimkileri kim anlayabiliyor ki?
Neyse, sorun bu değil zaten.
Lizbon’a gittiğinizde (hayır Robin Tunney ile bir akşamüstü içkisi için buluştuğunuzdan değil, şehirden söz ediyorum), içinizde anlamsız bir hüznün de boy vermekte olduğunu hissedeceksiniz.
Havasından mıdır, suyundan mıdır, orasını bilmem.
Kentin o eski tramvaylarından, sizi çağıran denize doğru indiğinizde o duygu daha da büyüyor.
Okyanus, sizi hem çekiyor hem itiyor gibi. Aynen, Robin Tunney’in gözleri.
O gözler bana, Lizbon’da limandan ayrılan kâşiflerin gemilerine bakan kadınları düşündürtüyor hep.
Bağımsız kalbin şarkısı
Fado diye bildiğimiz müzik türü, Portekiz halk şarkılarıdır. Kelime olarak kesin bir çevirisinden söz edemeyiz, bir isim çünkü. Ama anlamı ‘kader’ ve ‘alınyazısı’ ile ilgilidir.
Balıkçı ya da denizci sevgililerini, denize uğurlayan ve bir gün geri dönecekler umuduyla her sabah kiliseden çıkınca limana giden kadınların umutsuzluğundan doğmuş bir müzik türüdür.
Özlem doludur.
Hiç dönmeyecek bir denizcinin kokusunu özlemek ile ilgilidir.
Şimdi bu kokuyu tarif etsem, iyi olmaz tabii. Sabun yok, tatlı su yok, ne kadar temizlenebiliyorsan o kadar temizlenirsin, güneşte kurutulmuş balık gibi kokarsın ama seven kadın için bunun bir anlamı yoktur. O, o kokuyu özler.
Nostaljik bir yönü de vardır. Bir kadın düşünün. Sevgilisi sabah tıraşını olmuş, temiz giysilerini giymiş, o mutfakta yumurta pişiriyor. Sevgili arkadan gelir, beline sarılır kadının. Hem romantizm vardır hem hınzırlık, erotizm. O duyguyu özler kadın.
Mutluluktur bunu hatırlamak. Kollarına teslim olduğun erkeğin dudaklarında hissettiği şey aşktır!
İşte o kadınların duyguları, aşkları, teslim oluşları, isyanları, özlemleri fado dediğimiz müzik türünde can bulur.
Gerçek kadınlardır onlar. Kalpleri hem birisine sonsuza kadar bağlıdır hem de bağımsızdır. Köle oldukları için değil, sevdikleri için çarpar kalpleri.
Bakın duygulandım yine.
Amalia Rodriguez’den, fadonun divasından bir şarkı dinleyelim. Coracao Independente! ‘Bağımsız kalp’ anlamına geliyor.
Yanında bir kadeh kırmızı şarap iyi gider, gözlerinizi kapatın ve hayatınızın kadınını ya da erkeğini hayal edin.
Denize gitmiş, büyük ihtimalle
geri dönmeyecek!
Hey yavrum hey, ne günlerdi onlar!