Mustafa İRİ
Son Güncelleme:
Akdeniz festivallerinin yaz meşalesi Kanlıdivane’de yakıldı
Mersin’in ünlü Kanlıdivane’si, Toroslar’ın eteğindeki dev bir çukur. İki bin yıl önce antik kentti. Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden birine dönüştü. Sonra bir gün çarşısı ansızın çöktü ve yerin 60 metre altına iniverdi. Bu sıradışı mekanda şimdi sanat etkinlikleri düzenleniyor. Akdeniz sahilinde baharı yaza bağlayan festivaller önceki hafta Mersin’den başladı. Bu vesileyle Kandıdivane bir kez daha kalabalıkları ağırladı.
Tarih uzaktan kendisiyle ilgili sır vermeyi sevmez. Bir öykü ya da masal gibi görünür, algılanır. Kim nerde, ne zaman, kime ne yapmış? Kim ölmüş, kim kalmış? Ya da kimler kaybetmiş, kimler kazanmış?
Okuduklarımız ve duyduklarımız bir nebze tadımlıktır aslında. Küçük bir ipucu. Bir davet. Oraya gittiğimizde; ellerimizle sütunlara, kabartmalara dokunduğumuzda anlamaya başlarız yavaşça. Başkalarının yüzlerce yıl önceki el izlerinin üstüne bizimkiler düştüğünde. Henüz tarih olmadan, hâlâ yaşıyorken, hayattayken biz. Böyle mi tekerrür ediyor yoksa? Şimdinin varlığı geçmişle temas ettiğinde. Tam da hatırlanıyorken.
Hiçbir ruhani deneyim yoktur ki; oturduğumuz yerde gelsin, bizi kuşatsın büyütsün, eğitsin. Okumak, çalışmak yetebilir bir ölçüde ama ya seyahat etmek? Başlıbaşına bir hac değil midir insanı kutsayan? İnsan olduğunu hatırlatan; anlam katan. Mazi ve şimdinin kolkola gezdiği o yerde biz de olursak; ölenlerle konuşup, heykellerle dertleşmez miyiz? Kitaplarda yazmayanı, dillere düşüp söylenmeyeni duymaz mıyız orda? En hakikisiyle gerçeği. Sır gibi saklananı. Anlaşılmayanı. İnsanın insana bıraktığı tek miras olan tarih gerçeğini. Birinci ağızdan, sahibinin sesinden hem de.
HER TAŞINDA BİR ÖYKÜ SAKLI
Her yıl mayısta Mersin’de bir uyanış başlar. Belediyenin kültür sanat yetkililerinden öğrendiğime göre portakal çiçeklerinin açtığı zamana denk getiriliyor burdaki festivaller. Mersin Müzik Festivali artık rüştünü çoktan ispatlamış kusursuz bir organizasyon, kent için bulunmaz nimet. Yaz öncesi şık bir antre. Devlet Opera ve Balesi’nin eski genel müdürlerinden Remzi Buharalı ve ekibi yaklaşmakta olan Side Festivali öncesi burayı bayram yerine çevirmiş. Mersin, güneydeki festival meşalesinin yakıldığı ilk yer. Hazırlıklar süredursun birbiri ardına etkinlikler Silifke’den Tarsus’a kadar farklı kentlerde gerçekleşiyor, adım adım Akdeniz sahillerine renk getiriyor. Kendi adıma Kanlıdivane ile tanışmam da bu vesileyle oldu. Merak ettiğim bir türlü göremediğim bir yerdi. Toroslar’ın Erdemli ve Silifke arasındaki çizgisinin birkaç kilometre yukarısındaki bölgeye, özel bir etkinlik olmadan yolunuzun düşmesi için pek neden yok. Belki de bu yüzden adını birçok kişi duymamış.
