Alp’lerin zarif prensesi: Hallstatt
Hallstatt öyle ki, birçok gezginin öncelikli kısa listesinde olan hatta çoktan görülmüş olan. "Aman Allah’ım ben hayatta mıyım?" dedirten bir diyar! Ya da yazın görülmüşse kışın karlı görüntüleri de seyretmek istenilen ve bağımlılık yaratacak kadar çekici olan... Sadece görsel mi? Elbette hayır... Yaşayanları, esnafı ve atmosferiyle de özel bir yer Hallstatt... Derin bir nefes aldığınızda öyle ciğerlerin en ucuna kadar gidiyor ki, sanki tüm vücut canlanarak yeniden doğmuş gibi oluyor. İşte size Hallstatt gezi rehberi...
Hakikaten oraya tren istasyonundan tekne ile yaklaşırken cildimin gerildiğini, yüzümün tazelendiğini ve enerjimdeki farkı o kadar hissettim ki… Alp dağları, göl ve sıkı orman ağaçları yamacında küçük tahta sevimli evler ve tam önündeki minik kilisesiyle yeni bir şarkı, tablo ve eseri başlatacak gibi ilham veren güçte bir doğa harikası burası. Ve tabii ki UNESCO koruması altında olan bir küçük köy. Nüfusu çok az, üstelik kışın çoğu burayı terk ediyor. Geriye satıcılar, yiyecek içecek işletmecileri kalıyor ve elbette en kalabalığından yabancı turist. Yabancı turist olarak artık neredeyse sadece tümünü Çinli sandığımız uzak doğulu insanlar geziyorlar. Eskiden daha ziyade Alman ve Japon turistlere rastlanırdı şimdi bol bol Çinli, Koreli ve Vietnamlı gezginler ile karşılaşıyoruz. Bu yüzden turistik yerleri bulmak hiç zor olmuyor.
Burası Graz ve Salzburg arasında yüzyıl önce kurulmuş ve hala eskisi gibi muhafaza edilen bir şirin köy. Köy, dağlarla göl arasına kademeli olarak kurulmuş küçük tahta yalı evleri gibi göle bakan tahta balkonlarıyla da paha içilmez bir keyif merkezi tadında… Yollar patika gibi, kot farkıyla yürüyüş yapabileceğiniz bir yanınızda dağlar bir yanınızda göle bakarak yükseleceğiniz bir ortam veriyor. Yükselirken ara ara merdiven ve çok dik olmayan patikalar var, ama bazen araç şart. Çok yüksek tepelerde turistik yerler için özellikle!
Bazen bulutlar dağların altlarına indiklerinde dahi manzara öyle keyifli ki iki boyutlu resim karesinde yaşıyormuş gibi. Bu durdurulmuş an keşke oradaki gerçek kaz, ördek ve kuş sesleri ile canlanabilse. Hallstatt köyünü ana hatlarıyla keşfetmek için tam gün bile fazla gelebilir. Ama biraz daha huzur ve enerji depolama amaçlı elbette orada da oteller var akşam şömine başında şarap içerek göle yansıyan akşam ışıklarında kendinizi rahatlıkla sonsuzluğa bırakabilirsiniz… Zaten o anda zaman duruyor gibi, gökkuşağının altından geçmiş gibi karakterinizin değişmesi de normaldir. Çünkü böylesi özel ortamlar insanın kişiliğine öylesi tazelik verir ki…
Burada, her şey kartpostal gibi ne çekeceğini şaşırıyorsun. Burası dünyanın en dingin en huzur veren köyü. Gürültü diye bir kavram yok gibi. Sadece kaz, ördek, kuşlar ve suyun arada uzaktan gelen sesi cıvıldıyor kulaklarda. Aslında buradaki en bariz gürültü belki Hallstatt Tren İstasyonu’ndan turistleri köye getiren teknenin gürültüsü olabilir. Hepsi bu, zaten çok rahatsız edici değil. Çevre ile uyum içinde her şey. Bütünü bozan bir faktör yok. Yönetmen başarılı olarak kurgulamış bu sahneyi. Ve her seferinde başarılı sahne geçiyor.
Buraya Salzburg’tan günübirlik geldim. Gidiş ve dönüş biraz in bin yaparak geçse de her şey saatinde işliyor ve araçlar hiç kalabalık ve sorunlu değil aksine konforlu ve kolay. Kısaca merkezden 150 numaralı otobüsle “Bad Ischl” istasyonu sonra tren ile Hallstatt İstasyonu ve en son tekne ile karşıya geçiş. Bu kadar basit bir rota var. Çok yorucu gibi görünse de giderken öyle rüya gibi manzaralardan geçiyorsunuz ki sanki film seyrediyor gibi dışarıya bağlanıyorsunuz. Orman, dağ, dağ evleri, odunlar, göller, akarsular, küçük yollar ve araziler. Küçük otobüs durakları ve emniyetli bir seyahat. Daha ne istenir ki! Otobüsün penceresi büyük ve temiz içerisi geniş, sıcak ve konforlu. Ah bir de Türk kahvesi olsaydı dedim ama hayatta nerde öyle her şey tam istediğin gibi olacak? Ama bu da büyük bir şans benim için. Kısa ama zevkli bir macera, o bilet makinalarını keşfetmek dahi hoşuma gidiyor. Hadi treni kaçırdım diyelim, zaten bir sonraki hemen birkaç dakika sonra. Avrupa’da keşfetme duygusunu seviyorum. Varsın hata yapayım varsın bilet alacağım diye treni kaçırayım. Tümü tecrübe benim için. Hiç üzülmem, aksine keyif alırım.
Ruhumu orada bırakarak en son tekne olan 18:00 aracıyla ayrıldım. Tekne hareket ederken köy gittikçe küçülüyordu. Bulutlar aşağı iniyor, karanlık çökmeye başlamış lacivert beyaz görüntüsü ile bana bakan o tatlı ve zarif prensesin gözünden küçük bir damla yaş iniyor gibi bende yansıma belirdi. Kabanımda ve beremde beyaz lacivert renkler görüyordum. Küçük su damlaları da…
Tekneden inerken kıyafetimdeki renklere ve yaşlara şaşkınlıkla dokunurken arkamdan gelen sese doğru yöneldim.
“Ben yaptım. Tekrar bekliyorum ama. Bu renkler benden sana hatıra kalsın”
Trenden göle son kez bakıyordum
Uzaklaşırken Prensesin tacına benzeyen bulutlar ufaktan yok oluyordu.
Ama o naif el hep kalbimde…
Fotoğraflar: Arzu BOLOĞLU
Dünyanın en berrak gölü