Rock grubu Pinhani’nin konseri vardı dev obruğun etrafını dolanmaya başladığımda. Çukurun çevresine konuşlananları müziğin birleştirdiği bir mahşer görüntüsüne tanık oldum. Tıpkı eski suçlular gibi bir tür mahkeme, tanımsız bir sıratın üzerinden her an kayabilecek kadar ürküten bir yer olarak. Kanlıdivane mistik bir akşam için dünya üstü fikirler ve hisler yaşatıyor. Burası halkın pazar günleri piknik yapmak için koşarak geldikleri bir yer belli ki. Sağda solda çöp yığınları var. Bakımsız olduğu her halinden belli. Bir noktaya kadar toparlanmış, sonra kendi haline terkedilmiş. Hâlâ yaşayan bir ruhu var ama. Yürürken bir bakıyorsunuz, ayağınızın altında bir mezar taşı. Üstüste yığılan taşlar yıkıldı yılılacak. Her ne hikmetse zamanda asılı kalmışçasına öylece duruyorlar. Devrilip ufalanmıyorlar. Yerin altındaki onlarca ölü asker sanki burdaki her taşın her mezarın da bekçisi. Sizin ordaki hareketlerinizden etkilenmiyorlar. Dua da istemiyorlar, yardım da. “Biz yaşadığımızı yaşadık. Ödül de ceza da sizin olsun” der gibiler.
KURBANLAR ÇUKURDAKİ ARSLANLARA ATILIYORDU
O yıllarda, tarihin o döneminde tam olarak neler olup bittiğini bize yine tarih söylüyor. Kesme taştan bazilikalar, kaya mezarları anlatmaya çabalıyor ama nedense bir türlü yetmiyor, aydınlanmıyor gerçekler. İnsana özgü o eski vahşet ve kin hâlâ canlı burda. İzlerini görüyorsunuz. 19’uncu yüzyılda Fransız gezgin Victor Langlois’in burayı keşfettiği sırada gördüklerinin aynını görüyorsunuz. İnsanlar değişti mi peki? Neden ağzımızın suyu akıyor bu kanlı hikayeleri dinlerken? Herkes bir panayır coşkusu içinde. Tarihin kimseyle bir hesabı yok. Yaşayan yaşıyor, ölen ölüyor. Bir devir, koskoca bir uygarlık tıpkı burdaki obruk gibi çöküyor sonra yerine aynı günahı sürdüren başka bir toplum geliyor. Terazi ne? Ölümler mi? Vahşi aslanlar mı? Yoksa kötü yönetimler, belediyeler, kültür bakanlıkları mı? Zaman bir çember gibi daralıyor, tarihi ve şimdiki anı aynı noktadan birleştiriyor. Konser bitiyor. Keyifli bir kalabalık denizden yukarı yükselen karanlığın aksine şehirdeki evlerine doğru şarkılar söyleyerek iniyor, naralar atıyor ve sadece yaz boyu değil bir ömür sürecek festivallerini kutluyor.
Mersin ve çevresindeki begonviller bu ay en can alıcı renklerini gösteren hünerli dansçılar gibi heryerde. Birden karşınıza çıkıyor, eski bir duvarın üzerinden süzülerek Akdeniz şarkıları söylüyorlar. Müzik de her yerde. Tarsus’taki bir kilisenin içinde Çek sopranonun tiz sesinde. Ya da Kanlıdivane’de sıkma yiyerek ayran içen Toros köylüsü’nün ıslığında. Ama en çok da bu tepedeki; Kanlıdivane’nin her yerine savrulan irili ufaklı taşların dilinde.
60 METRE ÇÖKMÜŞTÜ
Antik Olba Krallığı’nın MÖ 3’üncü yüzyıl’da kurduğu kent iki söylenti arasında kalmış şaibeli bir kutsal Hıristiyanlık merkezi. Doğal bir çöküntü alanı. Coğrafya bilgilerinizi eşelediğinizde obruk kelimesinin karşılığı olan fiziksel özellikler taşıyor. Ansızın 60 metre çöken kocaman bir çarşı düşünün. Daire biçiminde bir göçük. Bilimkurgu filmlerinde çok gördüğümüz krater havuzları gibi. Sonra çöken zemin ağaçlanıp yeşilleniyor ve yarların altında kalarak Roma dönemindeki uygarlığa bir şehir hazırlıyor. Doğanın insanla buluşmasına bir örnek. Kentler mi doğayı, doğa mı kentleri belirler temalı ilginç bir münazara konusu. Çukurun tanrısal zannedilmesi yüzünden bir tapınak gibi duvarlarına kabartmalar yapılıyor, kutsal mezarlar oyuluyor. Kan rengi kimyasallar burdaki obruk hakkında 70’li yıllarda başlayan arkeolojik kazıların da etkisiyle eski söylentileri yeniden alevlendiriyor ve Kanlıdivane dehşetli bir dedikodu malzemesi yapılıyor. Burdaki durum biraz farklı ama. Daha çok eski bir felaket masalı gibi. Roma dönemindeki suçluların cezalandırılmak üzere yırtıcı aslanlara yem edildiği çılgın bir arena olduğunu düşünen ve buna inanan çok kişi var. Spartacus dizisi meşhur olduğu için şimdilerde bu türden söylentiler daha da hararetli anlatıcılar yaratmış. Dinlerken derinizi yırtan aslan ve kaplan tırnaklarının acısını hissediyor, eski asırlarda kalan ölüm çığlıklarının yankısını duyuyorsunuz.
Okuduklarımız ve duyduklarımız bir nebze tadımlıktır aslında. Küçük bir ipucu. Bir davet. Oraya gittiğimizde; ellerimizle sütunlara, kabartmalara dokunduğumuzda anlamaya başlarız yavaşça. Başkalarının yüzlerce yıl önceki el izlerinin üstüne bizimkiler düştüğünde. Henüz tarih olmadan, hâlâ yaşıyorken, hayattayken biz. Böyle mi tekerrür ediyor yoksa? Şimdinin varlığı geçmişle temas ettiğinde. Tam da hatırlanıyorken.
Hiçbir ruhani deneyim yoktur ki; oturduğumuz yerde gelsin, bizi kuşatsın büyütsün, eğitsin. Okumak, çalışmak yetebilir bir ölçüde ama ya seyahat etmek? Başlıbaşına bir hac değil midir insanı kutsayan? İnsan olduğunu hatırlatan; anlam katan. Mazi ve şimdinin kolkola gezdiği o yerde biz de olursak; ölenlerle konuşup, heykellerle dertleşmez miyiz? Kitaplarda yazmayanı, dillere düşüp söylenmeyeni duymaz mıyız orda? En hakikisiyle gerçeği. Sır gibi saklananı. Anlaşılmayanı. İnsanın insana bıraktığı tek miras olan tarih gerçeğini. Birinci ağızdan, sahibinin sesinden hem de.
HER TAŞINDA BİR ÖYKÜ SAKLI
Her yıl mayısta Mersin’de bir uyanış başlar. Belediyenin kültür sanat yetkililerinden öğrendiğime göre portakal çiçeklerinin açtığı zamana denk getiriliyor burdaki festivaller. Mersin Müzik Festivali artık rüştünü çoktan ispatlamış kusursuz bir organizasyon, kent için bulunmaz nimet. Yaz öncesi şık bir antre. Devlet Opera ve Balesi’nin eski genel müdürlerinden Remzi Buharalı ve ekibi yaklaşmakta olan Side Festivali öncesi burayı bayram yerine çevirmiş. Mersin, güneydeki festival meşalesinin yakıldığı ilk yer. Hazırlıklar süredursun birbiri ardına etkinlikler Silifke’den Tarsus’a kadar farklı kentlerde gerçekleşiyor, adım adım Akdeniz sahillerine renk getiriyor. Kendi adıma Kanlıdivane ile tanışmam da bu vesileyle oldu. Merak ettiğim bir türlü göremediğim bir yerdi. Toroslar’ın Erdemli ve Silifke arasındaki çizgisinin birkaç kilometre yukarısındaki bölgeye, özel bir etkinlik olmadan yolunuzun düşmesi için pek neden yok. Belki de bu yüzden adını birçok kişi duymamış.
Rock grubu Pinhani’nin konseri vardı dev obruğun etrafını dolanmaya başladığımda. Çukurun çevresine konuşlananları müziğin birleştirdiği bir mahşer görüntüsüne tanık oldum. Tıpkı eski suçlular gibi bir tür mahkeme, tanımsız bir sıratın üzerinden her an kayabilecek kadar ürküten bir yer olarak. Kanlıdivane mistik bir akşam için dünya üstü fikirler ve hisler yaşatıyor. Burası halkın pazar günleri piknik yapmak için koşarak geldikleri bir yer belli ki. Sağda solda çöp yığınları var. Bakımsız olduğu her halinden belli. Bir noktaya kadar toparlanmış, sonra kendi haline terkedilmiş. Hâlâ yaşayan bir ruhu var ama. Yürürken bir bakıyorsunuz, ayağınızın altında bir mezar taşı. Üstüste yığılan taşlar yıkıldı yılılacak. Her ne hikmetse zamanda asılı kalmışçasına öylece duruyorlar. Devrilip ufalanmıyorlar. Yerin altındaki onlarca ölü asker sanki burdaki her taşın her mezarın da bekçisi. Sizin ordaki hareketlerinizden etkilenmiyorlar. Dua da istemiyorlar, yardım da. “Biz yaşadığımızı yaşadık. Ödül de ceza da sizin olsun” der gibiler.
KURBANLAR ÇUKURDAKİ ARSLANLARA ATILIYORDU
O yıllarda, tarihin o döneminde tam olarak neler olup bittiğini bize yine tarih söylüyor. Kesme taştan bazilikalar, kaya mezarları anlatmaya çabalıyor ama nedense bir türlü yetmiyor, aydınlanmıyor gerçekler. İnsana özgü o eski vahşet ve kin hâlâ canlı burda. İzlerini görüyorsunuz. 19’uncu yüzyılda Fransız gezgin Victor Langlois’in burayı keşfettiği sırada gördüklerinin aynını görüyorsunuz. İnsanlar değişti mi peki? Neden ağzımızın suyu akıyor bu kanlı hikayeleri dinlerken? Herkes bir panayır coşkusu içinde. Tarihin kimseyle bir hesabı yok. Yaşayan yaşıyor, ölen ölüyor. Bir devir, koskoca bir uygarlık tıpkı burdaki obruk gibi çöküyor sonra yerine aynı günahı sürdüren başka bir toplum geliyor. Terazi ne? Ölümler mi? Vahşi aslanlar mı? Yoksa kötü yönetimler, belediyeler, kültür bakanlıkları mı? Zaman bir çember gibi daralıyor, tarihi ve şimdiki anı aynı noktadan birleştiriyor. Konser bitiyor. Keyifli bir kalabalık denizden yukarı yükselen karanlığın aksine şehirdeki evlerine doğru şarkılar söyleyerek iniyor, naralar atıyor ve sadece yaz boyu değil bir ömür sürecek festivallerini kutluyor.
Mersin ve çevresindeki begonviller bu ay en can alıcı renklerini gösteren hünerli dansçılar gibi heryerde. Birden karşınıza çıkıyor, eski bir duvarın üzerinden süzülerek Akdeniz şarkıları söylüyorlar. Müzik de her yerde. Tarsus’taki bir kilisenin içinde Çek sopranonun tiz sesinde. Ya da Kanlıdivane’de sıkma yiyerek ayran içen Toros köylüsü’nün ıslığında. Ama en çok da bu tepedeki; Kanlıdivane’nin her yerine savrulan irili ufaklı taşların dilinde.
60 METRE ÇÖKMÜŞTÜ
Antik Olba Krallığı’nın MÖ 3’üncü yüzyıl’da kurduğu kent iki söylenti arasında kalmış şaibeli bir kutsal Hıristiyanlık merkezi. Doğal bir çöküntü alanı. Coğrafya bilgilerinizi eşelediğinizde obruk kelimesinin karşılığı olan fiziksel özellikler taşıyor. Ansızın 60 metre çöken kocaman bir çarşı düşünün. Daire biçiminde bir göçük. Bilimkurgu filmlerinde çok gördüğümüz krater havuzları gibi. Sonra çöken zemin ağaçlanıp yeşilleniyor ve yarların altında kalarak Roma dönemindeki uygarlığa bir şehir hazırlıyor. Doğanın insanla buluşmasına bir örnek. Kentler mi doğayı, doğa mı kentleri belirler temalı ilginç bir münazara konusu. Çukurun tanrısal zannedilmesi yüzünden bir tapınak gibi duvarlarına kabartmalar yapılıyor, kutsal mezarlar oyuluyor. Kan rengi kimyasallar burdaki obruk hakkında 70’li yıllarda başlayan arkeolojik kazıların da etkisiyle eski söylentileri yeniden alevlendiriyor ve Kanlıdivane dehşetli bir dedikodu malzemesi yapılıyor. Burdaki durum biraz farklı ama. Daha çok eski bir felaket masalı gibi. Roma dönemindeki suçluların cezalandırılmak üzere yırtıcı aslanlara yem edildiği çılgın bir arena olduğunu düşünen ve buna inanan çok kişi var. Spartacus dizisi meşhur olduğu için şimdilerde bu türden söylentiler daha da hararetli anlatıcılar yaratmış. Dinlerken derinizi yırtan aslan ve kaplan tırnaklarının acısını hissediyor, eski asırlarda kalan ölüm çığlıklarının yankısını duyuyorsunuz.